6 Ağustos 2017 Pazar

Bir İtaatsizlik Denemesi

  Bir İtaatsizlik Denemesi 



  “Gönüllü kulluk üzerine söylev”          
                                                        


            Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev kitabını okuyup bitirdiğimde, toplumların ve devletlerin kaderleri ne kadar da çok birbirine benziyor dedim.

            Yazar La Boettie’nin bu kitabı 1550’li yıllarda kaleme aldığı tahmin ediliyor. Aradan 500 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen düşünceler geçerliliğini korumaktadır.

            La Boettie kendi döneminin hukuk fakültesini bitirdikten sonra 1554 yılında genç bir hukukçu olarak Fransız Kralı II. Henry’nin onayı üzerine Bordeaux Parlamentosunda danışmanlık görevine kabul edilir. Ölümüne kadar da bu görevi sürdürmüştür. La Boete 1557 yılında kendisi gibi Kral II. Henry’nin parlamentosuna danışman olan ünlü “Denemeler”in yazarı Montaigne ile tanışmıştır. Ve dost olmuşlardır. La Boettie’nin yaşamı hakkında çok şey söylenebilir. Ama ben daha çok kült kitabı “Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev” üzerinde durmak istiyorum. Yukarıda verdiğim kısa bilgi ise bir noktanın altını çizmek içindir. O da yazar La Boettie dönemin Fransa kralı olan II. Henry tarafından Bordeaux Parlamentosu’nda danışmanlık yapmasıdır. İşte yazara bu kitabı yazdıran neden de yaptığı bu görevdir. 
Krala bağlı bir Meclis’te görev yapma, La Boettie’yi derin araştırmalara itiyor, ulaştığı sonuçları o dönemki devlet ve toplum yaşamının içinden çıkarıyor. Yazar, Fransa özgülünden hareket edip, genel yargılara ulaşıyor. Ulaştığı sonuçları sistemli bir şekilde dile getirerek böylesi bir kitapta topluyor. Kitapta günümüzde bile geçerliliğini koruyan tespitleri var. Denilebilir ki söylediği şeyler en çok da 20. yüzyılda yaşanmıştır ve bazı ülkelerde halen geçerliliğini korumaktadır

La Boettie yaşadığı dönemde diktatörlere, kral ve tiran adını veriyor. O yüzyılda hâkim olan söylem o tarzdaymış. Biz bunu daha da genelleştirebiliriz. Yazarın tiran dediği adama biz modern anlamda diktatör de diyebiliriz. Mesela yazarın tiran dediği bir adamın yaptıklarıyla 20. yüzyılda yaşamış herhangi bir diktatörün arasında fark göremedim. Sadece zamanlar farklı.

Eski yüzyıllarda II. Henry’ler, Kral Luisler, Çarlar, Petrolar ve Osmanlı padişahları vardı. 20. yüzyılda bunların yerini, Hitler ve Stalin gibi liderler almıştı. Yazarın II. Henry Fransa’sı için söylediği şeyler Türkiye’de yaşanan pratiğe de denk düşmektedir. Özellikle tek parti dönemi olan, tek şef diktatörlüğü ile birebir örtüşmektedir. Diktatörlük, her yerde benzer biçimlerde yaşanıyor. Bundan dolayı ayrı coğrafyalarda ayrı ülkelerde, olsak da bazı pratik deneyimler ne çok birbirine benziyor. Kitabı okuduğumda iki noktayı çok iyi açıkladığını gördüm. Birincisi, dünyanın her yerinde diktatörlük bütünlük içinde sistemli bir yapının adıdır. Bu yapı yukarıdan aşağıya merkeziyetçi bir tarzla çok sistemli örgütlülüğün adıdır. Bir diğer nokta ise, insanlar önce zorla düşürülüp kullaştırılıyor, daha sonra ise bu kulluk gönüllü hale getiriliyor.

                       “…halk bir kere kullaşmaya görsün, özgürlüğü öylesine unutuyor ki, artık onun uyanıp yeniden özgürlüğünü ele geçirmesi olanaksız oluyor. Üstelik halk çok içten ve istekli biçimde kulluk (hizmet) ediyor. Bu durumu gören, onun özgürlüğünü değil de köleliğini kaybettiğini sanır. İlk başlarda kuvvetle alt edilmekten dolayı ve zorlama nedeniyle hizmet edildiği bir gerçek. Fakat bundan sonra gelen kuşak, özgürlüğü hiç görmeyip tanımadığından dolayı, pişmanlık duymadan hizmet eder ve ondan sonra öncekilerin zorla yaptıklarını seve seve yerine getirir.” (sf31)

            Tiran önce halkı köleleştirir sonra kendine bağlar, sonraki kuşaklar ise artık kulluğu kanıksamış biçimde yaşarlar. Peki, tiranlar bunu nasıl yapar? Bu sorulara ilişkin de şu değerlendirmeyi yapmaktadır. Bir ülkede “…tiranı koruyanlar atlı insan bölükleri, yaya insan sürüleri ya da silahlar değildir. İlk bakışta inanmak istenmez, fakat gerçektir; tirana destek olan ve tüm ülkeyi kulluk altında tutan hep dört ya da beş kişidir. Her zaman için beş ya da altı kişi tiranın gözüne girmiş, gerek kendilerinden gelen istekle, gerek tiranın çağırmasıyla ona yaklaşmış ve böylece gaddarlıklarının, eğlencelerinin yoldaşı, zevklerinin pezevengi ve yağmaladıklarının ortağı olmuşlardır. Bu altı kişi şeflerini kötü olması gerektiği doğrultusunda etkiler ve bu kötülüğün yalnızca şefin kötülüklerinden değil, fakat kendilerininkinden de kaynaklanmasını sağlar. Bu altı kişinin de çıkar sağladıkları, altı yüz kişisi vardır. Altı kişi tirana ne yapıyorsa bu altı yüz kişi de, altı kişiye aynı şekilde davranır. Bu altı yüz kişi buyrukları altında altı bin kişiyi tutarlar; kendilerini para hırslarında ve gaddarlıklarında yardımcı olmaları, gerektiğinde bu gaddarlıklarını uygulamaları için ve öylesine çok kötülük yapsınlar ki ancak kendilerini yasa ve ceza araçları sayesinde koruyabilsinler diye bu altı bin kişiye toplumsal konumlarını yükselterek eyaletlerini ya da maliye işlerini verirler.” (sf.49)

            İşte bundan dolayı hiçbir ülkede ne kral ne hükümdar ne de modern anlamda anladığımız herhangi bir diktatör uyguladıkları baskı ve sömürü rejimlerinde tek başına değildirler. Tek başına olmadıkları için yukarıdan aşağıya çok sistemli bir biçimde örgütlülük söz konusudur. Bu durum, her ülkenin kendi özgül koşullarına göre değişebilir.

            Yazara göre tiranlar tek başlarına ele alındıklarında bir hiçtirler. Onları birer tiran haline getirenlerin yine geniş halk yığınları olduklarını söyler ve şöyle der:

 “…zavallı sefil insanlar akılsız halklar, kötü durumlarında kalmak ve direnen ve iyiliklerini göremeyen uluslar! Sizler gözünüzün önünde en güzel, en parlak kazançlarınızın götürülüşüne, tarlalarınızın yağmalanmasına, evlerinizin ve eşyalarınızın alınmasına seyirci kalıyorsunuz. Öyle bir yaşam sürüyorsunuz ki hiçbir şeyin size ait olduğunu söyleyecek durumda değilsiniz. Şimdi mallarına, ailelerinize ve yaşamlarınıza yarım yamalak bile sahip olmak, size büyük bir mutluluk gibi gözüküyor. Tüm bu zarar, bu kötülüğü bu yıkım size düşmanlardan gelmiyor. Hiç kuşkusuz düşmanda yani öylesine yücelttiğiniz, uğrunda cesaretle savaşa gidip kendinizi ölüme atmaktan çekinmediğiniz, o kişiden geliyor. Size böylesine hâkim olan kişinin, iki gözü, iki eli, bir de bedeni var ve herhangi bir insandan daha başka bir şeye sahip değil.

            Yalnızca sizden fazla bir şeyi var, o da sizi ezmek için ona sağlamış olduğunuz üstünlük. Eğer siz vermeseydiniz, sizi gözetlediği bu kadar gözü nereden buldu? Sizden almadıysa, nasıl oluyor da sizleri dövdüğü bu kadar çok eli olabiliyor? Kentlerini çiğnediği ayaklar sizinkiler değilse bunları nerden almıştır? Sizin tarafınızdan verilmiş olmasa üzerinize nasıl iktidar olabilir?

            Sizinle anlaşmadıysa sizin üstünüze gitmeye nasıl cesaret edebilir? Kendinize ihanet etmeseniz, sizi öldüren bu katilin yardakçısı olmasanız ve sizi yağmalayan bu hırsıza yataklık etmeseniz o ne yapabilir? Zarar versin diye meyvelerinizin tohumunu dikiyorsunuz.     Hırsızlıklarına eşya sağlamak evlerinizi doldurup döşeyip kızlarınız da şehvet duygusunu tatmin etsin diye yetiştiriyorsunuz. Çocuklarınızı onlara yapabileceği en iyi şey olan savaşlarına, katliama götürsün diye onları tutkularının uşakları ve intikamlarının uygulayıcıları yapsın diye büyütüyorsunuz. Derin haz duygularını incelikle ele alabilsin, pis ve rezil eğlencelerinin içine yuvarlanabilsin diye ölesiye çalışıp bitkin düşüyorsunuz. Onun daha güçlü ve sert olması ve böylece dizginleri daha da sıkması için kendinizi zayıflatıyorsunuz.” (sf.24)

            Halkın bu durumunu içler acısı bulup takdir etmeyen yazar devamla şunu ekler: “Öküzler bile boyunduruk altında sızlanır. Kuşlar ise kafes içinde yakınır” der

Halkın içinde bulunduğu bu durumu, hayvanların bile kabul etmeyeceğini belirtir. Peki, kullaştırılan halk ne yapsın ki bu kölelik zincirinden kurtulsun? Yazar bunu da şöyle cevaplıyor:

 “…hayvanların bile sezinleyemeyeceği ya da katlanamayacağı tüm bu kötülüklerden kurtulabilirsiniz. Bunun için kurtulmaya çabalamanız gerekmez, yalnızca kurtulmak istemeniz yeterli olacaktır. Kulluk etmemeye karar verdiğiniz an özgürsünüz demektir. Onu (tiranı) itmenizi ya da dengesini bozmanızı istemiyorum. Fakat yalnızca O’nu desteklemeyin. İşte o zaman O’nun altındaki kaidesi çekilmiş bir Apollon heykeli gibi tüm ağırlığıyla düşüp parçalandığını göreceksiniz” (sf.25)

            Yazar, halka bu pasif kurtuluş yöntemini öneriyor. Son neticede diktatörleri Apollon heykeli gibi yere serecek olan yine köleleştirilen halklar olmuştur. 

            Yazar başka bir bölümde tiranın yakın adamları olan dalkavuklara değinir. İnsanlığın güzel ve yüce yaşamını zehir zıkkım eden hep aynı dalkavuklardır. Nasıl ki tarih boyunca hep tiranlar, diktatörler aynı gelenekten birbirlerine benziyorlarsa, onlara dalkavukluk edenler de bir o kadar birbirine benziyor. Bakın yazar, tiranın bu dalkavuklarla ilişkisini nasıl anlatıyor. 

“…tiran, kendine yakın olan diğer kişilerin alçaklaştıklarını ve kendinden lütuf dilendiklerini görür. Bu kişilerin tiranın söylediklerini yapmaları yeterli değildir. Onun ne istediğini düşünmeleri ve hatta O’nu memnun edebilmek için düşüncelerini öngörmeleri gerekir. Tirana yalnız itaat etmekle kalmayacaklar, O’nu hoşnut da edecekler, işlerini yapmak için uğraşacaklar, didinecekler, O’nun keyifli olmasından haz duyacaklar ve kendi kişisel beğenileri yerine O’nunkileri benimseyerek mizaçlarını, doğal yapılarını değişmeye zorlayacaklar. Tiranın söyledikleri, sesine, işaretleri, gözlerine dikkat etmeleri gerekecek ve de arzularını bilebilmek ve düşüncelerini seçebilmek için sürekli olarak tetikte bulunacaklar” der. (sf.51)

            Diktatörlük olduğu gibi tiran için de önemli olan daha çok kimin dalkavukluk yaptığıdır. Bunlar bazen kendi içlerinde, daha çok yaranmak için yarışa girerler. Tirana kim daha çok dalkavukluk yaptıysa, o tiranın daha çok gözüne girer. Bunun için bazen birbirlerini kırarlar, bazen de tiranlar bilinçli olarak kendileri yapar bunu. 

“… Böylece tiran, uyruklarını birbirine kırdırarak kulluklaştırır (köleleştirir) ve öyle kişiler tarafından korunur ki eğer bu kişiler biraz değerli olsalar, tiranın bunlardan kendini koruması gerekecektir. Fakat yaygın olan şu sözdeki gibi tiran odunu yakmak için yine odundan çıkardığı yongayı kullanmaktadır. İşte onun muhafızları, mızraklı askerleri, polisleri; bu kişilerinde tirandan acı çektikleri olmaz değil. Fakat tanrı ve insanlar tarafından terk edilmiş, kaybolmuş bu kişiler kötülüğe katlanmaktan hoşnutlar, sanki onlarda aynı kötülüğü, kendilerine bunu yapmış kişiye değil de, aynı onlar gibi kötülük görmüş olan, fakat başkalarına benzerini yapmayan kişilere karşı uyguluyorlar” (sf.51)

            Peki, tiranlar egemenlerin iddia ettiği gibi sevilen insanlar mıdır? Tarihte birçok tarihsel şahsiyet vardır. Birçoğu da yaşadığı dönemde kulluklaştırılan halk tarafından sevilir görünmektedir. Yazara göre bütün tiranlar ve her türlü egemenlik kötüdür. 

“…tiran hiçbir zaman ne sevilip ne de sever, kutsal bir sözcük, aziz bir şey olan dostluk, yalnızca iyi insanlar arasında bulunur ve karşılıklı bir saygı ile kurulur, yapılan bir iyilik değil de daha çok iyi bir yaşamla sürdürülür. Bir kişiyi başka birinin dostu kılan, onun doğruluğunu bilmesi, güvenliğine sahip olması, onun iyi doğal yapısı, dürüstlüğü ve tutarlılığıdır. Gaddarlığın, namussuzluğun, adaletsizliğin olduğu yerde dostluk olamaz. Kötüler kendi aralarında toplanınca bu bir komplo olur. Yoksa bir arkadaş topluluğu değil. Birbiriyle konuşmazlar, fakat birbirlerinden çekinirler. Dost değildirler fakat suç ortaklarıdırlar.” (sf.55)

            La Boettie’e göre tirana yaklaşmanın ve onunla çalışmanın can güvenliği yoktur. 

“…tirana böylesine gönüllü yaklaşan bu kadar insana (masalın anlattığına göre) hasta numarası yapan aslana tilkinin söylediği sözleri söyleyecek cüretli ve yürekli bir tek kişi bile çıkmaz; mağaranda seni ziyarete gelmeyi gönülden isterdim. Fakat sana doğru bir sürü hayvan izi görmeme karşın senden uzaklaşan bir tek iz bile göremiyorum.” (sf.56)
            
            1- Gönüllü Kulluk Üzerine Söylev, Mehmet Ali Ağaoğulları, B.F.S Yayınları, 1. baskı 1987   

                                                                                              






Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...