31 Mayıs 2021 Pazartesi

Sartre modeli Aydın muhalifliği sorgulamak


 

Ülkenin sol aydını, yazarı ve entelektüelleri Soğuk Savaş döneminden kalma tanımları ve düşünme biçimlerini terk etmedi. Bugün bile sol mahallenin kendisine örnek almak istediği aydın yazarlara bakalım, bu tezim daha bir güçlenecektir. Sol mahallenin dünya deneyimlerinden model aldığı kişilikler kimlerdir? Hiç kuşkusuz Jean Paul Sartre bir yazar, düşün insanı olarak başta gelir. Sartre üzerinde durmak iyi olabilir. İyi olabilir çünkü bu ülkede sol aydın yazarın olmak istediği model kişidir. Mesela “Sartre, Fransa’dır.” sözünü çok kullanırlar. Yine Fransa’nın Cezayir sömürgeciliğini eleştiren tavrı çok olumlu bulunur. Bence de Sartre’nin, ülkesi Fransa’ya karşı Cezayir halkının yanında olması o dönem takdire değer bir tutumdur. Sartre kendi alanında özgün felsefi bir düşünür olduğu kadar politik bir insandı aynı zamanda. Bazı siyasi konularda tavrını genellikle egemen devletlere/iktidarlara karşı koymuştur. Devletlerin karşısında çoğunlukla muhalif ve mağdurların yanında olmak istemiştir. Hele bir de bu muhalifler sosyalistse daha bir yakın oldu bu çevrelere. Sartre’daki bu sol savunuculuğu bazı durumlarda onu tavırsızlığa itmiştir. Mesela Stalin döneminde iç temizlik sırasında ve Gulag toplama kamplarında yapılan kıyımlar üzerine bir şeyler okuyamıyoruz kendisinden. Yazar Roger Pol Drot’un yazdığına göre, Sartre Gulag sosyalizmine olan yaklaşımından dolayı  Merleau-Ponty ile birlikte çıkardıkları Les Temps Modernes dergisinden ayrılıyor. Bu ayrılışın Sartre’nin  Sovyet sosyalizmine yakın siyasi pozisyon aldığından kaynaklı olduğunu anlıyoruz. Benzer bir şey Küba Devrimine ilişkin yaklaşımları için söylenebilir. 1959’da Küba’da devrim oldu. Devrim sonrası eşi Simone de Beauvoir ile birlikte Küba’ya giden ilk yazar, düşün insanlarındandı. Onlar Küba’da bulundukları sırada Ernesto Che Guevara devrimin baş savcısı görevindeydi ve yazılanlara bakılırsa eski rejimin yöneticilerinden 550 kişinin idamını istemiş ve bu idamlar onaylanmıştı. Yine eski rejimden insanların önemli bir kısmı Küba’dan ya kaçıyorlardı ya da onları devrim yapmış parti gönderiyordu. Birçok konuda eleştirel olan Sartre’nin, Küba izlenimlerinde bu konulara dair eleştirel bir tutum göstermediğini anlıyoruz. Stalin rejiminin Gulag toplama kamplarına dair eleştirel olmayan, Che Guevara’nın idamlarına sessiz kalan bir Sartre tabi ki Türkiye sol mahallesi tarafından model alınacaktır. Bir an Sartre’nin Stalin karşıtı olduğunu, Küba devriminde Che Guevara ve Fidel Castro’nun eski rejimin yöneticilerine yaptıklarını eleştirdiğini düşünelim. Aynı Sartre yine de model alınır mıydı? Sanmıyorum. Hatırlatmam gerekiyor, bu ülkede Soljenitsin’in “Gulag Takım Adaları” kitabını çeviren, yayınlayan sağ görüşlü bir yayınevi oldu. Hâlen daha sol mahalleden bir yayınevi cesaret edip bu kitabı yayınlayamamaktadır.

 

Bu ülkede sanat ve edebiyat  Soğuk Savaş döneminden kalma sol akıl alışkanlığının etkisi altındadır. Bu Soğuk Savaş dönemi etkisi entelektüel alanı esir almıştır. Bazı konuları bu mahallelerle tartışamaz, konuşamazsınız. Che Guevara’yı öven yüzlerce kitabın çevirisi yayınlanmışken, bir tek Che Guevara eleştirisi çeviri kitabı sol yayınevleri tarafından çevrilmemiştir. Buna benzer nedenlerden ötürü bu ülkede aydın yazarlar Sartre, devrimciler de Che Guevara olmak isterler. Olamasalar bile bu modellerin takipçileri, sürdürücüleri olarak kalma arzusundadırlar. Uzun dönem ben de bu konulara anlam verememiştim. Muhalif ve mağdurlara bunca açılan kredinin sebebi nedir? Devletin mağduru olmak, mağdura otomatikman bir haklılık payesi verebilir mi? Bence vermemelidir. Devlet mahallesinde mağdur olanların, kendi mahallelerinde zalim olması yeni bir şey değildir. Dün başka ülkelerde başkalarına tanınan bu mağduriyet kredisi, bugün bizde PKK ve radikal sol örgütlere tanınıyor. Bu örgütlerin bir mağduriyet mücadelesi verdiğine inananlar, amasız fakatsız destekliyorlar bu örgütleri. Bu mağdur olana tanınan kredili bakış açısı, sol mahallenin tüm ilişkilerine yansıyabiliyor.

 

Bugün Kürt dağındaki 40 yıllık çatışmalı sürece ilişkin devletin uygulamalarını eleştiren tüm edebiyat ve sanat çalışmaları sol mahallede değer görüp baş tacı edilirken, PKK ve sol örgütlerin benzer uygulamalarını eleştiren bir edebiyat çevresi göremiyoruz. Bu konuda yazanlar sol mahallelerden dışlanıyor ve katı bir sansüre maruz kalabiliyor. Devlet mağduru bir yazar olduğunuzda, bir de hapishanelere atıldığınızda, bütün uluslararası kuruluşlar ve örgütler anında sizinle dayanışma içine girebiliyor. Son yıllarda çok bariz biçimde anlaşıldı bu durum. Hükûmet karşıtı olmanız Avrupalı sivil kurumlardan hatta hükûmetlerden ödüller almanıza yetiyor. Kimsenin ne yazdığına, ne düşündüğüne ve eserine bakılmaksızın bu ödüller veriliyor. Burada kıstas alınan şey sanat ve edebiyat değildir; hükûmet karşıtı olmanız ve hapiste olmanız yeterli görülebiliyor. Böylesi bir durumda muhalif yazar sırf hükûmete muhalif olduğu için Avrupalı kurumlar tarafından ödüllendiriliyor. Buna mukabil aynı Avrupalı ödül kurumlarının PKK şiddetini eleştiren yazar-gazetecilere ödül verdiğine henüz tanık olmadık.

 

Özetleyecek olursam, bu ülkede sanat ve edebiyat Soğuk Savaş döneminden kalma sol  tahakkümün altındadır. Bu sol tahakkümün savunucuları yaşları ilerlemiş ihtiyarlardan oluşuyor. Bu ihtiyarlar sol siyasette olduğu gibi, sanat ve edebiyat alanında da gerçeği karartıyorlar. Şu kısık sesimle onlara, Sartre ve Che Guevara’nın 70 yıl öncesine ait bir dünyanın insanları olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Avrupa sol mahalleleri kendi ülkelerinde bu radikalizmi kapattılar. Ama ne hikmetse bizdeki radikalleri seviyorlar. Eğer bu çevreler müsaade ederlerse, tarihin ve zamanın dışına düşmüş, Soğuk Savaş dönemi sol radikalizmini biz de kapatmak istiyoruz.

 

 

 


21 Mayıs 2021 Cuma

Cumartesi Anneleri ve Diyarbakır Anneleri

 


 

                                                                “Her kayıp Annesinin içinde

                                                                   üstü örtülmemiş bir mezar vardır.” 

 

Türkiye’de 1990’lı yıllarda yoğunlaşan gözaltında kaybetmeler yeni bir arayışın başlangıcı oldu. 1995 yılında devlet yetkililerinin ve ana akım medyanın sessizliği karşısında kayıplarının akıbetini arayanlar seslerini duyurmak için Taksim'de bulunan Galatasaray Meydanı önünde sessiz oturma eylemi başlattı. Latin Amerika ülkelerindeki (Arjantin örneğinde) Las Madres de Plaza de Mayo annelerinin deneyimi olmak üzere, annelerden ilham alan kayıp yakınları, “Cumartesi Anneleri” bütün müdahalelere rağmen yakınlarını aramaktan vazgeçmedi. Tam 25 yıldır, 1995 Mayıs’ından beri devletin güvenlik güçleri tarafından kaybedilmiş insanların akıbetini öğrenmek için kayıp yakınları her cumartesi öğle saatlerinde İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturuyorlar. Bana sorarsanız bu, yakın tarihin en haklı sivil ve masum girişimlerinden biridir. Ne yazık ki bu haklı girişimin 25 yılda amacına ulaşamadığı görüldü. Latin Amerika ülkelerinde bu türden girişimler önemli ölçüde amacına ulaşabilmişti. Demek ki bir eylem türü her ülkede benzer sonuç vermeyebiliyor. Bu geçen 25 yılda çocuklarını kaybeden anne ve babaların çoğu yaşlılıktan öldü. Her hafta toplanılan meydan ise zamanla ağlama duvarı işlevi gören bir yere dönüştü. Aileler de kayıplarının sağ gelmeyeceğini artık biliyor. O yüzden de kaybedilmiş yakınlarının mezarlarını devletten istiyorlar. Nitekim oturma eyleminin 700. haftasında ailelerden bazıları devlete seslendi. 1990’lı yıllarda kardeşleri Ali ve Mehmet Tekdağ’ın faili meçhul cinayete kurban gittiğini belirten İffet Tekdağ, “Yıllardır kemiklerini arıyoruz ama bulamıyoruz. Nerede olduklarını bilsek, oraya gidip mezarlarında bir dua okuruz. Ölünceye kadar da mücadelemi sürdüreceğim.” dedi. Hazro ilçesinde 1997 yılında gözaltına alınıp kaybedilen İbrahim Gündem’in ablası Feride Mafna da, “Kayıplarımızın bir mezarı olsun ve bayramda onların mezarını ziyaret edelim. Cenazeleri nerede ise çıkarsınlar.” diye konuştu. Bu kayıp yakını aileleri meydanda ne zaman görsem içim burkuluyor.Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır.25 yıl gibi bir zaman dilimi uzun bir süre. Artık bu saatten sonra kayıplar sorunu bu ülkede devletin geçmişiyle yüzleşmesi sorunudur.

 

Bir eylem biçimi haklı da olsa her ülkede aynı sonucu doğurmuyor. Latin Amerika’da 10 yılda sonuç alanlar Türkiye’de ne yazık ki 25 yılda alamadı. Peki, gelinen aşamada bu aileler ne yapmalı? Bunca yılda bir yol alınamadı. Devletin tutumu ise ortada: çatışmalı bir dönemde bu gibi girişimleri görmek, duymak istemiyor. 2011-2013 arası dönemde bu konuda iyi bir ortam oluşmuştu. Dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan Cumartesi Anneleri’ni makamında kabul etmiş, dertlerini dinlemişti. Bu kabul o güne kadar devletin bu konuda attığı en olumlu adımdı. Çözüm süreci sekteye uğrayınca, sonrasında bir gelişme olmadı.

 

Kayıplar meselesi artık geçmişle yüzleşme sorunudur

 

Bu ülkede “faili meçhul kayıplar” sorunu artık bir geçmişle yüzleşme sorunu olarak ele alınmalıdır. Devlet geçmişiyle yüzleşme kıvamına gelmedikçe, bu türden eylemlerin gündelik hayatta bir karşılığının olacağını düşünmemek lazım. Geçmişle yüzleşme meselesi ise çok boyutlu ve geniş bir meseledir. 1990’lı yıllardaki kayıplar da bunlardan biri olabilir ancak. Bu saatten sonra kayıp yakınları gerçekten yakınlarının hesabını sormak istiyorlarsa bunu tekil biçimde kayıpları aramak, sormak biçiminde değil de devletin geçmişle yüzleşmesi için verilecek meşru demokratik sivil mücadelenin içinde kalarak yapmalıdır. Bir toplum, bir ülke ancak şu durumlarda geçmişle yüzleşme çabası içine girebilir. Eğer bir ülkede çatışmalar sürüyorsa, o çatışmanın sonlandırılması için uğraşılmalıdır; çünkü çatışmalar devam ettikçe geçmişin hesabını sormak mümkün olmaz. Tıpkı şimdi olmadığı gibi… Bir ülkede çatışmalar durduğunda, geçmişte yapılan kötü uygulamalar yüzleşme konusu yapılabilir.

 

Görüldüğü gibi Türkiye, PKK ile içeride ve dışarıda çatışmalı bir süreç yaşıyor ve bu süreç 40 yıldır devam ediyor. Bu çatışma içinde devletin “faili meçhuller”le ilgileneceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor. Eğer kayıp yakınları gerçekten devletten bir yüzleşme bekliyorlarsa, çatışmasızlığı savunmalıdırlar. Devlete “Operasyonları durdurun” diyebildikleri gibi, örgüte de “Eylemlerinize son verin” diyebilmelidirler. Gelinen aşamada İnsan Hakları Derneği (İHD) açısından sahicilik ve hakkaniyet sorunu da yaşanıyor. Devlet mağduru ailelerin kayıplarına sahip çıkarken, örgüt mağduru ailelerin kayıplarını görmezden geldiği için sahiciliğini tartışma konusu yapıyor. Bir yandan devletin mağdurlarının çetelesini tutarken, diğer yandan örgüt mağdurlarına ilgisiz kalması birer ayrımcılıktır ve insan hakları ihlalidir. Buna benzer nedenlerden ötürü İHD’nin bu türden girişimleri geniş kesimler tarafından kabul görmüyor. 

 

“Diyarbakır Anneleri” ezber bozdu

 

Yaklaşık 20 yıldır PKK ve radikal sol örgüt mağdurlarını yazılarıma ve kitaplarıma konu ediyorum. Bu zaman diliminde edindiğim izlenim ve deneyim şu olmuştu. Devlet mağduru olduğunuzda bu ülkede sahipleneniz savunanız çok olmasına rağmen, örgüt mağdurlarını pek kimseler savunmuyor. Özellikle sol ve HDP Kürt mahallesinde örgüt mağduru olmanın hiçbir getirisi olmadığı gibi, “hain” damgasıyla etiketleniyorsunuz. Geçmişten bugüne son 40 yılda devlet mağdurları kayıp yakınlarına her ortamda sahip çıkıp savunabilmelerine rağmen, örgüt mağduru bir tek aile çıkıp da hiçbir platformda örgüt mağduru yakınını savunamamaktadır. PKK ve radikal sol örgütler tarafından binlerce örgüt infazları yapılmış olmasına rağmen son 40 yılda bu ailelerden bir teki öldürülmüş çocuğunu savunamadı. Bu alanda durum bu iken, 2019’un Ağustos ayının son haftasında Hacire Akar adında bir Kürt anası dağa gönderilmek üzere olan oğlu Mehmet Akar’ı örgütün elinden almak için Diyarbakır HDP İl Başkanlığı binasının önünde oturma eylemine başladı. İlk duyduğumda inanamamıştım. “Diyarbakır gibi bir yerde bu ne cesaret!” dediğimi hatırlıyorum. Bu konularda yazan biri olarak ezberimin bozulduğunu itiraf etmem gerekiyor. Hacire Akar üç günlük oturma eyleminden sonra oğluna kavuştu. Bunu duyan, çocuğu örgüt tarafından dağa çıkarılmış başka aileler 3 Eylül 2019 tarihinden itibaren HDP önünde oturma eylemine başladı. İlk haftada beş aile, bir ayın sonunda 40 aile, altı ayın sonunda 105 aile, bir yılın sonunda ise 160 aile eyleme katıldı, bunlardan 18 aile evladına kavuştu. HDP’nin ilk tepkisi ise bu ailelerin sesine kulak vermek yerine il binasının kepengini kapatmak oldu. Sonraki günlerde ise bu kez, “Bu aileleri devlet gönderiyor kapımıza…” açıklamasını yapmaya başladılar. 1990’lı yılları bilen biri olarak HDP’nin bu tepkisi bende bir şeyleri hatırlattı. 1995’te Cumartesi Anneleri ilk oturma eylemi yaptığı dönemde hükûmetten bazı yetkililerin tepkisi de aynen şöyle olmuştu: “Bu aileleri o meydana örgüt gönderiyor.”  HDP’nin bu tepkisi o günlerde bana şu cümleyi kurdurmuştu: “Sırası gelen nasıl da zalim oluyor.” 30 yıl önce devletin kendilerine kurduğu cümleyi bu defa onlar çocukları dağa çıkarılmış yoksul Kürt analarına karşı kuruyorlardı. HDP başka konuları olduğu gibi Diyarbakır Anneleri sürecini de iyi yönetemedi. Anaların çığlığına kulak verip empati yapacakları yerde, polisiye açıklamalarla bu annelerin eylemini itibarsızlaştırmayı tercih ettiler. 

 

Anaların acılarını yarıştırmadan paylaşmak gerekir

 

Diyarbakır Anneleri dağa çıkarılmış çocuklar için HDP önünde oturmaya başladıklarında, Cumartesi Anneleri’nin bu annelerle empati yapması gerektiğini beklerdim, ama beklemedim. Çünkü zaman içinde bu ailelerin HDP ve çevresine angaje olduklarını, bunun için de HDP’ye rağmen bağımsız bir tavır geliştiremeyeceklerini biliyordum. Sonrasında ise yanılmadığımı anlamış oldum. Ben bu satırları yazarken takvime baktığımda, Diyarbakır Anneleri oturma eylemlerine başlayalı bir yıldan fazla olmuştu. Bu zaman zarfında Cumartesi Anneleri bu ailelerle dayanışma içine girmedi. Onlar da HDP gibi Diyarbakır’daki annelerin devletin anneleri olduğu inancıyla uzak durmayı tercih etti. Tersinden benzer şey Diyarbakır anneleri için söylenebilir. Bu anneler de Cumartesi Anneleri’ni anmadı. Bu anneleri biraz daha yakından incelediğimde gördüm ki aslında bu anneler aynı mahallelerde oturuyorlar ve benzer mağduriyetler yaşıyorlar. Acıları ortak olmasına rağmen eylemlerini ortaklaştıramadılar. Bu anlamıyla bu aileler özelinde görünen şey, bu gibi konularda yüzleşmekten ne kadar uzak olduğumuzdur. 

 

Cumartesi Anneleri girişiminin örgütün etkisinde olması, bu kayıp ailelerinin girişimini haksız kılmaz. Çok haklı bir talepleri var; devletten bir mezar yeri istiyorlar onların sesine ilgisiz kalınamaz. Benzer şey Diyarbakır Anneleri için de söylenebilir. Bu ailelerin girişimini devlet destekliyor diye görmemezlikten gelinemez. Bu anneler de örgüt tarafından dağa çıkarılmış, birçoğu küçük yaştaki çocuklarını sağ istiyorlar. 15 yaşlarındaki çocukların dağa çıkarılması, savaştırılması bir insanlık suçudur. Bu yaştaki çocuklar akşam gün karardığında ebeveynlerinden izinsiz çarşıya çıkamazken, ailelerinden habersiz dağa çıkarılmaları onlara uygulanmış şiddettir. Bu ailelerin dağa çıkarılmış çocuklarını örgütten isteme hakları vardır. Bu hak, analık babalık hakkıdır ve çok değerlidir. İşte buna benzer gerekçelerden dolayı ilk günden itibaren bu ailelerin eylemini siyasi hesaplardan uzak durarak destekledim; tıpkı Cumartesi Anneleri’ni desteklediğim gibi. Bu iki acılı anne grubunun girişimi bir şeyi bize çok net biçimde gösterdi: Bu ülkede kimse geçmişten henüz ders çıkarmamış. Bu yüzden de geçmişle yüzleşmenin henüz bir yerinde değiliz.

 


 

 

 

 

10 Mayıs 2021 Pazartesi

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Kürt sorunu bu ülkede neden çözülemiyor? Bu sorunun en açık cevabı kanımca şudur: T. C. devleti hükûmetleri sahici anlamda çözüm istemiyor! Bazen derler ya 12 Eylül bu topluma giydirilmiş bir deli gömleğidir. Bence bu gömlek 12 Eylül’de değil, 1923′te giydirildi (Cumhuriyetin tekçi anlayış üzerine inşa edilmesi, Kürtlerin varlığını inkâr etmesi, asimile yöntemine başvurması çok yanlış şeylerdi). 12 Eylül 1980′de bu inkâr ve asimile çalışmalarına güncelleme yapıldı. Tekçi cumhuriyetin yanlışlarını burada bir bir saymayayım ama demokratik değerlerden yoksun kurulmuş, yanlış geliştirilmiş bir cumhuriyettir. Sorunun çözümü de bu tekçilik üzerine kurulmuş, tek kolonlu bir cumhuriyetten çıkmakla mümkün olacaktır. Yeni bir anayasa Kürtlerin inkârı üzerine inşa edilmiş, tekçi zihniyetten arınarak yapılmalıdır. Bununla birlikte T.C. devleti hükûmetleri başta 1915 olmak üzere, Dersim (1938)’le, 6-7 Eylül linçleriyle, Maraş (1978)’la, Sivas Madımak (1993)’la ve tabi ki 1990’lı yıllarla yüzleşerek yeni bir başlangıç yapabilirler. İki yüz yıldır devam eden bir sorunu beş on yılda çözüme kavuşturmak kolay olmayacaktır. Hadi Osmanlı dönemini bir yana bırakalım,  yüz yıldır cumhuriyet hükûmetlerinin çözemediği, çözmek istemediği bir sorundur bugünkü sorun. Bazıları yıllardır Kürtlere özerklik istiyor, başka çözüm modelleri önerenler var. Aslında iki yüzyıldır devam ettirilen sorunun çözümü o kadar da karmaşık, zor bir şey değildir. Çözüm öncelik olarak özgürlüktedir. İçinde özgürlüğün olmadığı hiçbir proje Kürt sorununun çözümü olamaz. İçinde özgürlük olan her türlü modelle de çözülebilir bir sorundur Kürt sorunu. Dünyada nüfusu bir milyon olan devletler varken, Orta Doğu’da 25-30 milyon nüfuslu Kürtlerin bir devleti henüz yok. Güney’de Barzani yönetimi bağımsızlığını ilan etmek istediğinde neredeyse tüm dünya karşı çıktı. Dünyanın Kürtlere yapmış olduğu büyük bir haksızlıktır bu. Türkiye’deki hükûmetler Kürt sorununa güvenlikçi politikalar açısından yaklaştıkları için çözüm projeleri de üretememişlerdir. Son 30 yıla baktığımızda şöyle bir yaşanmışlığa tanık oluyoruz. PKK eylemlerinden sonra 1990’ların başından itibaren hükûmet olanlar, önce “Kürt realitesini tanıyoruz.” demişler, aynı hükûmetin ilgili siyasileri bir süre sonra “Kürt sorunu yoktur” ayarına geri dönmüşlerdir. Bu eski devlet ayarlarına dönme en son AKP hükûmetleri döneminde yaşandı. 2013’te Çözüm Sürecinin sekteye uğratılması, ardından hendeklerin kazılması, Rojava’daki gelişmeler ve en son FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olumlu giden bu süreci tamamen başka mecralara soktu. Sonuçta AK Parti hükûmetinin de geldiği yer, “Kürt sorunu yoktur.” oldu. AK Parti Hükûmeti, MHP ile kurduğu ittifak sonucunda ilk kurulduğunda savunduğu siyasetlerden uzaklaştı. İktidarının devam etmesi adına geçmişte eleştirdikleri şeyleri yapmaya başladı. 

 

1990’larla yüzleşmek

 

Devletin 1990’lardaki suç karnesi bayağı kabarık gözüküyor. Başta faili meçhul cinayetler olmak üzere, köy boşaltmalar sonucu insanların evinden, yerinden edilmesi ilk akla gelenler… Faili meçhul cinayetlerde siyasetçi, gazeteci ve yazarların da olması bu dönemin ne derece karanlık bir dönem olduğunu gösteriyor. Çetin Emeç (1990), Turan Dursun (1990), Muammer Aksoy (1990), Bahriye Üçok (1990), Musa Anter (1992), Uğur Mumcu (1993), Ahmet Taner Kışlalı (1999) vd. Bu cinayetlerin ortak noktası, faili meçhul olarak anılmalarıdır. Yıllar geçmesine rağmen faillerinin bulunamamış olması, bulunsa bile mahkemelerdeki cezasızlık durumu bu cinayetlerin siyasi cinayetler olduğunu gösteriyor. Belli ki bu cinayetlerin failleri dönemin hükûmetleri tarafından kollanmışlardır. Son 30 yılda bu cinayetler çok konuşulup tartışılmasına rağmen failler bulunamadı ve bu cinayetlerle de yüzleşilemedi. Bunun yanında silahlı solun ve PKK’nin sivillere yönelik cinayetleri konuşulmadı bile. Bu konuşulmayan ve yüzleşilmeyen konuda da durumlar hiç iç açıcı değil. 1990’lı yıllarda PKK ve radikal sol örgütlerin sivillere yönelik saldırıları korkunç boyutlarda olmuştur. Ölüm listelerini incelediğimizde şöyle bir gerçekle karşılaştım. Sivilleri en çok öldürdükleri yıllar, bu örgütlerin eylem yapabilme kabiliyetleri bakımından en güçlü oldukları yıllardır. Mesela PKK’nin sivillere yönelik en saldırgan olduğu yıllar, silahlı saldırıya başladığı ilk yıllar olmuştur (1984-1994 arasındaki durum bunu doğruluyor). Sol örgütlerin cinayetlerinde de benzer bir durum var. Özellikle TİKKO ve Dev-Sol/DHKP-C’nin 1991-1994 yıllarında yapmış oldukları saldırıların büyük çoğunluğunun korumasız sivillere yönelik olduğunu ulaşabildiğimiz bilgilerden öğreniyoruz. 

 

 

Araştırabildiğim kadarıyla 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerinde durum şöyledir: Bu konuya ilişkin konuşup yazanlar genellikle devletin 17 bin faili meçhulünden bahs ederler. Gazeteci Mehmet Hatman da bu konuyu iş edinip 1990-2000 yılları arasında 10 yıllık bir araştırma yaptı. Tüm Kürt kurumları ve Diyarbakır Barosu’nun yardımıyla yapılan çalışmanın sonucunda ulaşılan sayı 4653 faili meçhul. Mehmet Hatman ve ekibi 10 yıllık araştırmalarının sonucunda bir faili meçhul belgesel filmi yapar. Belgeselin adı: 4653.

 

Örgüt içi ve sivil infazlar konusunda kapsamlı çalışma yapan bir kurum henüz yok. Bazı baro ve İnsan hakları örgütünde ‘Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’na rastlamak mümkündür. Bu ülkede örgüt cinayetlerini araştıran bir kurum ise henüz yok. İmralı’da Abdullah Öcalan’ın 15 bin örgüt içi infazdan bahsettiği söylenip yazıldı. İllegal örgütlerde bu infazlar gizli yapıldığı için bir kaydı tutulmuyor. Bu anlamıyla da hiçbir zaman bu sayının tam olarak ne olduğunu bilmemiz mümkün olmayacaktır.

 

Türkiye’de devlet mağduru olmak, sol ve Kürt mahallesinde kıymetlendirilen bir şeydir. Ama PKK ve radikal sol örgütler tarafından mağdur edilmişliğin pek kıymeti yoktur; kıymeti olmadığı gibi birçok bakımdan dezavantajlı bir durumdur. Bu bakımdan sol mahallede ve Kürt mahallesinde kimse “hain” yakını olmak istemiyor. Son 40 yılda çatışmalı dönemin ortaya çıkardığı çok sıkıntılar oldu. Bu döneme ilişkin geçmişle yüzleşmek isteyenler özellikle sol mahalleden kişi ve örgütler sadece devletin ortaya çıkardığı mağduriyetlerle yüzleşmek istiyorlar. Dünya deneyimlerinde böyle bir yüzleşme deneyimi ne yazık ki yok. Bu ülkede de böyle tek taraflı bir yüzleşme olacağını sanmıyorum. Çünkü çatışmalı süreçlerde tek taraflı bir yüzleşme olmaz. Eğer devletin 1990’lardaki faili meçhulleriyle yüzleşme yapılacaksa, aynı dönemde PKK’nin ve diğer radikal sol örgütlerin binlerce örgüt infazlarıyla, sivillere yönelik cinayetleriyle de yüzleşmesi gerekir.

 

12 Eylül Darbesi döneminde Diyarbakır Hapishanesi’nde yapılan kötü deneyimle yüzleşmek isteyenlerin, 1990’lı yıllarda başta Bayrampaşa Hapishanesi olmak üzere 23 hapishanedeki PKK ve radikal sol örgütlerin kötü deneyimleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. Devletin mağdur ettiği Cumartesi Anneleri’nin mağduriyetiyle yüzleşmek isteyenlerin, çocukları PKK tarafından dağa çıkarılmış Diyarbakır Anneleri’nin mağduriyetleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. 1993’te gerçekleşen Sivas Madımak Katliamı’yla yüzleşmek isteyenlerin, aynı dönemde PKK’nin yaptığı Başbağlar Katliamı’yla da yüzleşmeleri gerekiyor. Roboski Katliamı ile yüzleşmek isteyenlerin, hendek çukurlarıyla da yüzleşmeleri gerekiyor.

 

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Bu ülkede son 40 yılla yüzleşmek isteyenler, genel olarak 1990’lar, özel olarak da 1994 üzerine yoğunlaşabilirler. Bazen kendi durumumun (yaşanmışlık deneyimi olarak)  bile 1994’ün ne olduğunu çarpıcı biçimde özetlediğini düşündüğüm oluyor. O yıl Kırklareli Hapishanesi’nde örgütten ayrılıp bağımsız koğuşunda olmama, polis sorgusunda ifade vermememe rağmen, çıkarıldığım İstanbul 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi bana 12 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Mahkemenin verdiği bu cezayı Yargıtay aynı yıl içinde onadı. Düşünebiliyor musunuz; hiçbir eylemde bulunmadım, kimselere bir zarar vermediğim hâlde örgüt üyeliğinden ceza aldım. Peki, şaşırdım mı? Hayır, şaşırmadım; daha da kötüsü olabilirdi. Mahkeme, örgüt yöneticiliğinden verse 17,5 yıl ceza alacaktım. İsterlerse ömür boyu hapis cezasına kadar çıkarabiliyorlardı. 1994’te bu gibi uygulamaların haddi hesabı yoktu. Benim durumumda olan bazı tanıdık arkadaşlarımın daha ağır cezalara çarptırıldığına tanık olduğum için o gün cezayı aldığımda ne diyeceğimi bilememiştim. Dün gibi hatırlıyorum, İstanbul’dan Kırklareli’ne hapishaneye döndüğümde kendimi yatağa atmış, 10 yıl sonra kalkacağım gibi uyumuştum.

 

1994 yılından, bu ülkede Kürtler vadisinde çatışmaların en yoğun olduğu bir zamandan bahs ediyorum. Her gün dağlarda çatışmalarda ölenleri duyan ailelerimiz, bizlerin hapishanede olmasına şükrediyorlardı. Dışarıda, sorgularda, faili meçhullerde kaybedilmek de vardı. 1994 yılı bu anlamıyla da korkunç bir yıldı. Faili meçhullerin en çok olduğu yıldı. İnsanlardan bazıları evlerinden bir gece, bazen de güpegündüz alınıyor ve bir daha evine dönemiyordu. Bölgede Kürt köylerinin en çok yakıldığı yıkıldığı yıl 1994’tü. İnsanlar en çok 1994’te köyünü bucağını bırakıp göç etmek zorunda kaldı. Behçet Cantürk ve Savaş Buldan gibi onlarca


Kürt iş insanı ve mafyasından insanlar, 1994’te faili meçhul biçimde öldürüldüler. O dönemin devletine hükümet olanlar, Kürt mafyasını tasfiye edip  yerine yerli milliyetçi Türk mafyasının önünü açtılar.  Çatışmalarda çocuklar en çok 1994’te öldürüldü. Yine çocuklar örgüt tarafından dağa en çok 1994’te çıkarıldı. Hapishanelerdeki ve dağlardaki örgüt infazları en fazla 1994’te yaşandı. Kürt şehirlerinde siviller ve öğretmenler en çok bu yılda öldürüldü. Dönemin DYP/SHP Koalisyon Hükûmeti en kapsamlı operasyonları dağlarda ve şehirlerde 1994’te yaptı. Her iki taraftan da insanlar çatışmalarda en çok 1994’te öldü. Birçok bakımdan 1994 yılı, benim günlüklerimin en iç acıtanıdır. Bu yüzden de 1994 yılında yazdığım günlüğümün sayfalarına en son bakabildim. İlk bakışta gördüklerim şunlar olmuştu: O yıl içinde bazı gazete manşetlerinden verilen haber başlıklarını not almışım. Bir de gazeteden birkaç resim kesip ajandamın arasına bırakmışım. Bu resimler dağda askerler tarafından başları kesilip gövdesinden ayrılan gerilla resimleriydi. “Savaşın geldiği yer” diye not düşmüşüm. Sonraki zamanlarda Abdullah Öcalan’ın bir çözümlemesinde okumuştum, gerillalar da birkaç yerde ölü askerlerin bedenine eziyet etmişler. İntikam duygularının en gelişkin olduğu yıldır 1994. Savaşanların karşılıklı intikam alma hırsı, sadece dışarıdaki düşmanlarına değil, bu acımasızlıkları kendi içlerine yönelik de geliştirdi. Örgütün bu hırsının içeride nelere yol açtığını kitaplarımda anlatmaya çalıştım. Devlet içinde de bu yıllarda altı rütbeli general ve subay faili meçhul biçimde öldürüdü. Kısacası, çatışmalar en çok bu yıllarda şiddetlendi ve sürdürüldü. 1990’lı yıllarla yüzleşmek, bütün bu çatışmalı süreçle yüzleşmek anlamına da gelecektir. Peki bu konularda geçmişle yüzleşmenin neresindeyiz? Hiçbir yerinde değiliz. Bugün AKP hükümetleri '90 lı yıllarla yüzleşmediği gibi geçmişte açılan davalar cezasızlıkla sonuçlanıyor ve kapatılmak isteniyor. Bugün de dün olduğu gibi geçmişle yüzleşilmediği gibi geleceğe yeni yüzleşilecek yaralar bırakılıyor. Bu yüzden de bu ülkede geçmiş hiç geçmiyor! Eğer bu ülke bir gün yüzleşme yapmaya karar verirse "1994" ten başlayabilir.

 

 

 

2 Mayıs 2021 Pazar

Yüzleşerek barışmak...

Yüzleşerek barışmak....

 

                                              Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor,

                                                                 yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok.

 

 

İnsanlığın J.J. Rousseau’ya olan sevgisi üç yüzyıldır sürüyor. Çünkü bu bilge insan günahlarını bir papaza değil, tüm insanlığa itiraf etmiştir. Sadece Rousseau değil, dünya edebiyatına damgasını vurmuş yazarların günümüzde halen okunuyor olmalarında bu sahici dokunaklı anlatıların çok önemli etkisi olmuştur. Sahici yüzleşmelerin ve anlatıların kendi dönemlerinde tepkiyle karşılaştıklarına da tanık oluyoruz. Ama bu eserlerin uzun sürede insanları etkileyen, dönüştüren bir etkisinin olduğunu da edebiyat tarihinden biliyoruz. Acı deneyimlerle yüzleşmenin kolay olmadığını biliyoruz, bu yüzden de çoğunlukla kendi kurban durumumuzla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için, nefretimizi başkalarına yöneltiyoruz. Kendimize itiraf edemediğimiz acı gerçekleri, bir başkası dillendirdiğinde de bu kez, nefret ederek bastırmak istiyoruz. İşte bunların hepsi yüzleşememe ve kendimize yeni bir hikaye bulamama korkusundan kaynaklanıyor. Geçmişiyle kişisel yüzleşme yapanların bizim gibi toplumlarda mahalleleri tarafından linçlere maruz kalması da işin bir başka boyutudur. Oysa kişisel yüzleşme deneyimlerinin çok kıymetli olduğunu dünya deneyimlerinden biliyoruz. Yakın tarihte Arjantin’in geçmişle yüzleşme deneyiminde anı kitap ve yazılı belgelerin önemli rol oynadığı biliniyor. Bellek Kültürü konularında araştırma yapan yazar Beatriz Sarlo, “Geçmiş Zaman” adlı kitabında, Tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı Arjantin deneyiminde geçmişle yüzleşme sürecinin çok daha sıkıntılı geçeceğini belirtiyor. Belli ki bizde de insanların yüzleşmekte zorlandığı yaraları var. Benim yazarlık deneyimimde bu yaralarla yüzleşmenin peşine düştüğümde, yarasını korumaya alanlarla yolum çok kesişti. Silahlı sol örgütler tarafından çocukları öldürülmüş ailelerin tepkileri böylesi tepkilerdi. Bu ailelerin mağdur edilmişliğini kitaplarıma konu ettiğimde, bana destek olacaklarını düşünmüştüm. Ama öyle olmadı, ailelerden çoğu rahatsız oldu. “Amacınız nedir, çocuğumuzu niye yazdınız?” gibi sorularla karşılaştım. (İşin tuhaf yanı ise bir benzer soruyu fail durumundaki örgütler soruyordu, “Bunları yazmakta amacınız nedir, kime hizmet ediyorsunuz?” diyorlardı.) Bu ailelerin bilinç altlarına yerleşmiş korkuları vardı. Örgütlerin kendilerine zarar verebileceğini düşünüyorlardı. “Başımıza bir iş gelsin istemiyoruz.” diyorlardı. Araştırmalarım sonucunda bazı yüzleşmemelerin birbirini beslediğini fark ettim. Bu ailelerin mağduriyetine yol açan fail durumundaki radikal sol örgütler, bu mağduriyetlere yol açmış geçmişleriyle yüzleşmeyince, mağdur aileler de kendi mağdurluk halleriyle yüzleşemiyorlar. Örgütlerin yüzleşmediği şey zalimlik olurken, mağdurların yüzleşemediği şey korkuları oluyor. Bu anlamıyla sol mahalle deneyiminde birbiriyle iç içe geçmiş yüzleşmemeler bulunuyor. Eğer biri yaparsa diğerinin yapması daha kolaylaşabilecek bir ertelenmiş geçmişle yüzleşememe haliyle karşı karşıyayız. Bu ertelenmiş hal, iyi olmamızı geciktiriyor. İyileşmek için yanlış kabuk bağlamış yaralarımızı kanatmamız gerekiyor. Sadece yaşadığımız, maruz kaldığımız deneyimler değil, daha öncekiler de var. Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor. Gelecek kuşakların bizlere aynı sitemi yapmaması için, yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok!


Daha iyi bir gelecek için


Yaklaşık 40 yıldır Türkiye’nin en yakıcı gündemi Kürt sorunudur. Bu sorunu yaratan şey, Türkiye’deki hükûmetlerin inkârcı ve asimilasyoncu yanlış politikalarıdır (Devletin bugün dahi Kürt sorununa ilişkin sahici bir çözüm projesi olduğu söylenemez). Bunu artık hemen herkes kabul ediyor ancak kabul edenlerin çoğunluğu başka bir sorunu görmek, kabul etmek istemiyor. Çatışmanın ya da savaşın diğer tarafını, yani PKK gerçeğini… Hemen savunmaya geçerek diyorlar ki: “PKK bir sonuçtur.” PKK’yi ortaya çıkaran nedenler elbette sorgulanmalı, eleştirilmelidir. Ama şunu da unutmamak gerekir ki dün sonuç olan PKK gerçekliği bugün kendi alanında bir neden olmuştur. Hiçbir kötü sonuç, şiddetten daha kötü olamaz. Hiçbir dava, şiddeti haklı kılmamalıdır.



Türkiye’nin demokratikleşmesi için şiddet eylemine gerek var mı, yok mu? Türkiye’de muhalif sol ve Kürtlerin önemli bir kısmı bu sorunu buradan tartışmak istemiyorlar. Bu yüzden de her defasında savaşın kendisini değil, sonuçlarını, yani mağduriyetleri konuşmak zorunda kalıyoruz. Maksim Gorki, Ana adlı o ünlü romanında “Devrim, anaların kalbinden geçer.” diyordu. Daha sonraki yıllarda Ekim Devrimi kendi çocuklarını yemeye başladığında, anaların kalbini kıran bir devrime dönüştü. Bugün de sol ve sosyalizm adına yola çıkan PKK gibi silahlı örgütlerin çoğu daha devrim yapamadan, dağlarda, hapishanelerde yoldaşlarını ve çocukları öldürdüler.


İyi bir gelecek beklentisi içinde olanların, öncelikle geçmişteki kötü deneyimlerle yüzleşmesi gerekir. Mesela Türkiye yüz yıllık geçmişiyle; 1915'le, 1938’deki Dersim Katliamıyla, 1942 de çıkarılan Varlık vergisiyle, 6-7 Eylül 1955 linçleriyle, 1978 Maraş’la, 1980 Çorum’la, 12 Eylül’le, 2 Temmuz 1993 Sivas’la, 5 Temmuz Başbağlar’la, faili meçhullerle, örgüt infazlarıyla, “Cumartesi Anneleri”yle, “Diyarbakır Anneleri”yle, dağdaki çocuk savaşçılarla ve 40 yıllık savaşla yüzleşmedi. Hepsi olduğu yerde duruyor. Eğer kalıcı bir iç barış istiyorsak tüm bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Daha iyi bir ülkede, daha iyi koşullarda yaşamak her insanın hakkı ve arzusu olmalıdır. Bunu isteyen her birey, grup, örgüt ya da devlet, sorunlu geçmişiyle yüzleşmek zorundadır. Yeni başlangıçlar için insan ve devlet kendilerini temize çekebilmelidir. Geçmişin kiri pasıyla temiz, aydınlık bir gelecek kurulamaz.


Geçmişiyle yüzleşen toplumların daha aydınlık olduklarını ve demokratikleşme alanında daha iyi yol aldıklarını görüyoruz. Geçmişi son derece sorunlu ve şaibeli olan ülkeler ise huzura kavuşamazlar. Söz konusu Türkiye olunca bu konularda geç kaldığımızı vurgulamam gerekir. Bugün Türkiye’nin sorunlarının ağırlığı önemli oranda sorunlu geçmişinin tutsağı olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de hâlâ geçmişteki hatayı kabul etmek zayıflık, taviz sayılıyor. 

Demokrat olduğunu söyleyen bir parti, bir örgüt, bir birey devlete göre değil, kendi ilkelerine göre davranır. Eğer geçmişinizde hata ve yanlışlar yaptığınızı düşünüyorsanız, o hataların ne olduğunu ilkesel bir biçimde söylemeniz gerekir. Hatalarınızla, yanlış uygulamalarınızla yüzleşme ciddiyeti bunu gerektirir. Geçmişle yüzleşmek çok ciddi bir tutarlılık gerektirir; yüzleştiğiniz, kabul ettiğiniz hatayı bir daha yapmamanız gerekir.

Bir örgüt, parti ya da iktidar, geçmişiyle niçin yüzleşmez? Çünkü benzer şeyleri yapmayacağının garantisini veremez de ondan. Bugün Türkiye siyasetinde ne iktidar ne de muhalefet partileri geçmişle yüzleşmenin hiçbir yerinde değildirler. Geçmişle yüzleşmeme tutumu hepsini siyaseten aynılaştırıyor. Buradan bakıldığında ise gördüğüm şey sorunlu geçmişi tarafından esir alınmış bir ülke/toplum görüyorum.


Unutmamamız gereken şey şu sanırım, geçmişiyle yüzleşmemiş bir vicdan vicdansızlık yapmaya devam edecektir. Ne zaman geleceğe dair hayal kurmak istesem hemen geçmişe bakıyorum, geçmişiyle yüzleşmemiş bir toplum ve devleti görünce hayalimin çıtasını hemen aşağılara çekiyorum. Yoksa ki ben de biliyorum kardan kadın yapmasını, ama karşıdan güneş vurduğunda erisin istemiyorum. 

 

 

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...