10 Ocak 2023 Salı

“Türkçe edebiyat” mı, “Türk edebiyatı” mı?





 

Arada bir rastlıyorum bu iki başlık üzerinden kavga edenlere… Araya girmek istemezdim. Ama madem ben de “Türkçe edebiyat” diyorum, o halde neden bu ifadeyi kullandığımı anlatayım. Yazdıklarımı “Türk edebiyatı” başlığı altında anmıyorum. Çünkü bu kavram derdimi tam açıklamıyor. Birincisi Türk değilim, Türkiyeli bir Kürdüm. Ama severek isteyerek Türkçe yazıyorum, iyi ki yazıyorum. Benim durumumda binlerce yazar meslektaşımın durumu da buna benzerdir. Biz “Türkçe edebiyat” dedikçe, bazıları hemen araya giriyor. “Fransızca edebiyat yok, Fransız edebiyatı var, Almanca edebiyat yok, Alman edebiyatı” var diyerek. Bizlerin yanlış yaptığını, “yerli ve milli” olmadığımızı söylüyorlar. 

 

Başka ülkeler kimseye bir şey dayatmadığı için olabilir mi? Avrupa’nın bazı ülkelerinde üç resmi dil var, İsviçre ve Belçika da mesela. Fransa ve Almanya’da hiçbir dil yasak değildir. Tüm diller Anayasal güvence altına alınmışlardır. Böyle olduğu için de o ülkelerin yazarları daha özgür olurlar. Çünkü Anadilleri yasal güvenceler altındadır. Sanatçılar hangi dilde şarkılarını söylerse söylesin konserleri yasaklanmıyor. Çocuklar Anadilinde eğitimlerini alabiliyorlar. Peki bizde böyle mi? Hayır! O yüzden Başka ülkeleri örnek verirken araştırın önce. Hal böyleyken bir Kürt yazarın, bir Süryani yazarın “Türkçe edebiyat” demesinden daha doğal ne olabilir. Ayrıca burada Türkçeyi, ya da “Türk edebiyatını” kimse yadsımıyor ve inkâr etmiyor. Herkes kendini özgürce ifade ediyor. Eğer unuttuysanız hatırlatayım, bu ülkede kaç etnik grup yaşarsa yaşasın bu farklılıklar en fazla nüfus sayımına kadar sürüyor. O gün geldiğinde hepimizi Türk’ten sayıyorlar. Yani siz “Türk” olmadığınız halde, Türkiyeli bir Kürt olduğunuz halde, Devlet sizin adınıza size rağmen karar veriyor. Yaşadığımız ülkede gerçek buyken bunları görmeden başka ülke örneklerini vermek hoş olmuyor. 

 

Fazla detaylara girmek istemiyorum, çünkü durum gayet çok açık ve anlaşılırdır. İnsanlar “Türk” olmadığı için, kendilerini “Türkiyeli” olarak tarif ettikleri için yazdıkları eserlerini de “Türkçe edebiyat” başlığı altında anıyorlar. “Türkiye edebiyatı” da diyebilirim, ama konu yazın-edebiyat olunca dile vurgu yapmak daha uygun gibi görünüyor. 

 

Bazı yayınevleri “Türk Edebiyatı” başlığı yerine, “Türkçe Edebiyat” koymuş. Ben olsam iki başlık açarım, tercihi yazara bırakırdım. Mesela yıllar önce iki kitabım (roman: dağbozumu ve Sığınamayanlar) Doğan Kitap’tan “Türk Edebiyatı” başlığı altında yayınlandı. Eğer “Türkçe Edebiyat” başlıkları olsaydı o başlık altında anılmasını isterdim. Peki “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkmasından rahatsız oldum mu, hayır olmadım. “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkan severek okuduğum çok kıymetli yazarların eserleri var. Bir Türk yazarının eseri elbette ki bu başlık altında yayınlanacaktır. Ama Türkçe yazan Türkiyeli bir Kürdün, Zaza’nın veya diğer etnik gruplardan olan yazarlara “Türkçe Edebiyat” tercihi neden çok görülüyor? “Türk Edebiyatı” dayatmasına niçin ihtiyaç duymaktadırlar? Bu dayatmayı yapanları, yazarların tercihlerine saygıya davet ediyorum…


Son bir şey daha edebiyatın haysiyeti gereği bir yazar milliyetiyle kimliğiyle değil, eseriyle övünmeli ve tartışılmalıdır. İnsanın o kadar değil de, bir yazarın şairin milliyetçisi hiç çekilir gibi değildir!

 

 

1 Ocak 2023 Pazar

Savaşa Karşı Barışı Savunmak...

Savaşa karşı Barışı savunmak!

 

 Savaş gibi bir konuda tutulacak her taraf, bu taraf zayıfın tarafı bile olsa, savaşı ve savaş literatürünü yeniden üretir. Bu konuda yazar Elias Canetti gibi düşünüyorum, “Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendi kendisine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.” Ayrıca Savaş bir kader değil, insanların başka insanları öldürme tercihidir. İnsanların öldürme tercihinde bulunduğu bir savaşa nasıl taraf olabilirim? Savaşı başlatana doğrudan tavır alınmalıdır. İnsanlar savaşla hiçbir şey elde etmemelidirler. İnsanların ölümü üzerine hiçbir şey kazanılmamalıdır. Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir. Hiçbir savaşın özgürlük getirdiğine inanmamak lazım. Eğer getirdikleri bir şey varsa, yıkılmış şehirler, ve büyük arazilere kurulmuş mezarlıklardır. Dünyanın her yanında geniş geniş mezarlıkların olmasına rağmen, hiçbir yerde geniş geniş özgürlükler göremiyoruz. 

 

Bir de başkalarının savaşına yüksek sesle “hayır!” diyenler var. “Savaşa hayır!” bu tavrı gördüğüm yerde sevinçten gözlerim yaşarıyor. Ama başkalarının savaşına çok rahatlıkla “hayır” diyenler, kendi savaşları söz konusu olduğunda “Biz kazanacağız!” diyorlar. Burada da sahici olmadıklarını görüyoruz. Yakın zamanda PKK’nin haber sitesinde okudum, PKK kadın merkez yönetimi, “Savaşı her alanda tırmandıracağız’” açıklaması yapmışlar. 40 yıldır savaştıkları halde, 100 binden fazla insanın ölümüne neden oldukları halde, halen savaşta ısrar edebiliyorlar. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşıyorlar. Avrupa ve Latin Amerika kendi tarihlerinin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

Görüldüğü üzere 40 yıllık Kürt dağındaki savaşta gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulmamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

Savaş karşıtlarının çoğalması gerekir

 

Bunun öyle kolay olmadığını geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Bir toplumda savaş karşıtlığının gelişmesi için öncelikle o toplumu bu konuda harekete geçirecek şeylerin olması lazımdır. İnsan hakları örgütlerinin ayrımsız biçimde hak savunuculuğu yapması, şiddete karşı olması, şiddet uygulayıcılarını eleştirebilecek konumda olması çok önemlidir. Peki, Türkiye’de böyle bir insan hakları örgütünüz var mı, yok. Savaş karşıtı yazarların olması gerekir. Türkiye’de sol mahallede savaş karşıtı yazar var mı? Rahatlıkla ‘Var’ diyemiyoruz. Devleti eleştiren sol mahalleden yazarlar aynı rahatlıkta PKK’nin şiddetini eleştiremiyor. Gerçek anlamda insan hakları örgütünüz yoksa, örgütten gelen şiddeti eleştiren yazarlarınız, gazetecileriniz yoksa, sivil toplum örgütleriniz yoksa gönül rahatlığıyla savaş karşıtlığından da bahsedemezsiniz. 

 

Bu ülkede çok uzun yıllar muhalif olmak, devlete karşı olmak olarak algılatıldı, algılandı. Yani devletin mağdurlarının yanında olmak, onları savunmak aydın yazarlara doğrudan muhaliflik, haklılık payesi verdiriyordu. PKK ve sol radikal örgütlerin kendi mahallelerinde yarattıkları mağduriyet bu büyüyü bozdu. Meğer anlaşıldı ki devlet mahallesinde mağdur olanlar kendi mahallelerinde zalim olmuşlar. Türkiyeli aydınların ve yazarların trajedisi tam da burada başladı. Devleti çok rahatça eleştirenler, PKK’yi ve sol örgütleri eleştiremediler ve hâlen eleştiremeyen bir çoğunluk var. Bu samimiyetsizlik, aydın ve yazarların muhalifliğinin sorgulanmasına neden oldu. PKK mağduriyetleri karşısında açıktan tavır alamayan, sinik hesapçı aydınlar ve yazarlar, muhalif olabilme özelliklerini yitirdiler. 

 

Yeni yılda Barışın iyiliği üzerinizden eksilmesin!

 

 


Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...