9 Mart 2022 Çarşamba

İçimizdeki Safiye



 

Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanından uyarlanan “Masumlar Apartmanı” dizisini izleyenler, Safiye hakkında ne düşünüyorlar? Dizinin bazı şeyleri fazla abarttığını düşünenler olmuştur. Ben ise gayet gerçekçi ve Safiye’nin içimizden biri olduğunu düşünüyorum. Belki her evde değil ama bir çok evde Safiyelerin olduğunu biliyorum. Bizim gibi toplumlarda şiddet evden başlıyor. Baba anneyi, Anne de çocuklarını dövüyor. Çocukluğum “Safiye” tipinde kadınlara komşuluk yaparak geçti. Beş komşu kadından beşi de çocuklarını dövüyordu. Üç ve fazlası çocuklu kadınlardan tümünün çocuklarına evde şiddet uyguladığına kefil olabilirim. Özellikle Taşrada çok çocuklu ailelerde Annesinden dayak yememiş çocuğa az rastlanır. Mesela benim ve komşu yaşıtlarımın çocukluğu banyo leğenlerinde çimdirilirken Annelerimizden dayak yemekle geçti. Başa sürülen yeşil sabunun göze kaçan yakıcı köpüğü yetmezmiş gibi, bir de bakır tasla dövülme seanslarına maruz kalmamak için leğenin içinden firar edip kaçanlar kuşağındanım. Bu toplum önemli oranda görücü usulüyle evlenmiş/evlendirilmiş aile topluluklarından oluşuyor. Evinde eşi tarafından sevilmemiş, horlanmış, dayak yemiş kadın, bütün öfkesini elinin altındaki çocuğundan çıkaranların sayısı bir hayli fazladır. Babadan anneye, anneden çocuklara uzanan uzun ince sevgisizlikten beslenen bir şiddet sarmalının devamcılarıyız. 

 

“Masumlar Apartmanı” bu anlamıyla oldukça gerçekçi ve yaşanmış dramları konu ediyor. Dizideki “Safiye” geçmişte annesi kendisine ne yapmışsa bir fazlasını kardeşlerine ve kendisine yapıyor. Aile bireyleri ruhlarının derinlerine ekilmiş, öğretilmiş bir şiddetin kurbanı ve geniş anlamda toplum bu ailelerden oluşuyor. İçimizdeki bu çöl, aile içindeki sevgisizlikten besleniyor. Sevgi hakkı yadsınmış olan her insan sakatlanmış, varlığının kökleri baltalanmış demektir. Bu gibi durumlarda sevgi, yaşanmamışlık haline gelince her tür şiddetin kaynağını oluşturabiliyor. Belki de öncelikle yüzleşmemiz gereken şey, içimizde özenle koruyup büyüttüğümüz sevgisizlikten beslenen çöllerimizdir. “Masumlar Apartmanı” sakinleri kendi çöllerini çöp olarak biriktirmişler. İnsanın geçmişi çöp değildir ki kapının önüne koysun. O yüzden de biriktirdikleri çöplerini kapının önüne koyamıyorlar. Geriye tek çare kalıyor, geçmişlerinde biriktirdikleri sevgisizlikle yüzleşmek!

 

 Dizi oyuncuları başta “Safiye” karakterini canlandıran Ezgi Mola ve tüm ekip işini iyi yapıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. 

 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

 


 

Yaşanan travmanın nedenini bilememek ve onunla baş edememek… 

 

Travmalara maruz kalmak kötü bir şeydir, ama daha kötüsü bu travmanın nedenini bilememektir. Türkiye toplumu kısırdöngü bir cenderenin içinde debelenip duruyor. Bunun temel sebebi geniş anlamda hem devlet, hem de toplum olarak maruz kaldığımız travmanın ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor. Eğer travmanızın ne olduğunu bilemezseniz onunla baş da edemezsiniz. 40 yıldır ülke PKK ile bir savaş içinde, ama adını koymamak için her yol yöntem deneniyor. Eskiye göre bugün PKK’nin gücü ve eylemleri azalmış gözüküyor. Ama uzun sürmüş bu savaşın yıllar içinde biriktirdiği sıkıntılar ve yıkımlar orta yerde duruyor. Ülke insanı PKK savaşı yorgunudur. Kürtler bu çatışmalı süreci daha yoğun yaşadılar. Bazıları çatışmalarda çocuklarını, bazıları evini köyünü kaybetti. Ama buna rağmen PKK yorgunu olduklarını halen daha dillendiremiyorlar. 

 

Sanırım bu konudaki kayıtsızlık şuradan kaynaklanıyor, Sol mahallede PKK'yi devletin karşısında bir hak/direniş örgütü görmekten kaynaklanıyor. Bazen eleştirilerime ilişkin şöyle yorumlar geliyor, “PKK’yi abartıyorsunuz, devletin baskısı ve yaptıklarının yanında devede kulak kalır.” Bir bakalım mı PKK devenin yanında nasıl gözüküyor? Savaşın 40 yılda verdiği insan kayıplarında tablo şöyle, içişleri ve savunma bakanlığının belgelerine göre, Devlet operasyonlarda toplamda 73 bin PKK’li öldürülmüş. (Faili meçhuller bu sayının dışında) PKK de 30 bin civarında öldürme gerçekleştirmiş. Bunların 25 bini polis - asker – korucu ve sivil. İmralı mahkemesinde Abdullah Öcalan’ın dediğine göre 15 bin de örgüt içi infaz var. (Bu örgüt içi infazların daha fazla olduğunu düşünüyorum) Bu tabloya bakılacak olursa PKK pek te hak örgütüne benzemiyor. Savaşın acılı bilançosuna biraz daha yakından bakalım mı? Son 36 yılda (1984-2020) Kürt dağındaki savaştaki çatışmalara 8 milyon asker katılmış…  askerlik süreleri boyunca çatışmalara operasyonlara katılanlar şimdi aramızda hep birlikte yaşıyoruz. Sonra da diyorlar ki bu ülke niye mutsuz! Savaştan çatışmadan dönen insanlar iyi olabilir mi?

 

1984 ten beri bu savaşta ölenlerin toplamı 100 bin civarında... savaşın ülke bütçesine zararı 3 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Uzun süren bu savaş nedeniyle 4 milyon insan köyünden şehrinden göç etmek zorunda kaldı. Toplamda 1 milyondan fazla insan mahkemelerde yargılandı, hapishanelere atıldı. Çatışmalarda ölen 25 bin asker - polis için Türkiye'de 81 ilde "Şehitler mezarlığı" yapıldı. Diğer taraftan dağlarda örgüt içi infaz olanların bir mezarı bile yok. Bunca yıkıma ölüme neden olmuş bu savaşa "savaş" dediğimizde "Savaş demeyin!" diyorlar. Ne diyelim peki...?

 

PKK’yi herhangi bir örgüt gibi görürseniz, savaşına da “savaş” demezsiniz. “Savaş iki devlet arasında yapılırmış.” PKK’nin Suriye’de (Rojava bölgesinde) oluşturduğu ordusu ve kitlesiyle Avrupalı bir çok ülkeden daha büyük olduğunu bilmek inanmak istemeyenler kendilerini kandırıyorlar. PKK Ortadoğu’da en uzun sürmüş, İran-Suriye ve Batılı devletlerin desteğini almış (40 yıllık) bir savaşın tarafıdır. Ortadoğu’da ve Avrupa’da toplamda 20 milyon kitleyi örgütlemiş istediği gibi yönetiyor. (Avrupa’da nüfusu 2-3 milyon olan devletler var) Suriye’de ki kolu olan YPG şu an son model ABD silahlarıyla donatılmış 60 bin kişilik bir orduya sahip. Türkiye’de seçimlerde HDP üzerinden 6 milyon oyu var. Bazıları için bu yukarıdaki sayıların bir kıymetinin olmadığını biliyorum. Bu ölenlerin her biri, bir can, bir baba bir evlat. Bilin bakalım en çok bu tabloyu sol mahallede görmek istemeyenler kim? Yazar, gazeteciler sanatçılar... en son bu tabloyu konuşan yazan birini tanıyor musunuz?

 

 Bu ülkede 1980 doğumlular hayata gözlerini açtıklarında kendilerini Kürt dağındaki savaşın içinde buldular. Bu nedenle de 40 yaş altı kuşak günlük hayatı çatışmalardan operasyonlardan ibaret sanıyor. Çatışmasız hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Daha korkunç olanı ise içinde yaşadıkları ortamın bir savaş ortamı olduğunu bilmemeleridir. Ülkenin Z kuşağı üzerine değerlendirme yapacak olanların bu gerçeği atlamamaları gerekiyor. Son 40 yılda çatışmalarda iki taraftan toplamda 100 bin e yakın insanımızı yitirdik. Yüz binlerce insan yıllarca hapishanelerde kaldı. Dört milyondan fazla insan şehrinden köyünden göç etmek zorunda kaldı. Bu savaş, son yüzyılda Ortadoğu’nun en uzun süren savaşıdır.  

 

Bu ülkede geniş anlamda bugün yaşanan travmanın nedeni yaklaşık 40 yıldır (1984) Kürt dağında süren, sürdürülen savaştır. Bu savaş ülkenin hem ekonomisini hem de enerjisini heba etti. Ülkenin sosyolojik/psikolojik ve demografik ayarlarını bozdu. Travmamızın/rahatsızlığımızın nedeni de burasıdır. Eskiden askeri vesayet bir gitsin her şeyin düzeleceğine inananlar, şimdi de AKP bir gitsin her şeyin daha güzel olacağını düşünüyorlar. Muhalefetin hükümet nefreti, sorunları ele alışları ve gerçeklikle kurdukları ilişki biçimi pek umut vermiyor. Travmada tam böyle bir şeydir zaten. Yani travmaya yol açan şeyi bilememek ve onunla baş edememektir. Ne kadar çok kutuplaşma o kadar çok iktidar anlayışıyla siyaset yapan bir hükümetle barışın/çözümün de bir yerinde değiliz. 

 

Biz Travmanın üçüncü kuşağıyız, savaş uzun sürdüğü için çatışmayla bir arada yaşamak normalleşti. Son 40 yılda çatışmalarda çok insanımızı kaybettiğimiz için, arada çatışmalarda duyduğumuz üç-beş insan kaybını artık kimseler pek dert etmiyor. Bir savaşın yapmak istediği ilk şey de budur, ölümleri sıradanlaştırmak. Bir savaş ölümü sıradanlaştırdığı yerde amacına ulaşmış demektir. 

 

Neyi yapmamalıyım.

 

Eğer bir yerde savaş çatışma varsa ne yapmam gerektiğini değil de neyi yapmamam gerektiğini biliyorum. Yıllar önce yeminli şiddet karşıtı olmaya karar vermiş biri olarak, başlamış bir savaşı durdurmaya gücüm yetmeyebilir, ama bir yazar olarak yazılarımda kitaplarımda teşhir edebilirim, ve hiçbir zaman savaş çığırtkanlığı yapmamalıyım. Eğer engel olamıyorsam daha da büyümesine neden olmamalıyım. Her ne yapmam gerekiyorsa meşru legal zeminde kalarak yapmalıyım. Özgürlük mücadelesi denilen şey, başkalarının varlığına kast ederek, onların özgürlüğüne son vererek kazanılacak bir şey değildir. Her zaman her yerde ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir. Sorunların çözüleceği yer gizli/illegal zeminler değil, meşru legal zeminler olmalıdır. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşırlar. Avrupa ve Latin Amerika, tarihin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

 

Görüldüğü üzere 40 yıllık PKK savaşında gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulamamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

 

 

 

 

 

17 Ekim 2021 Pazar

Ulucanlar Cezaevi Hafıza Müzesinin neyi eksik?


 


Türkiye’de toplumun hafızasızlaştırma nasıl yapılıyor? Yazarlar, PKK ve sol örgütlerin mağdur ettiği insanları romanlarına öykülerine konu etmeyerek, şairler şiirlerine, ressamlar resimlerine, yönetmenler filmlerine…insan hakları örgütleri raporlarına, gazeteciler de haberlerine yazılarına konu etmeyerek. 

 

Peki Türkiye'de yapılan hafızasızlaştırmaya Batılı ülkeler nasıl katkı sunuyor? Şöyle: PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetlerle ilgili projelere destek olmuyorlar. STK'larda bunu bildikleri için bu konulara girmiyorlar. Bugün Türkiye’de bir çok insan hakları örgütünde, devletin yol açtığı binlerce mağduriyet üzerine belge, rapor ve yazılar bulabilirsiniz. Ama PKK ve sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetler üzerine bir tane rapor ve belge bulamazsınız. Çünkü kimse tutmuyor bunların kayıtlarını. Geçmişle yüzleşme, toplumsal bellek ve hafıza gibi konularda çalışma yapan dernek ve örgütler adeta işbirliği yapmışçasına bu konulardaki çalışmalarına PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış oldukları mağduriyetleri dahil etmiyorlar. Yakın dönemde eski bir hapishane olan, Ulucanlar hapishanesi, hafıza müzesi oldu. Bu müzede de yapılan şey, sözünü ettiğim hafızasızlaştırmaya iyi bir örnek teşkil ediyor. 

 

Ulucanlar Hapishane Hafıza Müzesinin Neyi Eksik?

 

Müzede hapishane geçmişine dair neredeyse her şey var. geçmişte bu hapishanede olup bitenler birer eşya ile fotoğraflarla anlamlandırılmış. Deniz Gezmiş’in hırkası, Ahmet Arif’in ayakkabısı, Nazım Hikmet’in bir şiiri, hiç adı sanı duyulmamış ama orada bir dönem mahpus olmuş onlarca insanın adını görebiliyorsunuz. Peki bunda ne var, ne güzel işte dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki olmalı, zaten beni rahatsız eden şey ismi olanlar değil, ismi yazılmayanlardır. Mesela 1996 yılında bir görüş günü sevgilisiyle ziyaret yerinde görüş yaparken yoldaşları tarafından kör bir bıçakla öldürülen Ramiz Şişman’a ait bir şey göremedim. Ramiz öldüğünde hızını alamayan katil yoldaşı elindeki bıçağı Ramiz’in kalbine saplıyor. O bıçak uzun bir süre öylece bağrına saplı kalıyor. Mesela o bıçak müzede neden olmaz?

 

Yine aynı yıllarda radikal sol örgütler tarafından  bu hapishanede öldürülen Ulaş Şahintürk, Fatma Özyurt ve Hilal Füsun’a ait bir işarete belgeye de rastlayamadım. Halbuki koğuşlarında aylarca yoldaşları tarafından işkence yapılarak 1995 ve 96 yılında koğuşlarında öldürüldüler. Denizleri asan darağaçları dimdik duruyordu orada. Ama sol örgütler tarafından öldürülen kurbanlara ait hiçbir şey yok o müzede.

Şimdi tekrar soralım o müzenin neyi eksik? Vicdanı eksik vicdanı! 

Bir ülke hafıza müzelerinde işte böyle
 hafızasızlaştırılıyor!

1 Ekim 2021 Cuma

Walter Benjamin olsa…



 

Akademide, felsefede ve benzeri araştırma konularında (Sosyal medya paylaşımlarında da bazen rastlıyorum) bazılarına göre eğer okuduğumuz kitaplardan ve yazarlardan ne kadar çok alıntı yapıp yazdığımız metne giydirirsek, metin o kadar anlamlı içerikli olur. Bazen bir sayfalık bir metne Hegel’i, Kafka’yı ve Dostoyevski’yi sığdıranlar oluyor. Yok öyle bir şey, Walter Benjamin olsa o üç yazarı bir sayfalık "Pasaj" larına yediremez.

 

Bir de yazılan bir metinde ünlü felsefeci ve yazarların adı ne kadar çok geçerse metin daha iyi olur algısı da yanlış ve abartılıdır. Sürekli kitaplardan referans almak metni her zaman iyi metin yapmaz. Bir yazan için riskli metinlerdir bu türden metinler. İdol alıntılarına boğdurulmuş bir metin özgün olmaktan uzaklaşır. Yazanın kendi özgünlüğü kaybolur.

Eğer yazmakta olduğunuz metinde özgün bir hikaye yoksa, idol alıntıları altında ezim ezim ezilirsiniz ki, bu da bir yazarın kendini boşa çıkarması anlamına gelir. Akademik metinlerin fazla ilgi görmemesinin başlıca nedenlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum.

 

Unutmamamız gereken şey şu olmalıdır, bütün özgün eserler başkalarından alıntılı metinler değil, yazarların kendi özgün düşüncelerinden ortaya çıkmış metinlerdir. Elias Canettı bir yazar özgünse yazardır der, değilse “yazan” olur. 

30 Haziran 2021 Çarşamba

Yaşamaya dair söylemek istediğim 10 söz...



Azla yetinin, fazlasının başkalarının olduğunu unutmayın.

 

Bir şeyi vaktinde bırakın, her şey vakti zamanında güzeldir.

 

Her ne arıyorsanız yakınınızda arayın, yakınınızda yoksa hiçbir yerde yoktur.

 

Her türlü iktidardan uzak durun, devlete ve örgütlere yaslanmış bir sırt kambur olur.

 

İnsan bir şeyleri istediğinde değil istemediğinde özgür olur, daha özgür olmak için daha çok azalın.

 

Savaşın ve şiddetin her türünden uzak durun, savaştan uzak durduğunuz her yer barıştır.

 

İnsan her günün sonunda dönüp içine bakmalı ve neyi gördüğünden emin olmalıdır.

 

Abartılardan uzak durun, umudu fazla yukarılara çıkarmadığınız zaman düşseniz bile bir şey olmuyor. 

 

Her ne yapacaksanız yaşayarak ve yaşatarak yapın, ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir.

 

Kendine kalbi olan bir yol seç.

 

 

 

 

 

31 Mayıs 2021 Pazartesi

Sartre modeli Aydın muhalifliği sorgulamak


 

Ülkenin sol aydını, yazarı ve entelektüelleri Soğuk Savaş döneminden kalma tanımları ve düşünme biçimlerini terk etmedi. Bugün bile sol mahallenin kendisine örnek almak istediği aydın yazarlara bakalım, bu tezim daha bir güçlenecektir. Sol mahallenin dünya deneyimlerinden model aldığı kişilikler kimlerdir? Hiç kuşkusuz Jean Paul Sartre bir yazar, düşün insanı olarak başta gelir. Sartre üzerinde durmak iyi olabilir. İyi olabilir çünkü bu ülkede sol aydın yazarın olmak istediği model kişidir. Mesela “Sartre, Fransa’dır.” sözünü çok kullanırlar. Yine Fransa’nın Cezayir sömürgeciliğini eleştiren tavrı çok olumlu bulunur. Bence de Sartre’nin, ülkesi Fransa’ya karşı Cezayir halkının yanında olması o dönem takdire değer bir tutumdur. Sartre kendi alanında özgün felsefi bir düşünür olduğu kadar politik bir insandı aynı zamanda. Bazı siyasi konularda tavrını genellikle egemen devletlere/iktidarlara karşı koymuştur. Devletlerin karşısında çoğunlukla muhalif ve mağdurların yanında olmak istemiştir. Hele bir de bu muhalifler sosyalistse daha bir yakın oldu bu çevrelere. Sartre’daki bu sol savunuculuğu bazı durumlarda onu tavırsızlığa itmiştir. Mesela Stalin döneminde iç temizlik sırasında ve Gulag toplama kamplarında yapılan kıyımlar üzerine bir şeyler okuyamıyoruz kendisinden. Yazar Roger Pol Drot’un yazdığına göre, Sartre Gulag sosyalizmine olan yaklaşımından dolayı  Merleau-Ponty ile birlikte çıkardıkları Les Temps Modernes dergisinden ayrılıyor. Bu ayrılışın Sartre’nin  Sovyet sosyalizmine yakın siyasi pozisyon aldığından kaynaklı olduğunu anlıyoruz. Benzer bir şey Küba Devrimine ilişkin yaklaşımları için söylenebilir. 1959’da Küba’da devrim oldu. Devrim sonrası eşi Simone de Beauvoir ile birlikte Küba’ya giden ilk yazar, düşün insanlarındandı. Onlar Küba’da bulundukları sırada Ernesto Che Guevara devrimin baş savcısı görevindeydi ve yazılanlara bakılırsa eski rejimin yöneticilerinden 550 kişinin idamını istemiş ve bu idamlar onaylanmıştı. Yine eski rejimden insanların önemli bir kısmı Küba’dan ya kaçıyorlardı ya da onları devrim yapmış parti gönderiyordu. Birçok konuda eleştirel olan Sartre’nin, Küba izlenimlerinde bu konulara dair eleştirel bir tutum göstermediğini anlıyoruz. Stalin rejiminin Gulag toplama kamplarına dair eleştirel olmayan, Che Guevara’nın idamlarına sessiz kalan bir Sartre tabi ki Türkiye sol mahallesi tarafından model alınacaktır. Bir an Sartre’nin Stalin karşıtı olduğunu, Küba devriminde Che Guevara ve Fidel Castro’nun eski rejimin yöneticilerine yaptıklarını eleştirdiğini düşünelim. Aynı Sartre yine de model alınır mıydı? Sanmıyorum. Hatırlatmam gerekiyor, bu ülkede Soljenitsin’in “Gulag Takım Adaları” kitabını çeviren, yayınlayan sağ görüşlü bir yayınevi oldu. Hâlen daha sol mahalleden bir yayınevi cesaret edip bu kitabı yayınlayamamaktadır.

 

Bu ülkede sanat ve edebiyat  Soğuk Savaş döneminden kalma sol akıl alışkanlığının etkisi altındadır. Bu Soğuk Savaş dönemi etkisi entelektüel alanı esir almıştır. Bazı konuları bu mahallelerle tartışamaz, konuşamazsınız. Che Guevara’yı öven yüzlerce kitabın çevirisi yayınlanmışken, bir tek Che Guevara eleştirisi çeviri kitabı sol yayınevleri tarafından çevrilmemiştir. Buna benzer nedenlerden ötürü bu ülkede aydın yazarlar Sartre, devrimciler de Che Guevara olmak isterler. Olamasalar bile bu modellerin takipçileri, sürdürücüleri olarak kalma arzusundadırlar. Uzun dönem ben de bu konulara anlam verememiştim. Muhalif ve mağdurlara bunca açılan kredinin sebebi nedir? Devletin mağduru olmak, mağdura otomatikman bir haklılık payesi verebilir mi? Bence vermemelidir. Devlet mahallesinde mağdur olanların, kendi mahallelerinde zalim olması yeni bir şey değildir. Dün başka ülkelerde başkalarına tanınan bu mağduriyet kredisi, bugün bizde PKK ve radikal sol örgütlere tanınıyor. Bu örgütlerin bir mağduriyet mücadelesi verdiğine inananlar, amasız fakatsız destekliyorlar bu örgütleri. Bu mağdur olana tanınan kredili bakış açısı, sol mahallenin tüm ilişkilerine yansıyabiliyor.

 

Bugün Kürt dağındaki 40 yıllık çatışmalı sürece ilişkin devletin uygulamalarını eleştiren tüm edebiyat ve sanat çalışmaları sol mahallede değer görüp baş tacı edilirken, PKK ve sol örgütlerin benzer uygulamalarını eleştiren bir edebiyat çevresi göremiyoruz. Bu konuda yazanlar sol mahallelerden dışlanıyor ve katı bir sansüre maruz kalabiliyor. Devlet mağduru bir yazar olduğunuzda, bir de hapishanelere atıldığınızda, bütün uluslararası kuruluşlar ve örgütler anında sizinle dayanışma içine girebiliyor. Son yıllarda çok bariz biçimde anlaşıldı bu durum. Hükûmet karşıtı olmanız Avrupalı sivil kurumlardan hatta hükûmetlerden ödüller almanıza yetiyor. Kimsenin ne yazdığına, ne düşündüğüne ve eserine bakılmaksızın bu ödüller veriliyor. Burada kıstas alınan şey sanat ve edebiyat değildir; hükûmet karşıtı olmanız ve hapiste olmanız yeterli görülebiliyor. Böylesi bir durumda muhalif yazar sırf hükûmete muhalif olduğu için Avrupalı kurumlar tarafından ödüllendiriliyor. Buna mukabil aynı Avrupalı ödül kurumlarının PKK şiddetini eleştiren yazar-gazetecilere ödül verdiğine henüz tanık olmadık.

 

Özetleyecek olursam, bu ülkede sanat ve edebiyat Soğuk Savaş döneminden kalma sol  tahakkümün altındadır. Bu sol tahakkümün savunucuları yaşları ilerlemiş ihtiyarlardan oluşuyor. Bu ihtiyarlar sol siyasette olduğu gibi, sanat ve edebiyat alanında da gerçeği karartıyorlar. Şu kısık sesimle onlara, Sartre ve Che Guevara’nın 70 yıl öncesine ait bir dünyanın insanları olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Avrupa sol mahalleleri kendi ülkelerinde bu radikalizmi kapattılar. Ama ne hikmetse bizdeki radikalleri seviyorlar. Eğer bu çevreler müsaade ederlerse, tarihin ve zamanın dışına düşmüş, Soğuk Savaş dönemi sol radikalizmini biz de kapatmak istiyoruz.

 

 

 


21 Mayıs 2021 Cuma

Cumartesi Anneleri ve Diyarbakır Anneleri

 


 

                                                                “Her kayıp Annesinin içinde

                                                                   üstü örtülmemiş bir mezar vardır.” 

 

Türkiye’de 1990’lı yıllarda yoğunlaşan gözaltında kaybetmeler yeni bir arayışın başlangıcı oldu. 1995 yılında devlet yetkililerinin ve ana akım medyanın sessizliği karşısında kayıplarının akıbetini arayanlar seslerini duyurmak için Taksim'de bulunan Galatasaray Meydanı önünde sessiz oturma eylemi başlattı. Latin Amerika ülkelerindeki (Arjantin örneğinde) Las Madres de Plaza de Mayo annelerinin deneyimi olmak üzere, annelerden ilham alan kayıp yakınları, “Cumartesi Anneleri” bütün müdahalelere rağmen yakınlarını aramaktan vazgeçmedi. Tam 25 yıldır, 1995 Mayıs’ından beri devletin güvenlik güçleri tarafından kaybedilmiş insanların akıbetini öğrenmek için kayıp yakınları her cumartesi öğle saatlerinde İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturuyorlar. Bana sorarsanız bu, yakın tarihin en haklı sivil ve masum girişimlerinden biridir. Ne yazık ki bu haklı girişimin 25 yılda amacına ulaşamadığı görüldü. Latin Amerika ülkelerinde bu türden girişimler önemli ölçüde amacına ulaşabilmişti. Demek ki bir eylem türü her ülkede benzer sonuç vermeyebiliyor. Bu geçen 25 yılda çocuklarını kaybeden anne ve babaların çoğu yaşlılıktan öldü. Her hafta toplanılan meydan ise zamanla ağlama duvarı işlevi gören bir yere dönüştü. Aileler de kayıplarının sağ gelmeyeceğini artık biliyor. O yüzden de kaybedilmiş yakınlarının mezarlarını devletten istiyorlar. Nitekim oturma eyleminin 700. haftasında ailelerden bazıları devlete seslendi. 1990’lı yıllarda kardeşleri Ali ve Mehmet Tekdağ’ın faili meçhul cinayete kurban gittiğini belirten İffet Tekdağ, “Yıllardır kemiklerini arıyoruz ama bulamıyoruz. Nerede olduklarını bilsek, oraya gidip mezarlarında bir dua okuruz. Ölünceye kadar da mücadelemi sürdüreceğim.” dedi. Hazro ilçesinde 1997 yılında gözaltına alınıp kaybedilen İbrahim Gündem’in ablası Feride Mafna da, “Kayıplarımızın bir mezarı olsun ve bayramda onların mezarını ziyaret edelim. Cenazeleri nerede ise çıkarsınlar.” diye konuştu. Bu kayıp yakını aileleri meydanda ne zaman görsem içim burkuluyor.Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır.25 yıl gibi bir zaman dilimi uzun bir süre. Artık bu saatten sonra kayıplar sorunu bu ülkede devletin geçmişiyle yüzleşmesi sorunudur.

 

Bir eylem biçimi haklı da olsa her ülkede aynı sonucu doğurmuyor. Latin Amerika’da 10 yılda sonuç alanlar Türkiye’de ne yazık ki 25 yılda alamadı. Peki, gelinen aşamada bu aileler ne yapmalı? Bunca yılda bir yol alınamadı. Devletin tutumu ise ortada: çatışmalı bir dönemde bu gibi girişimleri görmek, duymak istemiyor. 2011-2013 arası dönemde bu konuda iyi bir ortam oluşmuştu. Dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan Cumartesi Anneleri’ni makamında kabul etmiş, dertlerini dinlemişti. Bu kabul o güne kadar devletin bu konuda attığı en olumlu adımdı. Çözüm süreci sekteye uğrayınca, sonrasında bir gelişme olmadı.

 

Kayıplar meselesi artık geçmişle yüzleşme sorunudur

 

Bu ülkede “faili meçhul kayıplar” sorunu artık bir geçmişle yüzleşme sorunu olarak ele alınmalıdır. Devlet geçmişiyle yüzleşme kıvamına gelmedikçe, bu türden eylemlerin gündelik hayatta bir karşılığının olacağını düşünmemek lazım. Geçmişle yüzleşme meselesi ise çok boyutlu ve geniş bir meseledir. 1990’lı yıllardaki kayıplar da bunlardan biri olabilir ancak. Bu saatten sonra kayıp yakınları gerçekten yakınlarının hesabını sormak istiyorlarsa bunu tekil biçimde kayıpları aramak, sormak biçiminde değil de devletin geçmişle yüzleşmesi için verilecek meşru demokratik sivil mücadelenin içinde kalarak yapmalıdır. Bir toplum, bir ülke ancak şu durumlarda geçmişle yüzleşme çabası içine girebilir. Eğer bir ülkede çatışmalar sürüyorsa, o çatışmanın sonlandırılması için uğraşılmalıdır; çünkü çatışmalar devam ettikçe geçmişin hesabını sormak mümkün olmaz. Tıpkı şimdi olmadığı gibi… Bir ülkede çatışmalar durduğunda, geçmişte yapılan kötü uygulamalar yüzleşme konusu yapılabilir.

 

Görüldüğü gibi Türkiye, PKK ile içeride ve dışarıda çatışmalı bir süreç yaşıyor ve bu süreç 40 yıldır devam ediyor. Bu çatışma içinde devletin “faili meçhuller”le ilgileneceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor. Eğer kayıp yakınları gerçekten devletten bir yüzleşme bekliyorlarsa, çatışmasızlığı savunmalıdırlar. Devlete “Operasyonları durdurun” diyebildikleri gibi, örgüte de “Eylemlerinize son verin” diyebilmelidirler. Gelinen aşamada İnsan Hakları Derneği (İHD) açısından sahicilik ve hakkaniyet sorunu da yaşanıyor. Devlet mağduru ailelerin kayıplarına sahip çıkarken, örgüt mağduru ailelerin kayıplarını görmezden geldiği için sahiciliğini tartışma konusu yapıyor. Bir yandan devletin mağdurlarının çetelesini tutarken, diğer yandan örgüt mağdurlarına ilgisiz kalması birer ayrımcılıktır ve insan hakları ihlalidir. Buna benzer nedenlerden ötürü İHD’nin bu türden girişimleri geniş kesimler tarafından kabul görmüyor. 

 

“Diyarbakır Anneleri” ezber bozdu

 

Yaklaşık 20 yıldır PKK ve radikal sol örgüt mağdurlarını yazılarıma ve kitaplarıma konu ediyorum. Bu zaman diliminde edindiğim izlenim ve deneyim şu olmuştu. Devlet mağduru olduğunuzda bu ülkede sahipleneniz savunanız çok olmasına rağmen, örgüt mağdurlarını pek kimseler savunmuyor. Özellikle sol ve HDP Kürt mahallesinde örgüt mağduru olmanın hiçbir getirisi olmadığı gibi, “hain” damgasıyla etiketleniyorsunuz. Geçmişten bugüne son 40 yılda devlet mağdurları kayıp yakınlarına her ortamda sahip çıkıp savunabilmelerine rağmen, örgüt mağduru bir tek aile çıkıp da hiçbir platformda örgüt mağduru yakınını savunamamaktadır. PKK ve radikal sol örgütler tarafından binlerce örgüt infazları yapılmış olmasına rağmen son 40 yılda bu ailelerden bir teki öldürülmüş çocuğunu savunamadı. Bu alanda durum bu iken, 2019’un Ağustos ayının son haftasında Hacire Akar adında bir Kürt anası dağa gönderilmek üzere olan oğlu Mehmet Akar’ı örgütün elinden almak için Diyarbakır HDP İl Başkanlığı binasının önünde oturma eylemine başladı. İlk duyduğumda inanamamıştım. “Diyarbakır gibi bir yerde bu ne cesaret!” dediğimi hatırlıyorum. Bu konularda yazan biri olarak ezberimin bozulduğunu itiraf etmem gerekiyor. Hacire Akar üç günlük oturma eyleminden sonra oğluna kavuştu. Bunu duyan, çocuğu örgüt tarafından dağa çıkarılmış başka aileler 3 Eylül 2019 tarihinden itibaren HDP önünde oturma eylemine başladı. İlk haftada beş aile, bir ayın sonunda 40 aile, altı ayın sonunda 105 aile, bir yılın sonunda ise 160 aile eyleme katıldı, bunlardan 18 aile evladına kavuştu. HDP’nin ilk tepkisi ise bu ailelerin sesine kulak vermek yerine il binasının kepengini kapatmak oldu. Sonraki günlerde ise bu kez, “Bu aileleri devlet gönderiyor kapımıza…” açıklamasını yapmaya başladılar. 1990’lı yılları bilen biri olarak HDP’nin bu tepkisi bende bir şeyleri hatırlattı. 1995’te Cumartesi Anneleri ilk oturma eylemi yaptığı dönemde hükûmetten bazı yetkililerin tepkisi de aynen şöyle olmuştu: “Bu aileleri o meydana örgüt gönderiyor.”  HDP’nin bu tepkisi o günlerde bana şu cümleyi kurdurmuştu: “Sırası gelen nasıl da zalim oluyor.” 30 yıl önce devletin kendilerine kurduğu cümleyi bu defa onlar çocukları dağa çıkarılmış yoksul Kürt analarına karşı kuruyorlardı. HDP başka konuları olduğu gibi Diyarbakır Anneleri sürecini de iyi yönetemedi. Anaların çığlığına kulak verip empati yapacakları yerde, polisiye açıklamalarla bu annelerin eylemini itibarsızlaştırmayı tercih ettiler. 

 

Anaların acılarını yarıştırmadan paylaşmak gerekir

 

Diyarbakır Anneleri dağa çıkarılmış çocuklar için HDP önünde oturmaya başladıklarında, Cumartesi Anneleri’nin bu annelerle empati yapması gerektiğini beklerdim, ama beklemedim. Çünkü zaman içinde bu ailelerin HDP ve çevresine angaje olduklarını, bunun için de HDP’ye rağmen bağımsız bir tavır geliştiremeyeceklerini biliyordum. Sonrasında ise yanılmadığımı anlamış oldum. Ben bu satırları yazarken takvime baktığımda, Diyarbakır Anneleri oturma eylemlerine başlayalı bir yıldan fazla olmuştu. Bu zaman zarfında Cumartesi Anneleri bu ailelerle dayanışma içine girmedi. Onlar da HDP gibi Diyarbakır’daki annelerin devletin anneleri olduğu inancıyla uzak durmayı tercih etti. Tersinden benzer şey Diyarbakır anneleri için söylenebilir. Bu anneler de Cumartesi Anneleri’ni anmadı. Bu anneleri biraz daha yakından incelediğimde gördüm ki aslında bu anneler aynı mahallelerde oturuyorlar ve benzer mağduriyetler yaşıyorlar. Acıları ortak olmasına rağmen eylemlerini ortaklaştıramadılar. Bu anlamıyla bu aileler özelinde görünen şey, bu gibi konularda yüzleşmekten ne kadar uzak olduğumuzdur. 

 

Cumartesi Anneleri girişiminin örgütün etkisinde olması, bu kayıp ailelerinin girişimini haksız kılmaz. Çok haklı bir talepleri var; devletten bir mezar yeri istiyorlar onların sesine ilgisiz kalınamaz. Benzer şey Diyarbakır Anneleri için de söylenebilir. Bu ailelerin girişimini devlet destekliyor diye görmemezlikten gelinemez. Bu anneler de örgüt tarafından dağa çıkarılmış, birçoğu küçük yaştaki çocuklarını sağ istiyorlar. 15 yaşlarındaki çocukların dağa çıkarılması, savaştırılması bir insanlık suçudur. Bu yaştaki çocuklar akşam gün karardığında ebeveynlerinden izinsiz çarşıya çıkamazken, ailelerinden habersiz dağa çıkarılmaları onlara uygulanmış şiddettir. Bu ailelerin dağa çıkarılmış çocuklarını örgütten isteme hakları vardır. Bu hak, analık babalık hakkıdır ve çok değerlidir. İşte buna benzer gerekçelerden dolayı ilk günden itibaren bu ailelerin eylemini siyasi hesaplardan uzak durarak destekledim; tıpkı Cumartesi Anneleri’ni desteklediğim gibi. Bu iki acılı anne grubunun girişimi bir şeyi bize çok net biçimde gösterdi: Bu ülkede kimse geçmişten henüz ders çıkarmamış. Bu yüzden de geçmişle yüzleşmenin henüz bir yerinde değiliz.

 


 

 

 

 

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...