10 Mayıs 2021 Pazartesi

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Kürt sorunu bu ülkede neden çözülemiyor? Bu sorunun en açık cevabı kanımca şudur: T. C. devleti hükûmetleri sahici anlamda çözüm istemiyor! Bazen derler ya 12 Eylül bu topluma giydirilmiş bir deli gömleğidir. Bence bu gömlek 12 Eylül’de değil, 1923′te giydirildi (Cumhuriyetin tekçi anlayış üzerine inşa edilmesi, Kürtlerin varlığını inkâr etmesi, asimile yöntemine başvurması çok yanlış şeylerdi). 12 Eylül 1980′de bu inkâr ve asimile çalışmalarına güncelleme yapıldı. Tekçi cumhuriyetin yanlışlarını burada bir bir saymayayım ama demokratik değerlerden yoksun kurulmuş, yanlış geliştirilmiş bir cumhuriyettir. Sorunun çözümü de bu tekçilik üzerine kurulmuş, tek kolonlu bir cumhuriyetten çıkmakla mümkün olacaktır. Yeni bir anayasa Kürtlerin inkârı üzerine inşa edilmiş, tekçi zihniyetten arınarak yapılmalıdır. Bununla birlikte T.C. devleti hükûmetleri başta 1915 olmak üzere, Dersim (1938)’le, 6-7 Eylül linçleriyle, Maraş (1978)’la, Sivas Madımak (1993)’la ve tabi ki 1990’lı yıllarla yüzleşerek yeni bir başlangıç yapabilirler. İki yüz yıldır devam eden bir sorunu beş on yılda çözüme kavuşturmak kolay olmayacaktır. Hadi Osmanlı dönemini bir yana bırakalım,  yüz yıldır cumhuriyet hükûmetlerinin çözemediği, çözmek istemediği bir sorundur bugünkü sorun. Bazıları yıllardır Kürtlere özerklik istiyor, başka çözüm modelleri önerenler var. Aslında iki yüzyıldır devam ettirilen sorunun çözümü o kadar da karmaşık, zor bir şey değildir. Çözüm öncelik olarak özgürlüktedir. İçinde özgürlüğün olmadığı hiçbir proje Kürt sorununun çözümü olamaz. İçinde özgürlük olan her türlü modelle de çözülebilir bir sorundur Kürt sorunu. Dünyada nüfusu bir milyon olan devletler varken, Orta Doğu’da 25-30 milyon nüfuslu Kürtlerin bir devleti henüz yok. Güney’de Barzani yönetimi bağımsızlığını ilan etmek istediğinde neredeyse tüm dünya karşı çıktı. Dünyanın Kürtlere yapmış olduğu büyük bir haksızlıktır bu. Türkiye’deki hükûmetler Kürt sorununa güvenlikçi politikalar açısından yaklaştıkları için çözüm projeleri de üretememişlerdir. Son 30 yıla baktığımızda şöyle bir yaşanmışlığa tanık oluyoruz. PKK eylemlerinden sonra 1990’ların başından itibaren hükûmet olanlar, önce “Kürt realitesini tanıyoruz.” demişler, aynı hükûmetin ilgili siyasileri bir süre sonra “Kürt sorunu yoktur” ayarına geri dönmüşlerdir. Bu eski devlet ayarlarına dönme en son AKP hükûmetleri döneminde yaşandı. 2013’te Çözüm Sürecinin sekteye uğratılması, ardından hendeklerin kazılması, Rojava’daki gelişmeler ve en son FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olumlu giden bu süreci tamamen başka mecralara soktu. Sonuçta AK Parti hükûmetinin de geldiği yer, “Kürt sorunu yoktur.” oldu. AK Parti Hükûmeti, MHP ile kurduğu ittifak sonucunda ilk kurulduğunda savunduğu siyasetlerden uzaklaştı. İktidarının devam etmesi adına geçmişte eleştirdikleri şeyleri yapmaya başladı. 

 

1990’larla yüzleşmek

 

Devletin 1990’lardaki suç karnesi bayağı kabarık gözüküyor. Başta faili meçhul cinayetler olmak üzere, köy boşaltmalar sonucu insanların evinden, yerinden edilmesi ilk akla gelenler… Faili meçhul cinayetlerde siyasetçi, gazeteci ve yazarların da olması bu dönemin ne derece karanlık bir dönem olduğunu gösteriyor. Çetin Emeç (1990), Turan Dursun (1990), Muammer Aksoy (1990), Bahriye Üçok (1990), Musa Anter (1992), Uğur Mumcu (1993), Ahmet Taner Kışlalı (1999) vd. Bu cinayetlerin ortak noktası, faili meçhul olarak anılmalarıdır. Yıllar geçmesine rağmen faillerinin bulunamamış olması, bulunsa bile mahkemelerdeki cezasızlık durumu bu cinayetlerin siyasi cinayetler olduğunu gösteriyor. Belli ki bu cinayetlerin failleri dönemin hükûmetleri tarafından kollanmışlardır. Son 30 yılda bu cinayetler çok konuşulup tartışılmasına rağmen failler bulunamadı ve bu cinayetlerle de yüzleşilemedi. Bunun yanında silahlı solun ve PKK’nin sivillere yönelik cinayetleri konuşulmadı bile. Bu konuşulmayan ve yüzleşilmeyen konuda da durumlar hiç iç açıcı değil. 1990’lı yıllarda PKK ve radikal sol örgütlerin sivillere yönelik saldırıları korkunç boyutlarda olmuştur. Ölüm listelerini incelediğimizde şöyle bir gerçekle karşılaştım. Sivilleri en çok öldürdükleri yıllar, bu örgütlerin eylem yapabilme kabiliyetleri bakımından en güçlü oldukları yıllardır. Mesela PKK’nin sivillere yönelik en saldırgan olduğu yıllar, silahlı saldırıya başladığı ilk yıllar olmuştur (1984-1994 arasındaki durum bunu doğruluyor). Sol örgütlerin cinayetlerinde de benzer bir durum var. Özellikle TİKKO ve Dev-Sol/DHKP-C’nin 1991-1994 yıllarında yapmış oldukları saldırıların büyük çoğunluğunun korumasız sivillere yönelik olduğunu ulaşabildiğimiz bilgilerden öğreniyoruz. 

 

 

Araştırabildiğim kadarıyla 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerinde durum şöyledir: Bu konuya ilişkin konuşup yazanlar genellikle devletin 17 bin faili meçhulünden bahs ederler. Gazeteci Mehmet Hatman da bu konuyu iş edinip 1990-2000 yılları arasında 10 yıllık bir araştırma yaptı. Tüm Kürt kurumları ve Diyarbakır Barosu’nun yardımıyla yapılan çalışmanın sonucunda ulaşılan sayı 4653 faili meçhul. Mehmet Hatman ve ekibi 10 yıllık araştırmalarının sonucunda bir faili meçhul belgesel filmi yapar. Belgeselin adı: 4653.

 

Örgüt içi ve sivil infazlar konusunda kapsamlı çalışma yapan bir kurum henüz yok. Bazı baro ve İnsan hakları örgütünde ‘Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’na rastlamak mümkündür. Bu ülkede örgüt cinayetlerini araştıran bir kurum ise henüz yok. İmralı’da Abdullah Öcalan’ın 15 bin örgüt içi infazdan bahsettiği söylenip yazıldı. İllegal örgütlerde bu infazlar gizli yapıldığı için bir kaydı tutulmuyor. Bu anlamıyla da hiçbir zaman bu sayının tam olarak ne olduğunu bilmemiz mümkün olmayacaktır.

 

Türkiye’de devlet mağduru olmak, sol ve Kürt mahallesinde kıymetlendirilen bir şeydir. Ama PKK ve radikal sol örgütler tarafından mağdur edilmişliğin pek kıymeti yoktur; kıymeti olmadığı gibi birçok bakımdan dezavantajlı bir durumdur. Bu bakımdan sol mahallede ve Kürt mahallesinde kimse “hain” yakını olmak istemiyor. Son 40 yılda çatışmalı dönemin ortaya çıkardığı çok sıkıntılar oldu. Bu döneme ilişkin geçmişle yüzleşmek isteyenler özellikle sol mahalleden kişi ve örgütler sadece devletin ortaya çıkardığı mağduriyetlerle yüzleşmek istiyorlar. Dünya deneyimlerinde böyle bir yüzleşme deneyimi ne yazık ki yok. Bu ülkede de böyle tek taraflı bir yüzleşme olacağını sanmıyorum. Çünkü çatışmalı süreçlerde tek taraflı bir yüzleşme olmaz. Eğer devletin 1990’lardaki faili meçhulleriyle yüzleşme yapılacaksa, aynı dönemde PKK’nin ve diğer radikal sol örgütlerin binlerce örgüt infazlarıyla, sivillere yönelik cinayetleriyle de yüzleşmesi gerekir.

 

12 Eylül Darbesi döneminde Diyarbakır Hapishanesi’nde yapılan kötü deneyimle yüzleşmek isteyenlerin, 1990’lı yıllarda başta Bayrampaşa Hapishanesi olmak üzere 23 hapishanedeki PKK ve radikal sol örgütlerin kötü deneyimleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. Devletin mağdur ettiği Cumartesi Anneleri’nin mağduriyetiyle yüzleşmek isteyenlerin, çocukları PKK tarafından dağa çıkarılmış Diyarbakır Anneleri’nin mağduriyetleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. 1993’te gerçekleşen Sivas Madımak Katliamı’yla yüzleşmek isteyenlerin, aynı dönemde PKK’nin yaptığı Başbağlar Katliamı’yla da yüzleşmeleri gerekiyor. Roboski Katliamı ile yüzleşmek isteyenlerin, hendek çukurlarıyla da yüzleşmeleri gerekiyor.

 

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Bu ülkede son 40 yılla yüzleşmek isteyenler, genel olarak 1990’lar, özel olarak da 1994 üzerine yoğunlaşabilirler. Bazen kendi durumumun (yaşanmışlık deneyimi olarak)  bile 1994’ün ne olduğunu çarpıcı biçimde özetlediğini düşündüğüm oluyor. O yıl Kırklareli Hapishanesi’nde örgütten ayrılıp bağımsız koğuşunda olmama, polis sorgusunda ifade vermememe rağmen, çıkarıldığım İstanbul 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi bana 12 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Mahkemenin verdiği bu cezayı Yargıtay aynı yıl içinde onadı. Düşünebiliyor musunuz; hiçbir eylemde bulunmadım, kimselere bir zarar vermediğim hâlde örgüt üyeliğinden ceza aldım. Peki, şaşırdım mı? Hayır, şaşırmadım; daha da kötüsü olabilirdi. Mahkeme, örgüt yöneticiliğinden verse 17,5 yıl ceza alacaktım. İsterlerse ömür boyu hapis cezasına kadar çıkarabiliyorlardı. 1994’te bu gibi uygulamaların haddi hesabı yoktu. Benim durumumda olan bazı tanıdık arkadaşlarımın daha ağır cezalara çarptırıldığına tanık olduğum için o gün cezayı aldığımda ne diyeceğimi bilememiştim. Dün gibi hatırlıyorum, İstanbul’dan Kırklareli’ne hapishaneye döndüğümde kendimi yatağa atmış, 10 yıl sonra kalkacağım gibi uyumuştum.

 

1994 yılından, bu ülkede Kürtler vadisinde çatışmaların en yoğun olduğu bir zamandan bahs ediyorum. Her gün dağlarda çatışmalarda ölenleri duyan ailelerimiz, bizlerin hapishanede olmasına şükrediyorlardı. Dışarıda, sorgularda, faili meçhullerde kaybedilmek de vardı. 1994 yılı bu anlamıyla da korkunç bir yıldı. Faili meçhullerin en çok olduğu yıldı. İnsanlardan bazıları evlerinden bir gece, bazen de güpegündüz alınıyor ve bir daha evine dönemiyordu. Bölgede Kürt köylerinin en çok yakıldığı yıkıldığı yıl 1994’tü. İnsanlar en çok 1994’te köyünü bucağını bırakıp göç etmek zorunda kaldı. Behçet Cantürk ve Savaş Buldan gibi onlarca


Kürt iş insanı ve mafyasından insanlar, 1994’te faili meçhul biçimde öldürüldüler. O dönemin devletine hükümet olanlar, Kürt mafyasını tasfiye edip  yerine yerli milliyetçi Türk mafyasının önünü açtılar.  Çatışmalarda çocuklar en çok 1994’te öldürüldü. Yine çocuklar örgüt tarafından dağa en çok 1994’te çıkarıldı. Hapishanelerdeki ve dağlardaki örgüt infazları en fazla 1994’te yaşandı. Kürt şehirlerinde siviller ve öğretmenler en çok bu yılda öldürüldü. Dönemin DYP/SHP Koalisyon Hükûmeti en kapsamlı operasyonları dağlarda ve şehirlerde 1994’te yaptı. Her iki taraftan da insanlar çatışmalarda en çok 1994’te öldü. Birçok bakımdan 1994 yılı, benim günlüklerimin en iç acıtanıdır. Bu yüzden de 1994 yılında yazdığım günlüğümün sayfalarına en son bakabildim. İlk bakışta gördüklerim şunlar olmuştu: O yıl içinde bazı gazete manşetlerinden verilen haber başlıklarını not almışım. Bir de gazeteden birkaç resim kesip ajandamın arasına bırakmışım. Bu resimler dağda askerler tarafından başları kesilip gövdesinden ayrılan gerilla resimleriydi. “Savaşın geldiği yer” diye not düşmüşüm. Sonraki zamanlarda Abdullah Öcalan’ın bir çözümlemesinde okumuştum, gerillalar da birkaç yerde ölü askerlerin bedenine eziyet etmişler. İntikam duygularının en gelişkin olduğu yıldır 1994. Savaşanların karşılıklı intikam alma hırsı, sadece dışarıdaki düşmanlarına değil, bu acımasızlıkları kendi içlerine yönelik de geliştirdi. Örgütün bu hırsının içeride nelere yol açtığını kitaplarımda anlatmaya çalıştım. Devlet içinde de bu yıllarda altı rütbeli general ve subay faili meçhul biçimde öldürüdü. Kısacası, çatışmalar en çok bu yıllarda şiddetlendi ve sürdürüldü. 1990’lı yıllarla yüzleşmek, bütün bu çatışmalı süreçle yüzleşmek anlamına da gelecektir. Peki bu konularda geçmişle yüzleşmenin neresindeyiz? Hiçbir yerinde değiliz. Bugün AKP hükümetleri '90 lı yıllarla yüzleşmediği gibi geçmişte açılan davalar cezasızlıkla sonuçlanıyor ve kapatılmak isteniyor. Bugün de dün olduğu gibi geçmişle yüzleşilmediği gibi geleceğe yeni yüzleşilecek yaralar bırakılıyor. Bu yüzden de bu ülkede geçmiş hiç geçmiyor! Eğer bu ülke bir gün yüzleşme yapmaya karar verirse "1994" ten başlayabilir.

 

 

 

2 Mayıs 2021 Pazar

Yüzleşerek barışmak...

Yüzleşerek barışmak....

 

                                              Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor,

                                                                 yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok.

 

 

İnsanlığın J.J. Rousseau’ya olan sevgisi üç yüzyıldır sürüyor. Çünkü bu bilge insan günahlarını bir papaza değil, tüm insanlığa itiraf etmiştir. Sadece Rousseau değil, dünya edebiyatına damgasını vurmuş yazarların günümüzde halen okunuyor olmalarında bu sahici dokunaklı anlatıların çok önemli etkisi olmuştur. Sahici yüzleşmelerin ve anlatıların kendi dönemlerinde tepkiyle karşılaştıklarına da tanık oluyoruz. Ama bu eserlerin uzun sürede insanları etkileyen, dönüştüren bir etkisinin olduğunu da edebiyat tarihinden biliyoruz. Acı deneyimlerle yüzleşmenin kolay olmadığını biliyoruz, bu yüzden de çoğunlukla kendi kurban durumumuzla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için, nefretimizi başkalarına yöneltiyoruz. Kendimize itiraf edemediğimiz acı gerçekleri, bir başkası dillendirdiğinde de bu kez, nefret ederek bastırmak istiyoruz. İşte bunların hepsi yüzleşememe ve kendimize yeni bir hikaye bulamama korkusundan kaynaklanıyor. Geçmişiyle kişisel yüzleşme yapanların bizim gibi toplumlarda mahalleleri tarafından linçlere maruz kalması da işin bir başka boyutudur. Oysa kişisel yüzleşme deneyimlerinin çok kıymetli olduğunu dünya deneyimlerinden biliyoruz. Yakın tarihte Arjantin’in geçmişle yüzleşme deneyiminde anı kitap ve yazılı belgelerin önemli rol oynadığı biliniyor. Bellek Kültürü konularında araştırma yapan yazar Beatriz Sarlo, “Geçmiş Zaman” adlı kitabında, Tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı Arjantin deneyiminde geçmişle yüzleşme sürecinin çok daha sıkıntılı geçeceğini belirtiyor. Belli ki bizde de insanların yüzleşmekte zorlandığı yaraları var. Benim yazarlık deneyimimde bu yaralarla yüzleşmenin peşine düştüğümde, yarasını korumaya alanlarla yolum çok kesişti. Silahlı sol örgütler tarafından çocukları öldürülmüş ailelerin tepkileri böylesi tepkilerdi. Bu ailelerin mağdur edilmişliğini kitaplarıma konu ettiğimde, bana destek olacaklarını düşünmüştüm. Ama öyle olmadı, ailelerden çoğu rahatsız oldu. “Amacınız nedir, çocuğumuzu niye yazdınız?” gibi sorularla karşılaştım. (İşin tuhaf yanı ise bir benzer soruyu fail durumundaki örgütler soruyordu, “Bunları yazmakta amacınız nedir, kime hizmet ediyorsunuz?” diyorlardı.) Bu ailelerin bilinç altlarına yerleşmiş korkuları vardı. Örgütlerin kendilerine zarar verebileceğini düşünüyorlardı. “Başımıza bir iş gelsin istemiyoruz.” diyorlardı. Araştırmalarım sonucunda bazı yüzleşmemelerin birbirini beslediğini fark ettim. Bu ailelerin mağduriyetine yol açan fail durumundaki radikal sol örgütler, bu mağduriyetlere yol açmış geçmişleriyle yüzleşmeyince, mağdur aileler de kendi mağdurluk halleriyle yüzleşemiyorlar. Örgütlerin yüzleşmediği şey zalimlik olurken, mağdurların yüzleşemediği şey korkuları oluyor. Bu anlamıyla sol mahalle deneyiminde birbiriyle iç içe geçmiş yüzleşmemeler bulunuyor. Eğer biri yaparsa diğerinin yapması daha kolaylaşabilecek bir ertelenmiş geçmişle yüzleşememe haliyle karşı karşıyayız. Bu ertelenmiş hal, iyi olmamızı geciktiriyor. İyileşmek için yanlış kabuk bağlamış yaralarımızı kanatmamız gerekiyor. Sadece yaşadığımız, maruz kaldığımız deneyimler değil, daha öncekiler de var. Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor. Gelecek kuşakların bizlere aynı sitemi yapmaması için, yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok!


Daha iyi bir gelecek için


Yaklaşık 40 yıldır Türkiye’nin en yakıcı gündemi Kürt sorunudur. Bu sorunu yaratan şey, Türkiye’deki hükûmetlerin inkârcı ve asimilasyoncu yanlış politikalarıdır (Devletin bugün dahi Kürt sorununa ilişkin sahici bir çözüm projesi olduğu söylenemez). Bunu artık hemen herkes kabul ediyor ancak kabul edenlerin çoğunluğu başka bir sorunu görmek, kabul etmek istemiyor. Çatışmanın ya da savaşın diğer tarafını, yani PKK gerçeğini… Hemen savunmaya geçerek diyorlar ki: “PKK bir sonuçtur.” PKK’yi ortaya çıkaran nedenler elbette sorgulanmalı, eleştirilmelidir. Ama şunu da unutmamak gerekir ki dün sonuç olan PKK gerçekliği bugün kendi alanında bir neden olmuştur. Hiçbir kötü sonuç, şiddetten daha kötü olamaz. Hiçbir dava, şiddeti haklı kılmamalıdır.



Türkiye’nin demokratikleşmesi için şiddet eylemine gerek var mı, yok mu? Türkiye’de muhalif sol ve Kürtlerin önemli bir kısmı bu sorunu buradan tartışmak istemiyorlar. Bu yüzden de her defasında savaşın kendisini değil, sonuçlarını, yani mağduriyetleri konuşmak zorunda kalıyoruz. Maksim Gorki, Ana adlı o ünlü romanında “Devrim, anaların kalbinden geçer.” diyordu. Daha sonraki yıllarda Ekim Devrimi kendi çocuklarını yemeye başladığında, anaların kalbini kıran bir devrime dönüştü. Bugün de sol ve sosyalizm adına yola çıkan PKK gibi silahlı örgütlerin çoğu daha devrim yapamadan, dağlarda, hapishanelerde yoldaşlarını ve çocukları öldürdüler.


İyi bir gelecek beklentisi içinde olanların, öncelikle geçmişteki kötü deneyimlerle yüzleşmesi gerekir. Mesela Türkiye yüz yıllık geçmişiyle; 1915'le, 1938’deki Dersim Katliamıyla, 1942 de çıkarılan Varlık vergisiyle, 6-7 Eylül 1955 linçleriyle, 1978 Maraş’la, 1980 Çorum’la, 12 Eylül’le, 2 Temmuz 1993 Sivas’la, 5 Temmuz Başbağlar’la, faili meçhullerle, örgüt infazlarıyla, “Cumartesi Anneleri”yle, “Diyarbakır Anneleri”yle, dağdaki çocuk savaşçılarla ve 40 yıllık savaşla yüzleşmedi. Hepsi olduğu yerde duruyor. Eğer kalıcı bir iç barış istiyorsak tüm bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Daha iyi bir ülkede, daha iyi koşullarda yaşamak her insanın hakkı ve arzusu olmalıdır. Bunu isteyen her birey, grup, örgüt ya da devlet, sorunlu geçmişiyle yüzleşmek zorundadır. Yeni başlangıçlar için insan ve devlet kendilerini temize çekebilmelidir. Geçmişin kiri pasıyla temiz, aydınlık bir gelecek kurulamaz.


Geçmişiyle yüzleşen toplumların daha aydınlık olduklarını ve demokratikleşme alanında daha iyi yol aldıklarını görüyoruz. Geçmişi son derece sorunlu ve şaibeli olan ülkeler ise huzura kavuşamazlar. Söz konusu Türkiye olunca bu konularda geç kaldığımızı vurgulamam gerekir. Bugün Türkiye’nin sorunlarının ağırlığı önemli oranda sorunlu geçmişinin tutsağı olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de hâlâ geçmişteki hatayı kabul etmek zayıflık, taviz sayılıyor. 

Demokrat olduğunu söyleyen bir parti, bir örgüt, bir birey devlete göre değil, kendi ilkelerine göre davranır. Eğer geçmişinizde hata ve yanlışlar yaptığınızı düşünüyorsanız, o hataların ne olduğunu ilkesel bir biçimde söylemeniz gerekir. Hatalarınızla, yanlış uygulamalarınızla yüzleşme ciddiyeti bunu gerektirir. Geçmişle yüzleşmek çok ciddi bir tutarlılık gerektirir; yüzleştiğiniz, kabul ettiğiniz hatayı bir daha yapmamanız gerekir.

Bir örgüt, parti ya da iktidar, geçmişiyle niçin yüzleşmez? Çünkü benzer şeyleri yapmayacağının garantisini veremez de ondan. Bugün Türkiye siyasetinde ne iktidar ne de muhalefet partileri geçmişle yüzleşmenin hiçbir yerinde değildirler. Geçmişle yüzleşmeme tutumu hepsini siyaseten aynılaştırıyor. Buradan bakıldığında ise gördüğüm şey sorunlu geçmişi tarafından esir alınmış bir ülke/toplum görüyorum.


Unutmamamız gereken şey şu sanırım, geçmişiyle yüzleşmemiş bir vicdan vicdansızlık yapmaya devam edecektir. Ne zaman geleceğe dair hayal kurmak istesem hemen geçmişe bakıyorum, geçmişiyle yüzleşmemiş bir toplum ve devleti görünce hayalimin çıtasını hemen aşağılara çekiyorum. Yoksa ki ben de biliyorum kardan kadın yapmasını, ama karşıdan güneş vurduğunda erisin istemiyorum. 

 

 

28 Nisan 2021 Çarşamba

Neden geçmişle yüzleşemiyoruz...?




Geçmişle yüzleşme girişimini insanın kendisiyle, insanın insanla, bireyden topluma, toplumdan devlete uzanan bir girişim olarak özetleyebiliriz. Bizim gibi ülkelerde gündelik hayatta pek karşılığı yoktur; ama biz istemesek bile, insanın insanla yüzleşmesi her an gündelik hayatta devam ediyor. “İnsan yüze bakar” sözü anlamlı gelir bana; “onun yüzü yok bakmaya” ya da “yüzü kızardı”, “yüzsüzün biri” gibi sözler ise hayatın her anında karşımıza çıkmakta. Ben “Birbirimize bakacak bir yüzümüz olsun” sözünü daha anlamlı buluyorum. Benim için yüzleşme konusunun asıl amacının bu olduğunu düşünürüm. Yoksa ki geçmişte olmuş bitmiş bir şeyin gelecekte insana ne faydası olacak diyenlerden biri olabilirdim. Ama asıl mesele, birbirimize bakacak ve bakılacak yüzlerimizin olmasında.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Bu nedenle yüzleşmeyi dün, bugün ve yarın olarak işletmek daha anlamlı olacaktır. Bugün ve yarından bağımsız olarak ele alınacak bir geçmiş, masal anlatılarından öte bir anlam taşımayacaktır. Başkasını bilmem, ama beni bu konuda yazmaya iten şey geçmiş değil, gelecek kaygısıdır.

Herkes gibi gelecek kaygısını yaşarken böylesi bir çalışmanın içinde buldum kendimi. “Neden barışamıyoruz; iç barışımızı neden gerçekleştiremiyoruz?” sorusunu dün de bugün de konuşup tartışmamıza rağmen bir türlü yol alamıyoruz. Bunun üzerine kafa yorup araştırmalar yaptığımda gördüm ki geçmişiyle yüzleşen toplumların bu iç barışı daha kolay ve sancısız gerçekleştiriyor. Bu yüzleşmeyi yapan ülkeler daha aydınlık yarınlara bakabiliyor ve demokratikleşme alanında daha iyi yol alabiliyor.

Geçmişi son derece sorunlu ve şaibelerle dolu bir toplumun iç barışını sağlayıp huzura kavuşması düşünülmemelidir. Söz konusu ülke Türkiye olunca bu konularda geç kalındığını vurgulamak gerekir. Bugün Türkiye’nin iç sorunlarının ağırlığı, geçmişinde bu sorunları çözememiş olmasından kaynaklanıyor; ama aynı Türkiye, geçmişi sürekli işleten bir ülkedir. Geçmişini işleten ülkelerde geçmişle yüzleşme çok zor gerçekleşir. Genelde her ülkenin kutsalı, kahramanı ve değerlisi olur; ama Türkiye gibi ülkelerde kahramanlar çok kahraman ve değerli olanlar çok değerli… Bu kadar kahramanı ve değerlisi olan bir toplum geçmişiyle yüzleşmede zorlanır. Çünkü insanlar siyaseten kahraman bildiklerinin hatasını görmek istemez. Bütün tarih kitapları, kahramanların uzun yaşadığını söyler.

Geçmişle yüzleşme ve barış gibi bir konuda yazıyorsanız yeri geldiğinde siyaseten “değerli” olana da dokunmak zorundasınız. Aksi durumda geçmişin yükü işlemeye devam edecektir. “Peki, bu kadar kahraman ve değerlisi olan bir toplum, geçmişiyle yüzleşebilir mi?” Geleceğini geçmişine esir etmiş bir toplumun bunu kolaylıkla yapamayacağı bilinmelidir. Sorunun cevabını başka ülkelerin deneyimlerinde görebiliriz. Elbette ki her ülkenin kendine özgü kahramanları ve değerlileri vardır. Buna rağmen geçmişleriyle yüzleşebilmişlerdir. En yakın zamanda Güney Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden Şili ve Arjantin gibi ülkeler önemli oranda yaptı bu yüzleşmeyi. “Peki, Türkiye geçmişiyle neden yüzleşemiyor?” sorusunun cevabı “Neden Türkiye’de devrim olmuyor?” sorusunun cevabı kadar derin ve kapsamlıdır. Ama hiç zorlaştırmamız gerekmiyor. Bu çok zor gibi görünen soruna, basitten karmaşığa doğru yol almak daha akılcı bir yöntem gibi gözüküyor. Birçok sorun gibi bu sorun da adıyla çağrılmadı bu ülkede. ‘Geçmişle Yüzleşme’ gibi bir konunun Türkiye’de konuşulması son birkaç yılı geçmez. Bu yüzleşme bugün itibarıyla bu ülkede ne muhalif parti ve örgütlerin ne de devleti yönetenlerin çok istediği bir girişim değil. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bazı olaylar sonucunda düşüncelerinden dolayı insanlar haksız bir şekilde dışlandı ve cezalandırıldı. Devlet tarafından idam edilenler oldu (Sonraki yıllarda aynı devlet kurumları tarafından adlarına okullar, caddeler ve havaalanları yapıldı). Belli ki geçmişin bu kısmı görülmek istenmiyor. Geçmişin işletildiği ülkelerde geçmiş hiç geçmeyecektir. 

Bu ülkede insanlar, acı sonuçlara vesile olmuş geçmiş deneyimleriyle yüzleşmek yerine genellikle bu geçmişlerini savunmaktalar. Solcu ve sağcı çoğunluk “Geçmişimle onur duyuyorum!”; devlet yöneticisiyse “Geçmişimizde utanacağımız bir şey yok!” demekte. Yine sol mahalleden olanlar geçmişten bahsederken, “Devrimci geleneğimiz” (epey bir övünürler bu geçmişle de) deyip; gündelik yaşamda ise devletin yöneticileri ecdatlarıyla, radikal sol örgüt mensupları ise devrimci önderleriyle övünmekte. Oysa sahici bir yüzleşme yapmak isteyenler buralara dokunarak başlamalıdırlar. 

Kişisel yüzleşme deneyimi

Bu ülkede geçmişiyle sahici bir kişisel yüzleşme yapabilmek genellikle kolay değildir. Özellikle sol mahalle üzerine çalıştığım için kendi deneyimlerimden ve tanıklığımdan biliyorum. Sol mahallede geçmişiyle yüzleşen bireyler değil, geçmişiyle böbürlenenler daha çok sevilmekte. Hatta uzun yıllar aynı yaşanmışlıklarda ısrar edenler, davalarına toz kondurmayanlar daha bir kıymet görüyor bu mahallede. “Çok direnişçi biri”, “Yıllardır dik duruyor” sözleri ile bu kıymetleri taçlandırılıyor! Sol mahallede kişisel geçmişiyle yüzleşebilmiş verebileceğim örnek bir kişilik neredeyse yok. Bu durumda anlatabileceğim en sahici yüzleşme deneyimi kendi deneyimim olabilir. Solun ve Kürt’ün PKK mahallesini eleştirdiğim için bu mahallelerden kendime ve kitaplarıma karşı sürekli bir linç söz konusu. Bu linçe çanak tutanlar içinde yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler de bulunuyor. Peki, ne diyorlar? Ortak tepkilerinin nefrete dönüşmüş hâli şöyle: “Geçmişinde hapis yatmış, örgütte kalmış, şimdi onları eleştiriyor. İkiyüzlülük yapıyor.” Ve bunu söyleyenler işi nefrete kadar götürebiliyor. Peki, böyle düşünenler haksız mı, haklı mı? Çok haksızlar! Çünkü geçmişle yüzleşme böyle bir şeydir zaten. Yüzleşme yapmak isteyen insan, kendi geçmişinden başlar bu yüzleşmeyi yapmaya. Örgütte maruz kaldığım ya da tanık olduğum yanlışları ancak ben bilebilir ve söyleyebilirim. Bunu benim adıma başkası yapamaz. Kişisel yüzleşme böyle bir şeyi zorunlu kılar. Bu konularla hiç ilgisi olmayan kimseler yapamazlar bu yüzleşmeyi. Sözünü ettiğim bu çevrelerde yüzleşme kültürü olmadığı, bu konulara aşina olmadıkları için ‘yüzleşme’ ile ‘baskı karşısında itiraf etme’yi aynı şey sanırlar. 

 

İçimizdeki Gardiyanla yüzleşmek

 

Aşırı uç bir radikal ideoloji, insanın içindeki gardiyandır. Yıllar geçmiş olmasına rağmen, bazen aklıma geldikçe üzülüyorum, hapishanede kaldığım yıllar boyunca akşam sayımlarında koğuş kapılarımızı üstümüze kapatan gardiyanları düşman görürdük. Öyle bir düşman ki bir gün mutlaka intikam alınması gereken bir düşman… Siyasi ideolojik mahpuslar için gardiyan, en yakındaki düşmandı. İşi gücü mahpus olmuş devrimcileri yok etmek, onlara tuzak kurup teslim almaktı.

 

Tahliye olduktan sonra, hapishane gardiyanlarımdan bazılarıyla dışarıda, bazılarıyla da proje çalışmaları yaparken hapishanelerde karşılaştım. Bana hiç düşman gibi görünmemişlerdi, hatta tanıyanlar beni gördüklerine çok sevinmişlerdi. Daha birkaç yıl önce düşman gördüğüm insanlarla birlikte çay içip sohbet ettik. Geçmişten, şuradan buradan konuştuk. Onlar da aynı bizim gibiymiş meğer… Mahpusların sorunlarıyla ilgilendiğimizi öğrendiklerinde sitem edip “Biz de şu hapishanede yarı vardiyalı mahpus sayılırız, insan hakları örgütleri bizimle ilgilenmiyor.” demişlerdi. Onlarla bu karşılaşmamız ezberimi bozmuştu. Birkaç yıl önce benim düşman olarak gördüğüm aynı gardiyan şimdi benden destek, ilgi bekliyordu. Bir süre bunun üzerine düşündüm, düşündükçe hapishane ve gardiyan algım paramparça oldu. Yıllarca bu insanları bana düşman gördüren ruh dünyamı sorguladım. Ulaştığım sonuç ise şuydu: Meğer beni tutsak alan şey hapishane gardiyanı değil, içimde korkuluğum olmuş olan ideolojik gardiyandı.

 

Hapishane sonrasını çok iyi hatırlıyorum. Gardiyandan kurtulmama rağmen içimdeki gardiyandan epey bir zaman daha kurtulamamıştım. O gün bugündür düşünüyorum; gün olur hapishanedeki gardiyandan da kurtulursun, ama içinde korkuluğun olmuş ideolojik gardiyandan kurtulmak kolay değildir. İnsan önce içindeki gardiyanla yüzleşmelidir. Kendi gardiyanız tarafından esir alındığınızda hiç bitmeyecek bir mahpusluğun esiri oluyorsunuz.

 

İçimdeki gardiyanın esiri olduğum zamanlarda algı dünyam şöyleydi; bir şey ya yanlıştı ya doğru, ya siyahtı ya beyaz, ya haklıydı ya haksız, ya iyiydi ya kötü. Böylesi düz bir akıl çok yoruyordu beni. Hayatın iki şıktan ibaret olmadığını, daha başka renklerin ve ara bölgelerin de olduğunu anladığımda artık içimdeki gardiyandan kurtulmuştum.

Devletin hapishanelerinde gün sayanlar bir gün elbet çıkarlar dışarıya, ama kendi hapishanelerinde yaşayanların günü şafağı belli değildir. Kişisel yüzleşme kolay değildir; insanın kendi içindeki düşmanı görebilmesi, onunla yüzleşebilmesi ise hiç değil… Uzun yıllar beni esir alan içimdeki gardiyanla yüzleşeli beri kendimi daha özgür, daha iyi hissediyorum. 

 

 

28 Şubat 2021 Pazar

Şimel’i Nasıl Boğdular..?

Şimel’i Nasıl Boğdular..?

 


Hapishanede kadınlar, uyur iken kadınları boğdular…

Çok yıllar önce Elias Canettı’den şöyle bir cümle okumuştum, “İnsan, uyurken gördüğü bir insandan bir daha asla nefret edemez.” Bu söz üzerine hapishane koğuşumuzda arkadaşları gece uykularında izledim. O gün bu sözün doğruluğuna inandım. En çirkin olanımız bile uyurken çok masum ve sevimli göründü gözüme.

 

Yıllar sonra duydum ki, kadınlar hapishanesinde PKK’li kadınlar Urfa Hapishanesi'nde Berfin adında bir kadını uyurken boğmuşlar. Önce iki kadını gönderiyorlar “Gidin bu hain işbirlikçi Berfin'i uykuda boğun!” diyorlar. Kadınlardan biri ranzasında uyuyan Berfin’e yaklaşıyor. Uykulu haliyle görür görmez geri dönüyor, “Ben yapamam, çok güzel uyuyordu.” diyor. Bu kez başka bir grup kadın gönderirler, Berfin'i gecenin bir vaktinde uykusundan uyandırıp yarım kalmış görevi tamamlıyorlar.

 

Ortaçağ engizisyon mahkemeleri bile kurbanı infaz etmeden önce, son dileğini sorarlarmış. Modern çağda ise her devlet idam cezasına çarptırılmış mahpusu idam etmeden önce son dileğini soruyorlar. 

 

Şimel Aydın 14 yaşında örgüte katılıyor. 16 yaşında İstanbul Esenler Lisesinde komite sorumlusu yapılıyor. 1994 yılında İstanbul Bayrampaşa Hapishanesi'nde henüz 17 yaşındayken, DHKP-C'li 30 kadın tarafından bir gece koğuşta yatağında uyurken, boğdurulmak suretiyle öldürüldü. Sabah gardiyanlar koğuşa gelip, kim yaptı diye sorduğunda, koğuştaki 30 kadın sol yumruklarını havaya kaldırıp hep birden, “Biz öldürdük, devrimciler öldürdü!” dediler.

 

O gün orada 11 sol örgüt vardı ama hiç kimse bu cinayete engel olamadı. Şimel öldürüldükten sonra diğer infaz edilenler gibi, bir daha adı anılmadı bir yerlerde. Ailesi bile çıkıp “Bizim Şimel adında bir kızımız vardı, onu öldürdüler.” diyemedi. 1994’ten 2014 yılına kadar tam 20 yıl ne ailesi ne de başkaları Şimel Aydın’ı kimse anmadı, hatırlamak bile istemedi. Sanki böyle biri hiç yaşamamıştı. Ta ki “Yoldaşını öldürmek” kitabıma konu edinceye kadar.

 

Peki şimdi anan hatırlayan var mı…? Eğer arada bir hatırlatmasam, Şimel’i hatırlayıp anacak ikinci kişi yok bu ülkede… Şimel Aydın’ın babasının, kızının anlatıldığı kitabımı okuyamadığını öğrendim. Kız kardeşi, “Babam okumaya cesaret edemedi.” demişti. Şimel’in ölümünden sonra mahallede “hain” yakını olmamak için, onlarda diğer örgüt mağduru yakınları gibi mahalle değiştirmişler. 

 

Devletin mağdur ettiği insanları her hafta Galatasaray Meydanı'nda anmak için sıraya girenler, bir tek gün bile Şimel’i anmak istemiyor. Örgüt mağdurlarının kimi kimsesi yok bu ülkede. 

 

 

 

 

 

Ulaş'a Nasıl Kıydılar...?

Ulaş’a nasıl kıydılar…?

 

Ulaş 14 yaşında Lise yıllarında örgütle tanışınca ismi konuşulur. İlk eski devrimci (1972 de öldürüldü) Ulaş Bardakçı ismiyle o günlerde tanışır. Eve gidip babasına sorar, “Baba benim adımı neden Ulaş koydunuz?” Babası da, “Bizim kuşaktan herkes oğluna ya Deniz, ya da Mahir koyuyordu. Ben de Ulaş Bardakçı adı yaşasın diye senin adını Ulaş koydum.” der. Ulaş 17 yaşında Samsun’da bir lisede okurken gözaltına alınır ve herkes kadar konuşur emniyette, sonra da tutuklanıp Ankara Ulucanlar Hapishanesi'ne getirilir. DHKP-C davasından mahpusların koğuşuna verilir. Örgüt hapishane koğuşunda Ulaş’ı tutuklayıp sorgular. “Muhbir” olduğundan şüphelenirler. 

 

Ulaş’ın koğuşta infaz edileceğini öğrenen diğer örgütlerden kişiler, “Bu çocuğun adı Ulaş, belli ki solcu demokrat bir ailenin çocuğu. Örgüt bunu affedemez mi..?” derler. Örgüt sorumlusunun tepkisi sert olur. “Öldükten sonra unutulur, kimse hainleri hatırlamaz!” der.

Örgüt sorumlusu haklı çıkar. 25 yıl geçmesine rağmen Ulaş’ı kimse hatırlamaz, anmaz. Ailesi bile anamaz. Çünkü kimse “hain” yakını olmak istemez sol mahallede. 

 

25 yıl sonra Ulaş'ı “Onlar Daha Çocuktu” kitabımda yazarken, Ordu'da yaşayan  Ulaş’ın kardeşini buldum ve sordum, o da bildiği kadar anlattı. “Abimi görüş kabininde en son gördüğümde 9 yaşındaydım. Görüş kabinine girdiğimde abimle birlikte bir de örgüt sorumlusu vardı. Bizimle hep o konuştu. Ayrılırken ‘Abine sarılmak ister misin, gardiyana söyleyeyim seni bu tarafa alalım.’ dediğinde, cesaret edemedim. Gardiyanlardan korkuyordum. Annem bu halimi görünce içeri göndermedi, ben de abime sarılamadım. Meğer o zalim örgüt sorumlusu abimin öldürüleceğini biliyordu. Belki de bilinçli yaptı, bana dert olsun diye. O ziyaretin sonrası bir hafta sonra da abimi öldürdüler. Babamlar uzun bir dönem bana abimi “Örgüt öldürdü” demediler. Devlet operasyonunda ölmüş diyorlardı. Biraz büyüdüğümde söylediler. O gün bugündür örgütlere uzağım abi!" 

 

Çocukları öldürüldüğünde Ulaş’ın ailesi Samsun’dan Ordu’ya göç ederler. Kaldıkları sol mahallede “hain” yakını olmak istememişler. Solculara olan inançları kırılmış ve bir daha da yakın olamamışlar. Böyle ne acı hikayeler var. Sırasıyla mezarlara gömdüğünüz ve üstünü kapattığınız ölüleriniz tek tek mezardan çıkacaklar. “Onlar Daha Çocuktu” kitabında Ulaş gibi gömülüp üstü örtülmüş 7 çocuğun hikayesi daha var. Bu çocukların ahı üzerinizde olsun!

Devletin öldürdüğü Ulaş Bardakçı’yı her yıl ananlar, DHKP-C nin öldürdüğü 17 yaşındaki Ulaş Şahintürk’ü 25 yıldır  anmıyorlar, hatırlamak bile istemiyorlar. 

 


21 Şubat 2021 Pazar

Bir Nazi Dönemi Hikayesi...


Osman’ın trajik öyküsünün tamamı okunduğunda, PKK ve radikal sol örgüt kurbanlarının ailelerinin neden suskun kaldıklarını daha iyi anlamış olacağız. Osman Tim, 1992’de Bayrampaşa Hapishanesi’nde PKK tarafından ilk örgüt içi infaz edilen insandır. Okulu bırakıp örgüte katıldığında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği 2. sınıf öğrencisiydi. 2014 yılında Osman’ı “Yoldaşını Öldürmek” kitabıma konu ettiğimde hapishanedeki tanıklığımla yetinmiştim. Çünkü o güne kadar ailesinden kimselere ulaşamamış ve hapishane sonrası olup bitenlerden haberim olmamıştı. Meğer ailesi asıl trajediyi Osman’ın öldürülmesinden sonra dışarıda yaşamıştır. Osman’ın cenazesi Bayrampaşa Hapishanesi’nden alındıktan sonra Iğdır’a, ailesinin bulunduğu köye getirilir. Acılı aile defin için yola çıktığında örgütün engeline takılır. Örgüt sorumluları, Osman’ın köy mezarlığına gömülmesine izin vermez. “O bir haindir, buraya gömemezsiniz!” derler. Bu tehdit üzerine köyden kimseler, akrabaları bile Osman’ın cenaze namazına katılmak istemez. Örgütün bu baskısı üzerine aile korkudan dolayı Osman’ı gizlice gömmek zorunda kalır. Aynı günlerde Iğdır bölgesi örgüt sorumlusu aileye yeni bir haber gönderir. Osman davaya ihanet ettiğinden, yerine dağa çıkması için aileden birini isterler. Osman’dan küçük biri erkek, iki de kız kardeşi vardır. Örgütün bu konudaki kararı şöyledir: “Eğer erkek kardeşi katılmazsa yerine iki kız kardeşini isteriz.” (Örgütün bu askerî adaletine göre iki kadın bir erkek ancak ediyordur). Bu talimatı alan Osman’ın babası iki kızını evden kaçırır, dağa çıkarılmamaları için akrabalarında saklar. Osman’ın erkek kardeşi Hasan Tim ise o yıl İzmir’de amcalarının yanında lisede okumaktadır. Hasan, abisi Osman’ın öldürülmesinden sonra kendisini örgütten korumak için soyadını değiştirmek zorunda kalır. Acılı baba, Iğdır’da örgütün kendisinden istediklerini yapmayıp çocuklarını korumaya alır. Bunun üzerine de örgüt mahallede aile üzerindeki baskılarını artırır. Aileyi önce “hain” aile ilan edip dışlar, sonra da bir türlü bitip tükenmeyen tacizler yöneltir. Uzun bir dönem evleri örgüt militanları tarafından gözetim altında tutulur. Eğer eve Osman’ın kardeşlerinden biri gelse, örgüt devrim adına tutuklayıp zorla dağa çıkaracaktır. Örgütün kararı ve baskıları yüzünden babası, Osman’a ait tüm belge ve bilgiler dâhil evin içinde ne varsa yok eder. 28 yıl sonra kardeşi Hasan’dan Osman’a ait bir fotoğraf istediğimde, “Babam, abim Osman’a ait evde ne varsa uzaklaştırdı, fotoğraflarını yırttı.” demişti. Öyle anlaşılıyor ki örgüt Osman’ı öldürmekle yetinmemiş, Osman’a ait tüm bilgi belgeleri ortadan kaldırıp, hafızalardan da silmek istemiştir. Bu uzun ve trajik hikâyede örgüt baskısı nedeniyle aile dağılır. Derken yıllar geçer. Kardeş Hasan evlenir, bir oğlu olur. Abisine vefa duyup oğlunun adını Osman koyar. Osman büyür, 15 yaşına geldiğinde amcası Osman’ın hikâyesinin peşine düşer. Bir gün internette aranırken, “Yoldaşını Öldürmek” kitabımda amcası Osman’ın anlatıldığını öğrenir. Babasına baskı yapar. “Baba şu amcamı yazan yazarı arayıp konuşalım.” der. Bunun üzerine bana ulaşırlar. Bana ulaştıklarında Osman’ın ölümü üzerinden tam 28 yıl geçmiştir. Onlarla konuşurken, korku duvarını aştıklarını gördüm. Kardeşi Hasan’la yukarıda yazdıklarımdan daha fazlasını konuştuk. “Biz korktuk, abimizi savunamadık.” dediler. Ama bundan sonra korkmayacaklarını, her platformda Osman’ı savunacaklarını söylediler. 

 

Bazıları için hayat zor. Yakınınızı devlet öldürdüğünde arayıp soranınız çok oluyor, örgüt öldürdüğünde sesinizi kimse duymak istemiyor. Osman Tim’in kaderini yaşamış binlerce aile dramı var. Bu yaşam hikâyelerini okuduğumuzda insan bir an kendini Nazi Dönemi’nde yaşamış gibi hissediyor. Osman Tim yalnız değildir. Kitabımda Osman gibi yaşam hikâyeleri birbirinden trajik 40 kurbandan bahsettim. Örgüt mahallesinde “hain” yakını olmak, sol mahallelerde taşınması oldukça zor bir yük. Bu yükü taşıyamayan aileler, çocuklarının ölümünden sonra başka mahallelere taşındılar.

 

Bu yazı Vadi yayınevinden çıkan “Yüzleşerek Barışmak”  adlı kitabımdan alınmıştır. 

 


 


3 Aralık 2020 Perşembe

Doğu'ya Yamuk Bakmak...

Doğu’ya Yamuk bakmak…       

  

 

Doğulu olduğumuz halde doğuyu ne kadar tanıyoruz? Bu soru sorulduğunda çoğu defa olumsuz yanıtlar alınmıştır. Türkiye’de özellikle sol mahalleden aydınlar, gerçek anlamıyla Doğu’yu ve Doğu’nun tarihsel kültürel geçmişini, değerlerini genellikle küçümsedi ve görmezden geldiler. Doğu her zaman bir ‘Batılı’ kafasıyla düşünülmüş ve öyle değerlendirilmiştir. Ne zaman doğu kültüründen ve sanatından söz açılsa ‘geri’ ve ‘ortaçağ’ denilerek araya mesafe konulduğuna tanık oldum. Bu gerçeğin farkına varmış birisi olarak, Doğu (Şark) klasiklerini okumak istediğimde bu konuda çok şanslı olmadığımı anladım. Çünkü Türkiye’de Şark İslam klasiklerini çevirip yayınlatan kurumun TC Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim bakanlığı olduğunu gördüm. Her iki bakanlık da bazı dönemlerde diziler olarak yayınlamışlar bu eserleri. Bu kültür hizmetini yaparken kendi resmi ideolojilerine göre yaptıklarını anlıyoruz. Eserlerin içeriğini revize etmekten tutalım da birçok şark İslam düşünürünün ‘Türk’ sayılmasına kadar. Örneğin Farabi, İbni Sina, Biruni, Mevlana, Nesimi, Fuzuli gibi birçok İslam düşünürünü Türk asıllı ilan etmişlerdir. Gerçekte ise bunlardan bazıları Türk değil  bazılarının Fars, Kürt ve Arap asıllı oldukları biliniyor. Bursa hapishanesinde kaldığım dönemlerde koğuş kütüphanelerinde 20 bin civarında kitap vardı. Her türlü kitap vardı ama Şark Klasikleri dediğim, Doğu’ya ait eserler yoktu. Hapishane idaresinin kütüphanesinden istiyorduk bu kitapları. Doğu toplumlarına ilişkin bir kitap çalışması yaparken, ilk o zaman fark ettim bu konuda ciddi yanılgılarımızın olduğunu. Bu kadar yanılgıların içinde nasıl oldu da Doğu toplumları üzerine inceleme gereği duydum sorusuna cevap olarak biraz tesadüf, biraz da imkansızlıklar desem abartmış olmam sanırım. Siyasi mahpusların, örgütlerin olmadığı bir hapishanede keşfettim bu konuyu. Hapishane kütüphanesinden kitap alıp okumaya başladığımda fark ettim Doğu eserlerini. O güne kadar ben de bilmiyordum, Doğu’da kültür-sanat, felsefe olmaz diye düşünüyordum. Okumaya başlayınca yanıldığımı anladım. Bu keşif beni derin inceleme-araştırmalara yönlendirdi. 

 

Hristiyan Hegel İlerici, Müslüman İbn Rüşt neden Gerici?

 

Hapishane koğuşlarında sıradan bir sosyaliste, solcu mahpusa Batı felsefesini sorduğumda Voltaire’i, Descartes’i, Hegel’i tanıyordu. Ama aynı kişiler İbn Rüşt’ü, İbn Haldun’u tanımıyordu. İki kelimeyle “dincidir”, “gericidir” diyorlardı. Çok derin önyargıları vardı. İbn Rüşt müslüman olduğu için gerici oluyor ama diğer taraftan ilerici dediği Hegel’de Hıristiyan’dır. Her ikisi de farklı da olsa dinin etkisi altındadır. Ya da şöyle diyelim, Müslüman İbn Rüşt’ün Allahı var da, Hıristiyan Hegel’in yok mu? İşte burada Avrupa merkezci bakış açısı etkili oluyor, yoksa ki sorun ilerici-gerici sorunu değildir. Tarihteki uygarlıklar diyalektiği araştırıldığında, birbirlerini etkiledikleri anlaşılır. İlk uygarlıklar Doğu’da ortaya çıktı. Son Doğu uygarlıklarından birinin de İslam uygarlığı olduğu unutulmamalıdır. Birçok batılı tarihçi ve düşünce adamı bu gerçeği kabul etmektedir. 13. yüzyılda İbn Rüşd, Batı da Aristo’nun en büyük yorumlayıcısı sayılmıştır. İbn Rüşd İslam felsefesine de mal edildiği kadar, batı ortaçağ felsefesine de mal edilir. İbn Rüşd’ün yanı sıra diğer İbn Haldun gibi İslam bilginleri de birçok batılı düşünce insanını etkilemiştir. Türkiye’de Doğu kültürü ve sanatıyla araya mesafe koyan anlayışı incelemek oldukça önem taşıyor. Öz gerçeklikten bu kadar uzaklaşmış, Avrupa merkezci bir sol geleneğin gelişme şansı olabilir miydi? Bence olamazdı. Türkiye’de aydınlanma hareketinin gelişememesinin birçok nedeni var ama bu anlatmaya çalıştığım neden, yani kendi kültürel değerlerine yabancılaşması sorunu en önemli nedenlerden birisidir. PKK gibi Kürt sol örgütleri de bu eleştirilerin kapsamı içindedir. Kürtler Ortadoğu’nun ortasında bir halk olmasına rağmen, bu halka öncülük eden siyasi yapılara yakından bakıldığında batılı modelleri esas aldıkları, üst yapı kurumlarında batılı argümanlarla düşündükleri anlaşılır. Şunu rahatlıkla söylemek lazım, geniş anlamda Türkiye’de entelektüel saha Avrupamerkezcidir. Batılı kültürel değerler cazip, Doğulu, yani kendi kültürel değerleri aciz gelmiştir. Düşünce dünyamızda doğuya ait çok şey yer almamaktadır. Bunları belirtirken şöyle bir hataya düşmek istemem, batılı kültürel değerler yanlış mı ya da zararlı mı? Eleştiri konusu yaptığım şey, batılı değerlere gösterdikleri ilginin yarısını kendi değerlerine göstermemeleridir. Yine bu anlattıklarım batılı ve doğulu değerlerin yanlışlığı ve doğruluğu üzerine değildir. Eleştirim yönteme, yamuk bir bakış açısına yöneliktir. Tam da burada eleştiri konusu yaptığım bakış açısına biraz daha yakından bakalım. Avrupamerkezcilik sadece bir tarih anlayışı değildir, bundan daha kapsamlı bir şeydir. Oryantalizm, ırkçılık, pozitivizm gibi birçok akımı içine alır. Mesela felsefe alanında antik yunan felsefesi unsurlarından biridir. Hıristiyanlık bir başka düşünsel kaynağıdır. Sanayi uygarlığı dediğimiz endüstriyel ilerlemecilik ise baş unsurudur. Bu Avrupamerkezci tarih anlayışına göre tüm insanlık tarihsel ilerlemesini Avrupa uygarlığı üzerinden yapacaktır. Avrupa kültürel alanda ve sanayi alanında insanlığı en üst düzeyde temsil etmektedir. Avrupa’nın dışında kalan toplumlar, Avrupa’nın öncülük ettiği uygarlığa ulaşmak için Avrupa’yı kendilerine bir zorunluluk olarak model almalıdır! Avrupamerkezci bir Marksist anlayış ise, insanlığı ileriye götürecek en devrimci öznenin Avrupa proletaryası olduğunu söylüyordu. Avrupa’yı merkeze koyarak model alma alışkanlığı ya da hayranlığı genel anlamda Türkiye’nin 200 yıldır devam eden macerası. Dönem dönem gelgitler olmasına rağmen devam eden bir süreç. Bu sürecin olumlu ya da olumsuz yönleri ayrı bir yazı konusu olabilir. Ama sol  hareket açısından orta yerde model alınacak bir solun kalmadığını bilmemiz gerekir. 

 

Doğu-Batı Sorunu   

 

Doğu-batı sorunu tarihin en tartışmalı teorik konularından birisidir. Halen devam eden, başı sonu belli olmayan bir tartışma alanıdır. Hem siyaseten, hem de entelektüel alanda devam ediyor tartışmalar. 19. yüzyılda batının doğuya yayılışını dünyanın batılılaşması olarak değerlendirenler şimdi küreselleşen dünya olarak ifade ediyorlar. Sorunu ileri batı- geri doğu olarak adlandıranlar da var. Özellikle soruna Avrupamerkezci bakış açısı ile yaklaşanlar bu düzlemde ele aldılar sorunu. Tarihin çok ağır bir sorunu olan Doğu-Batı meselesinde ilerici-gerici gibi ifadeler kullanılmasını doğru bulmuyorum. ‘İleri’ ve ‘geri’ kavramları sorunlu kavramlardır. ‘ileri’yi daha sonra gelen anlamında değerlendirenler sınıfındayım. Coğrafi ayrımlar yapılarak, ‘ileri’ ve ‘geri’ olarak tanımlanması şoven-ırkçı yaklaşımlara götürür insanı. 

 

Batı da 16. yüzyıl Rönesans’ından beri böylesi bir bölünme yaratılmış. 18. yüzyılda ise batı kapitalizmi bu egemen ideolojisini bu ayrım üzerinden gerçekleştirip oryantalizm kavramı ile formüle etmiştir. Peki gerçekten böylesi bir batı-doğu var mıdır? Varsa ne kadar objektiftir? Batının ilericiliği, doğunun gericiliği kavramlarında kıstas nedir? Batılı egemen zihniyete göre doğu her şeyi ile geridir. İlk başta iktisadi alanda geri kalmıştır. Kültürel alanda geridir, doğu bilim ve sanattan anlamaz. Ayrıca da doğuluların düşünce dünyası felsefe yapmaya müsait değildir vb. vb.  Bu oryantalist-ırkçı tespitleri daha da çoğaltabiliriz. Batının ileri olduğuna kanıt ise kapitalist uygarlığın yaratıcısı olması gösteriliyor. Doğu, feodal, karanlık bir ortaçağ, batı ise modern uygarlık olarak değerlendirilmektedir. Batı kapitalizminin endüstriyel ilerlemeci anlayışına göre bilim, felsefe ve aydınlanma gibi girişimler Avrupa ile ortaya çıkmıştır. Bilinen nedenlerden ötürü kapitalizm batıda erken gelişti. Bir toplumda üretim güçlerinin ve araçlarının gelişmişlik düzeyi her zaman o toplumu iyi bir model kılmaz. Burada, ‘ileri’ bir toplumdan ne anladığımız ya da ‘ileri’ olgusuna nasıl yaklaştığımız önemli bence. Önce de belirttiğim gibi, bu konuda ‘ileri’ ve ‘ilericiliği’ ‘daha sonra gelen’ olarak kabul ediyorum. Yoksa ileri kavramına olumlu ve iyi bir toplumsal model olarak yaklaşırsak, sanayi uygarlığının tüm sonuçlarını da kabul etmiş oluruz. Eğer batılı kapitalist uygarlığı gelmiş geçmiş en ileri, en iyi toplumsal sistem olarak kabul edersek, 20. yüzyıldaki savaşları, Nazi faşizmini nereye koyacağız? Unutmamalıyız ki insanlık tarihi felaketlerin en büyüğünü 20. yüzyılda yaşadı. Yani batı uygarlığının en doruğa yükseldiği bir çağda! Bu kadar şey söyledikten sonra, o halde batı kötü mü? Eğer batı kötü ise doğu iyi mi? Ne batı kötü, ne de doğu iyi. Üzerinde tartıştığımız şey ‘iyi’ ve ‘kötü’lerin dışında ele alınarak tartışılması gereken sorunlar ve bu tarihin ya da entelektüel alanın ağır sorunlarıdır. Bu gibi sorunlara siyah-beyaz bakmak zorunda değiliz. Ve daha önemlisi, doğu-batı gibi geniş ve ağır bir problemi Avrupamerkezci bakış açısıyla tartışmamalıyız. Sorun, coğrafik bölgesel kavramlarla tarif edilemez. Toplumları toplum yapan bölgesel özellikleri değil, sınıfsal özellikleri, bileşenleri ve iç çelişkileridir. Doğu-batı sorunu sınıfsal çelişkileri yönünden ele alınmalıdır. Ne doğu ne de batı kendi içlerinde tek bir sınıf bileşeninden oluşmuyor. Sınıflardan oluşan her toplumsal sistemin birden fazla görünümü olur. Bu yüzden birden fazla bakış açısıyla ele alınmaları gerekir. 

 

Zulmün ve Özgürlüğün Coğrafyası Olmaz

 

Dönelim doğuya. Benzer şeyler doğu için de söylenebilir. Batıda düşüncelerinden dolayı Bruno’yu ateşte yakanlar, doğuda da Mansur’un derisini yüzdüler. Zulmün ve özgürlüğün coğrafyası olmaz. Geçmişten bugüne Batıda verilen özgürlükler mücadelesi elbette ki göz ardı edilmemelidir. Bugün batılı değerlerden söz ediyorsak, bu değerlerin çok zorlu mücadeleler sonucunda kazanıldığını unutmamak gerekir. Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve daha buna benzer insanlığa mal olmuş bu ortak değerler önce Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Kaldı ki bugün aynı Batının kendisi ‘batılı değerler’ dediğimiz birçok şeyden hızla uzaklaşıyor. Yukarıda andığımız demokratik değerlerin içi boşaltıldı. Çok ikiyüzlü siyasetlerle ayakta durmaya çalışan bir batıdan söz edebiliriz ancak. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, Kürtler ve Avrupa birliği ilişkileri yakından incelendiğinde ikiyüzlülük daha net anlaşılmaktadır. 

 


Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...