28 Nisan 2021 Çarşamba

Neden geçmişle yüzleşemiyoruz...?




Geçmişle yüzleşme girişimini insanın kendisiyle, insanın insanla, bireyden topluma, toplumdan devlete uzanan bir girişim olarak özetleyebiliriz. Bizim gibi ülkelerde gündelik hayatta pek karşılığı yoktur; ama biz istemesek bile, insanın insanla yüzleşmesi her an gündelik hayatta devam ediyor. “İnsan yüze bakar” sözü anlamlı gelir bana; “onun yüzü yok bakmaya” ya da “yüzü kızardı”, “yüzsüzün biri” gibi sözler ise hayatın her anında karşımıza çıkmakta. Ben “Birbirimize bakacak bir yüzümüz olsun” sözünü daha anlamlı buluyorum. Benim için yüzleşme konusunun asıl amacının bu olduğunu düşünürüm. Yoksa ki geçmişte olmuş bitmiş bir şeyin gelecekte insana ne faydası olacak diyenlerden biri olabilirdim. Ama asıl mesele, birbirimize bakacak ve bakılacak yüzlerimizin olmasında.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Bu nedenle yüzleşmeyi dün, bugün ve yarın olarak işletmek daha anlamlı olacaktır. Bugün ve yarından bağımsız olarak ele alınacak bir geçmiş, masal anlatılarından öte bir anlam taşımayacaktır. Başkasını bilmem, ama beni bu konuda yazmaya iten şey geçmiş değil, gelecek kaygısıdır.

Herkes gibi gelecek kaygısını yaşarken böylesi bir çalışmanın içinde buldum kendimi. “Neden barışamıyoruz; iç barışımızı neden gerçekleştiremiyoruz?” sorusunu dün de bugün de konuşup tartışmamıza rağmen bir türlü yol alamıyoruz. Bunun üzerine kafa yorup araştırmalar yaptığımda gördüm ki geçmişiyle yüzleşen toplumların bu iç barışı daha kolay ve sancısız gerçekleştiriyor. Bu yüzleşmeyi yapan ülkeler daha aydınlık yarınlara bakabiliyor ve demokratikleşme alanında daha iyi yol alabiliyor.

Geçmişi son derece sorunlu ve şaibelerle dolu bir toplumun iç barışını sağlayıp huzura kavuşması düşünülmemelidir. Söz konusu ülke Türkiye olunca bu konularda geç kalındığını vurgulamak gerekir. Bugün Türkiye’nin iç sorunlarının ağırlığı, geçmişinde bu sorunları çözememiş olmasından kaynaklanıyor; ama aynı Türkiye, geçmişi sürekli işleten bir ülkedir. Geçmişini işleten ülkelerde geçmişle yüzleşme çok zor gerçekleşir. Genelde her ülkenin kutsalı, kahramanı ve değerlisi olur; ama Türkiye gibi ülkelerde kahramanlar çok kahraman ve değerli olanlar çok değerli… Bu kadar kahramanı ve değerlisi olan bir toplum geçmişiyle yüzleşmede zorlanır. Çünkü insanlar siyaseten kahraman bildiklerinin hatasını görmek istemez. Bütün tarih kitapları, kahramanların uzun yaşadığını söyler.

Geçmişle yüzleşme ve barış gibi bir konuda yazıyorsanız yeri geldiğinde siyaseten “değerli” olana da dokunmak zorundasınız. Aksi durumda geçmişin yükü işlemeye devam edecektir. “Peki, bu kadar kahraman ve değerlisi olan bir toplum, geçmişiyle yüzleşebilir mi?” Geleceğini geçmişine esir etmiş bir toplumun bunu kolaylıkla yapamayacağı bilinmelidir. Sorunun cevabını başka ülkelerin deneyimlerinde görebiliriz. Elbette ki her ülkenin kendine özgü kahramanları ve değerlileri vardır. Buna rağmen geçmişleriyle yüzleşebilmişlerdir. En yakın zamanda Güney Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden Şili ve Arjantin gibi ülkeler önemli oranda yaptı bu yüzleşmeyi. “Peki, Türkiye geçmişiyle neden yüzleşemiyor?” sorusunun cevabı “Neden Türkiye’de devrim olmuyor?” sorusunun cevabı kadar derin ve kapsamlıdır. Ama hiç zorlaştırmamız gerekmiyor. Bu çok zor gibi görünen soruna, basitten karmaşığa doğru yol almak daha akılcı bir yöntem gibi gözüküyor. Birçok sorun gibi bu sorun da adıyla çağrılmadı bu ülkede. ‘Geçmişle Yüzleşme’ gibi bir konunun Türkiye’de konuşulması son birkaç yılı geçmez. Bu yüzleşme bugün itibarıyla bu ülkede ne muhalif parti ve örgütlerin ne de devleti yönetenlerin çok istediği bir girişim değil. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bazı olaylar sonucunda düşüncelerinden dolayı insanlar haksız bir şekilde dışlandı ve cezalandırıldı. Devlet tarafından idam edilenler oldu (Sonraki yıllarda aynı devlet kurumları tarafından adlarına okullar, caddeler ve havaalanları yapıldı). Belli ki geçmişin bu kısmı görülmek istenmiyor. Geçmişin işletildiği ülkelerde geçmiş hiç geçmeyecektir. 

Bu ülkede insanlar, acı sonuçlara vesile olmuş geçmiş deneyimleriyle yüzleşmek yerine genellikle bu geçmişlerini savunmaktalar. Solcu ve sağcı çoğunluk “Geçmişimle onur duyuyorum!”; devlet yöneticisiyse “Geçmişimizde utanacağımız bir şey yok!” demekte. Yine sol mahalleden olanlar geçmişten bahsederken, “Devrimci geleneğimiz” (epey bir övünürler bu geçmişle de) deyip; gündelik yaşamda ise devletin yöneticileri ecdatlarıyla, radikal sol örgüt mensupları ise devrimci önderleriyle övünmekte. Oysa sahici bir yüzleşme yapmak isteyenler buralara dokunarak başlamalıdırlar. 

Kişisel yüzleşme deneyimi

Bu ülkede geçmişiyle sahici bir kişisel yüzleşme yapabilmek genellikle kolay değildir. Özellikle sol mahalle üzerine çalıştığım için kendi deneyimlerimden ve tanıklığımdan biliyorum. Sol mahallede geçmişiyle yüzleşen bireyler değil, geçmişiyle böbürlenenler daha çok sevilmekte. Hatta uzun yıllar aynı yaşanmışlıklarda ısrar edenler, davalarına toz kondurmayanlar daha bir kıymet görüyor bu mahallede. “Çok direnişçi biri”, “Yıllardır dik duruyor” sözleri ile bu kıymetleri taçlandırılıyor! Sol mahallede kişisel geçmişiyle yüzleşebilmiş verebileceğim örnek bir kişilik neredeyse yok. Bu durumda anlatabileceğim en sahici yüzleşme deneyimi kendi deneyimim olabilir. Solun ve Kürt’ün PKK mahallesini eleştirdiğim için bu mahallelerden kendime ve kitaplarıma karşı sürekli bir linç söz konusu. Bu linçe çanak tutanlar içinde yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler de bulunuyor. Peki, ne diyorlar? Ortak tepkilerinin nefrete dönüşmüş hâli şöyle: “Geçmişinde hapis yatmış, örgütte kalmış, şimdi onları eleştiriyor. İkiyüzlülük yapıyor.” Ve bunu söyleyenler işi nefrete kadar götürebiliyor. Peki, böyle düşünenler haksız mı, haklı mı? Çok haksızlar! Çünkü geçmişle yüzleşme böyle bir şeydir zaten. Yüzleşme yapmak isteyen insan, kendi geçmişinden başlar bu yüzleşmeyi yapmaya. Örgütte maruz kaldığım ya da tanık olduğum yanlışları ancak ben bilebilir ve söyleyebilirim. Bunu benim adıma başkası yapamaz. Kişisel yüzleşme böyle bir şeyi zorunlu kılar. Bu konularla hiç ilgisi olmayan kimseler yapamazlar bu yüzleşmeyi. Sözünü ettiğim bu çevrelerde yüzleşme kültürü olmadığı, bu konulara aşina olmadıkları için ‘yüzleşme’ ile ‘baskı karşısında itiraf etme’yi aynı şey sanırlar. 

 

İçimizdeki Gardiyanla yüzleşmek

 

Aşırı uç bir radikal ideoloji, insanın içindeki gardiyandır. Yıllar geçmiş olmasına rağmen, bazen aklıma geldikçe üzülüyorum, hapishanede kaldığım yıllar boyunca akşam sayımlarında koğuş kapılarımızı üstümüze kapatan gardiyanları düşman görürdük. Öyle bir düşman ki bir gün mutlaka intikam alınması gereken bir düşman… Siyasi ideolojik mahpuslar için gardiyan, en yakındaki düşmandı. İşi gücü mahpus olmuş devrimcileri yok etmek, onlara tuzak kurup teslim almaktı.

 

Tahliye olduktan sonra, hapishane gardiyanlarımdan bazılarıyla dışarıda, bazılarıyla da proje çalışmaları yaparken hapishanelerde karşılaştım. Bana hiç düşman gibi görünmemişlerdi, hatta tanıyanlar beni gördüklerine çok sevinmişlerdi. Daha birkaç yıl önce düşman gördüğüm insanlarla birlikte çay içip sohbet ettik. Geçmişten, şuradan buradan konuştuk. Onlar da aynı bizim gibiymiş meğer… Mahpusların sorunlarıyla ilgilendiğimizi öğrendiklerinde sitem edip “Biz de şu hapishanede yarı vardiyalı mahpus sayılırız, insan hakları örgütleri bizimle ilgilenmiyor.” demişlerdi. Onlarla bu karşılaşmamız ezberimi bozmuştu. Birkaç yıl önce benim düşman olarak gördüğüm aynı gardiyan şimdi benden destek, ilgi bekliyordu. Bir süre bunun üzerine düşündüm, düşündükçe hapishane ve gardiyan algım paramparça oldu. Yıllarca bu insanları bana düşman gördüren ruh dünyamı sorguladım. Ulaştığım sonuç ise şuydu: Meğer beni tutsak alan şey hapishane gardiyanı değil, içimde korkuluğum olmuş olan ideolojik gardiyandı.

 

Hapishane sonrasını çok iyi hatırlıyorum. Gardiyandan kurtulmama rağmen içimdeki gardiyandan epey bir zaman daha kurtulamamıştım. O gün bugündür düşünüyorum; gün olur hapishanedeki gardiyandan da kurtulursun, ama içinde korkuluğun olmuş ideolojik gardiyandan kurtulmak kolay değildir. İnsan önce içindeki gardiyanla yüzleşmelidir. Kendi gardiyanız tarafından esir alındığınızda hiç bitmeyecek bir mahpusluğun esiri oluyorsunuz.

 

İçimdeki gardiyanın esiri olduğum zamanlarda algı dünyam şöyleydi; bir şey ya yanlıştı ya doğru, ya siyahtı ya beyaz, ya haklıydı ya haksız, ya iyiydi ya kötü. Böylesi düz bir akıl çok yoruyordu beni. Hayatın iki şıktan ibaret olmadığını, daha başka renklerin ve ara bölgelerin de olduğunu anladığımda artık içimdeki gardiyandan kurtulmuştum.

Devletin hapishanelerinde gün sayanlar bir gün elbet çıkarlar dışarıya, ama kendi hapishanelerinde yaşayanların günü şafağı belli değildir. Kişisel yüzleşme kolay değildir; insanın kendi içindeki düşmanı görebilmesi, onunla yüzleşebilmesi ise hiç değil… Uzun yıllar beni esir alan içimdeki gardiyanla yüzleşeli beri kendimi daha özgür, daha iyi hissediyorum. 

 

 

28 Şubat 2021 Pazar

Şimel’i Nasıl Boğdular..?

Şimel’i Nasıl Boğdular..?

 


Hapishanede kadınlar, uyur iken kadınları boğdular…

Çok yıllar önce Elias Canettı’den şöyle bir cümle okumuştum, “İnsan, uyurken gördüğü bir insandan bir daha asla nefret edemez.” Bu söz üzerine hapishane koğuşumuzda arkadaşları gece uykularında izledim. O gün bu sözün doğruluğuna inandım. En çirkin olanımız bile uyurken çok masum ve sevimli göründü gözüme.

 

Yıllar sonra duydum ki, kadınlar hapishanesinde PKK’li kadınlar Urfa Hapishanesi'nde Berfin adında bir kadını uyurken boğmuşlar. Önce iki kadını gönderiyorlar “Gidin bu hain işbirlikçi Berfin'i uykuda boğun!” diyorlar. Kadınlardan biri ranzasında uyuyan Berfin’e yaklaşıyor. Uykulu haliyle görür görmez geri dönüyor, “Ben yapamam, çok güzel uyuyordu.” diyor. Bu kez başka bir grup kadın gönderirler, Berfin'i gecenin bir vaktinde uykusundan uyandırıp yarım kalmış görevi tamamlıyorlar.

 

Ortaçağ engizisyon mahkemeleri bile kurbanı infaz etmeden önce, son dileğini sorarlarmış. Modern çağda ise her devlet idam cezasına çarptırılmış mahpusu idam etmeden önce son dileğini soruyorlar. 

 

Şimel Aydın 14 yaşında örgüte katılıyor. 16 yaşında İstanbul Esenler Lisesinde komite sorumlusu yapılıyor. 1994 yılında İstanbul Bayrampaşa Hapishanesi'nde henüz 17 yaşındayken, DHKP-C'li 30 kadın tarafından bir gece koğuşta yatağında uyurken, boğdurulmak suretiyle öldürüldü. Sabah gardiyanlar koğuşa gelip, kim yaptı diye sorduğunda, koğuştaki 30 kadın sol yumruklarını havaya kaldırıp hep birden, “Biz öldürdük, devrimciler öldürdü!” dediler.

 

O gün orada 11 sol örgüt vardı ama hiç kimse bu cinayete engel olamadı. Şimel öldürüldükten sonra diğer infaz edilenler gibi, bir daha adı anılmadı bir yerlerde. Ailesi bile çıkıp “Bizim Şimel adında bir kızımız vardı, onu öldürdüler.” diyemedi. 1994’ten 2014 yılına kadar tam 20 yıl ne ailesi ne de başkaları Şimel Aydın’ı kimse anmadı, hatırlamak bile istemedi. Sanki böyle biri hiç yaşamamıştı. Ta ki “Yoldaşını öldürmek” kitabıma konu edinceye kadar.

 

Peki şimdi anan hatırlayan var mı…? Eğer arada bir hatırlatmasam, Şimel’i hatırlayıp anacak ikinci kişi yok bu ülkede… Şimel Aydın’ın babasının, kızının anlatıldığı kitabımı okuyamadığını öğrendim. Kız kardeşi, “Babam okumaya cesaret edemedi.” demişti. Şimel’in ölümünden sonra mahallede “hain” yakını olmamak için, onlarda diğer örgüt mağduru yakınları gibi mahalle değiştirmişler. 

 

Devletin mağdur ettiği insanları her hafta Galatasaray Meydanı'nda anmak için sıraya girenler, bir tek gün bile Şimel’i anmak istemiyor. Örgüt mağdurlarının kimi kimsesi yok bu ülkede. 

 

 

 

 

 

Ulaş'a Nasıl Kıydılar...?

Ulaş’a nasıl kıydılar…?

 

Ulaş 14 yaşında Lise yıllarında örgütle tanışınca ismi konuşulur. İlk eski devrimci (1972 de öldürüldü) Ulaş Bardakçı ismiyle o günlerde tanışır. Eve gidip babasına sorar, “Baba benim adımı neden Ulaş koydunuz?” Babası da, “Bizim kuşaktan herkes oğluna ya Deniz, ya da Mahir koyuyordu. Ben de Ulaş Bardakçı adı yaşasın diye senin adını Ulaş koydum.” der. Ulaş 17 yaşında Samsun’da bir lisede okurken gözaltına alınır ve herkes kadar konuşur emniyette, sonra da tutuklanıp Ankara Ulucanlar Hapishanesi'ne getirilir. DHKP-C davasından mahpusların koğuşuna verilir. Örgüt hapishane koğuşunda Ulaş’ı tutuklayıp sorgular. “Muhbir” olduğundan şüphelenirler. 

 

Ulaş’ın koğuşta infaz edileceğini öğrenen diğer örgütlerden kişiler, “Bu çocuğun adı Ulaş, belli ki solcu demokrat bir ailenin çocuğu. Örgüt bunu affedemez mi..?” derler. Örgüt sorumlusunun tepkisi sert olur. “Öldükten sonra unutulur, kimse hainleri hatırlamaz!” der.

Örgüt sorumlusu haklı çıkar. 25 yıl geçmesine rağmen Ulaş’ı kimse hatırlamaz, anmaz. Ailesi bile anamaz. Çünkü kimse “hain” yakını olmak istemez sol mahallede. 

 

25 yıl sonra Ulaş'ı “Onlar Daha Çocuktu” kitabımda yazarken, Ordu'da yaşayan  Ulaş’ın kardeşini buldum ve sordum, o da bildiği kadar anlattı. “Abimi görüş kabininde en son gördüğümde 9 yaşındaydım. Görüş kabinine girdiğimde abimle birlikte bir de örgüt sorumlusu vardı. Bizimle hep o konuştu. Ayrılırken ‘Abine sarılmak ister misin, gardiyana söyleyeyim seni bu tarafa alalım.’ dediğinde, cesaret edemedim. Gardiyanlardan korkuyordum. Annem bu halimi görünce içeri göndermedi, ben de abime sarılamadım. Meğer o zalim örgüt sorumlusu abimin öldürüleceğini biliyordu. Belki de bilinçli yaptı, bana dert olsun diye. O ziyaretin sonrası bir hafta sonra da abimi öldürdüler. Babamlar uzun bir dönem bana abimi “Örgüt öldürdü” demediler. Devlet operasyonunda ölmüş diyorlardı. Biraz büyüdüğümde söylediler. O gün bugündür örgütlere uzağım abi!" 

 

Çocukları öldürüldüğünde Ulaş’ın ailesi Samsun’dan Ordu’ya göç ederler. Kaldıkları sol mahallede “hain” yakını olmak istememişler. Solculara olan inançları kırılmış ve bir daha da yakın olamamışlar. Böyle ne acı hikayeler var. Sırasıyla mezarlara gömdüğünüz ve üstünü kapattığınız ölüleriniz tek tek mezardan çıkacaklar. “Onlar Daha Çocuktu” kitabında Ulaş gibi gömülüp üstü örtülmüş 7 çocuğun hikayesi daha var. Bu çocukların ahı üzerinizde olsun!

Devletin öldürdüğü Ulaş Bardakçı’yı her yıl ananlar, DHKP-C nin öldürdüğü 17 yaşındaki Ulaş Şahintürk’ü 25 yıldır  anmıyorlar, hatırlamak bile istemiyorlar. 

 


21 Şubat 2021 Pazar

Bir Nazi Dönemi Hikayesi...


Osman’ın trajik öyküsünün tamamı okunduğunda, PKK ve radikal sol örgüt kurbanlarının ailelerinin neden suskun kaldıklarını daha iyi anlamış olacağız. Osman Tim, 1992’de Bayrampaşa Hapishanesi’nde PKK tarafından ilk örgüt içi infaz edilen insandır. Okulu bırakıp örgüte katıldığında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği 2. sınıf öğrencisiydi. 2014 yılında Osman’ı “Yoldaşını Öldürmek” kitabıma konu ettiğimde hapishanedeki tanıklığımla yetinmiştim. Çünkü o güne kadar ailesinden kimselere ulaşamamış ve hapishane sonrası olup bitenlerden haberim olmamıştı. Meğer ailesi asıl trajediyi Osman’ın öldürülmesinden sonra dışarıda yaşamıştır. Osman’ın cenazesi Bayrampaşa Hapishanesi’nden alındıktan sonra Iğdır’a, ailesinin bulunduğu köye getirilir. Acılı aile defin için yola çıktığında örgütün engeline takılır. Örgüt sorumluları, Osman’ın köy mezarlığına gömülmesine izin vermez. “O bir haindir, buraya gömemezsiniz!” derler. Bu tehdit üzerine köyden kimseler, akrabaları bile Osman’ın cenaze namazına katılmak istemez. Örgütün bu baskısı üzerine aile korkudan dolayı Osman’ı gizlice gömmek zorunda kalır. Aynı günlerde Iğdır bölgesi örgüt sorumlusu aileye yeni bir haber gönderir. Osman davaya ihanet ettiğinden, yerine dağa çıkması için aileden birini isterler. Osman’dan küçük biri erkek, iki de kız kardeşi vardır. Örgütün bu konudaki kararı şöyledir: “Eğer erkek kardeşi katılmazsa yerine iki kız kardeşini isteriz.” (Örgütün bu askerî adaletine göre iki kadın bir erkek ancak ediyordur). Bu talimatı alan Osman’ın babası iki kızını evden kaçırır, dağa çıkarılmamaları için akrabalarında saklar. Osman’ın erkek kardeşi Hasan Tim ise o yıl İzmir’de amcalarının yanında lisede okumaktadır. Hasan, abisi Osman’ın öldürülmesinden sonra kendisini örgütten korumak için soyadını değiştirmek zorunda kalır. Acılı baba, Iğdır’da örgütün kendisinden istediklerini yapmayıp çocuklarını korumaya alır. Bunun üzerine de örgüt mahallede aile üzerindeki baskılarını artırır. Aileyi önce “hain” aile ilan edip dışlar, sonra da bir türlü bitip tükenmeyen tacizler yöneltir. Uzun bir dönem evleri örgüt militanları tarafından gözetim altında tutulur. Eğer eve Osman’ın kardeşlerinden biri gelse, örgüt devrim adına tutuklayıp zorla dağa çıkaracaktır. Örgütün kararı ve baskıları yüzünden babası, Osman’a ait tüm belge ve bilgiler dâhil evin içinde ne varsa yok eder. 28 yıl sonra kardeşi Hasan’dan Osman’a ait bir fotoğraf istediğimde, “Babam, abim Osman’a ait evde ne varsa uzaklaştırdı, fotoğraflarını yırttı.” demişti. Öyle anlaşılıyor ki örgüt Osman’ı öldürmekle yetinmemiş, Osman’a ait tüm bilgi belgeleri ortadan kaldırıp, hafızalardan da silmek istemiştir. Bu uzun ve trajik hikâyede örgüt baskısı nedeniyle aile dağılır. Derken yıllar geçer. Kardeş Hasan evlenir, bir oğlu olur. Abisine vefa duyup oğlunun adını Osman koyar. Osman büyür, 15 yaşına geldiğinde amcası Osman’ın hikâyesinin peşine düşer. Bir gün internette aranırken, “Yoldaşını Öldürmek” kitabımda amcası Osman’ın anlatıldığını öğrenir. Babasına baskı yapar. “Baba şu amcamı yazan yazarı arayıp konuşalım.” der. Bunun üzerine bana ulaşırlar. Bana ulaştıklarında Osman’ın ölümü üzerinden tam 28 yıl geçmiştir. Onlarla konuşurken, korku duvarını aştıklarını gördüm. Kardeşi Hasan’la yukarıda yazdıklarımdan daha fazlasını konuştuk. “Biz korktuk, abimizi savunamadık.” dediler. Ama bundan sonra korkmayacaklarını, her platformda Osman’ı savunacaklarını söylediler. 

 

Bazıları için hayat zor. Yakınınızı devlet öldürdüğünde arayıp soranınız çok oluyor, örgüt öldürdüğünde sesinizi kimse duymak istemiyor. Osman Tim’in kaderini yaşamış binlerce aile dramı var. Bu yaşam hikâyelerini okuduğumuzda insan bir an kendini Nazi Dönemi’nde yaşamış gibi hissediyor. Osman Tim yalnız değildir. Kitabımda Osman gibi yaşam hikâyeleri birbirinden trajik 40 kurbandan bahsettim. Örgüt mahallesinde “hain” yakını olmak, sol mahallelerde taşınması oldukça zor bir yük. Bu yükü taşıyamayan aileler, çocuklarının ölümünden sonra başka mahallelere taşındılar.

 

Bu yazı Vadi yayınevinden çıkan “Yüzleşerek Barışmak”  adlı kitabımdan alınmıştır. 

 


 


3 Aralık 2020 Perşembe

Doğu'ya Yamuk Bakmak...

Doğu’ya Yamuk bakmak…       

  

 

Doğulu olduğumuz halde doğuyu ne kadar tanıyoruz? Bu soru sorulduğunda çoğu defa olumsuz yanıtlar alınmıştır. Türkiye’de özellikle sol mahalleden aydınlar, gerçek anlamıyla Doğu’yu ve Doğu’nun tarihsel kültürel geçmişini, değerlerini genellikle küçümsedi ve görmezden geldiler. Doğu her zaman bir ‘Batılı’ kafasıyla düşünülmüş ve öyle değerlendirilmiştir. Ne zaman doğu kültüründen ve sanatından söz açılsa ‘geri’ ve ‘ortaçağ’ denilerek araya mesafe konulduğuna tanık oldum. Bu gerçeğin farkına varmış birisi olarak, Doğu (Şark) klasiklerini okumak istediğimde bu konuda çok şanslı olmadığımı anladım. Çünkü Türkiye’de Şark İslam klasiklerini çevirip yayınlatan kurumun TC Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim bakanlığı olduğunu gördüm. Her iki bakanlık da bazı dönemlerde diziler olarak yayınlamışlar bu eserleri. Bu kültür hizmetini yaparken kendi resmi ideolojilerine göre yaptıklarını anlıyoruz. Eserlerin içeriğini revize etmekten tutalım da birçok şark İslam düşünürünün ‘Türk’ sayılmasına kadar. Örneğin Farabi, İbni Sina, Biruni, Mevlana, Nesimi, Fuzuli gibi birçok İslam düşünürünü Türk asıllı ilan etmişlerdir. Gerçekte ise bunlardan bazıları Türk değil  bazılarının Fars, Kürt ve Arap asıllı oldukları biliniyor. Bursa hapishanesinde kaldığım dönemlerde koğuş kütüphanelerinde 20 bin civarında kitap vardı. Her türlü kitap vardı ama Şark Klasikleri dediğim, Doğu’ya ait eserler yoktu. Hapishane idaresinin kütüphanesinden istiyorduk bu kitapları. Doğu toplumlarına ilişkin bir kitap çalışması yaparken, ilk o zaman fark ettim bu konuda ciddi yanılgılarımızın olduğunu. Bu kadar yanılgıların içinde nasıl oldu da Doğu toplumları üzerine inceleme gereği duydum sorusuna cevap olarak biraz tesadüf, biraz da imkansızlıklar desem abartmış olmam sanırım. Siyasi mahpusların, örgütlerin olmadığı bir hapishanede keşfettim bu konuyu. Hapishane kütüphanesinden kitap alıp okumaya başladığımda fark ettim Doğu eserlerini. O güne kadar ben de bilmiyordum, Doğu’da kültür-sanat, felsefe olmaz diye düşünüyordum. Okumaya başlayınca yanıldığımı anladım. Bu keşif beni derin inceleme-araştırmalara yönlendirdi. 

 

Hristiyan Hegel İlerici, Müslüman İbn Rüşt neden Gerici?

 

Hapishane koğuşlarında sıradan bir sosyaliste, solcu mahpusa Batı felsefesini sorduğumda Voltaire’i, Descartes’i, Hegel’i tanıyordu. Ama aynı kişiler İbn Rüşt’ü, İbn Haldun’u tanımıyordu. İki kelimeyle “dincidir”, “gericidir” diyorlardı. Çok derin önyargıları vardı. İbn Rüşt müslüman olduğu için gerici oluyor ama diğer taraftan ilerici dediği Hegel’de Hıristiyan’dır. Her ikisi de farklı da olsa dinin etkisi altındadır. Ya da şöyle diyelim, Müslüman İbn Rüşt’ün Allahı var da, Hıristiyan Hegel’in yok mu? İşte burada Avrupa merkezci bakış açısı etkili oluyor, yoksa ki sorun ilerici-gerici sorunu değildir. Tarihteki uygarlıklar diyalektiği araştırıldığında, birbirlerini etkiledikleri anlaşılır. İlk uygarlıklar Doğu’da ortaya çıktı. Son Doğu uygarlıklarından birinin de İslam uygarlığı olduğu unutulmamalıdır. Birçok batılı tarihçi ve düşünce adamı bu gerçeği kabul etmektedir. 13. yüzyılda İbn Rüşd, Batı da Aristo’nun en büyük yorumlayıcısı sayılmıştır. İbn Rüşd İslam felsefesine de mal edildiği kadar, batı ortaçağ felsefesine de mal edilir. İbn Rüşd’ün yanı sıra diğer İbn Haldun gibi İslam bilginleri de birçok batılı düşünce insanını etkilemiştir. Türkiye’de Doğu kültürü ve sanatıyla araya mesafe koyan anlayışı incelemek oldukça önem taşıyor. Öz gerçeklikten bu kadar uzaklaşmış, Avrupa merkezci bir sol geleneğin gelişme şansı olabilir miydi? Bence olamazdı. Türkiye’de aydınlanma hareketinin gelişememesinin birçok nedeni var ama bu anlatmaya çalıştığım neden, yani kendi kültürel değerlerine yabancılaşması sorunu en önemli nedenlerden birisidir. PKK gibi Kürt sol örgütleri de bu eleştirilerin kapsamı içindedir. Kürtler Ortadoğu’nun ortasında bir halk olmasına rağmen, bu halka öncülük eden siyasi yapılara yakından bakıldığında batılı modelleri esas aldıkları, üst yapı kurumlarında batılı argümanlarla düşündükleri anlaşılır. Şunu rahatlıkla söylemek lazım, geniş anlamda Türkiye’de entelektüel saha Avrupamerkezcidir. Batılı kültürel değerler cazip, Doğulu, yani kendi kültürel değerleri aciz gelmiştir. Düşünce dünyamızda doğuya ait çok şey yer almamaktadır. Bunları belirtirken şöyle bir hataya düşmek istemem, batılı kültürel değerler yanlış mı ya da zararlı mı? Eleştiri konusu yaptığım şey, batılı değerlere gösterdikleri ilginin yarısını kendi değerlerine göstermemeleridir. Yine bu anlattıklarım batılı ve doğulu değerlerin yanlışlığı ve doğruluğu üzerine değildir. Eleştirim yönteme, yamuk bir bakış açısına yöneliktir. Tam da burada eleştiri konusu yaptığım bakış açısına biraz daha yakından bakalım. Avrupamerkezcilik sadece bir tarih anlayışı değildir, bundan daha kapsamlı bir şeydir. Oryantalizm, ırkçılık, pozitivizm gibi birçok akımı içine alır. Mesela felsefe alanında antik yunan felsefesi unsurlarından biridir. Hıristiyanlık bir başka düşünsel kaynağıdır. Sanayi uygarlığı dediğimiz endüstriyel ilerlemecilik ise baş unsurudur. Bu Avrupamerkezci tarih anlayışına göre tüm insanlık tarihsel ilerlemesini Avrupa uygarlığı üzerinden yapacaktır. Avrupa kültürel alanda ve sanayi alanında insanlığı en üst düzeyde temsil etmektedir. Avrupa’nın dışında kalan toplumlar, Avrupa’nın öncülük ettiği uygarlığa ulaşmak için Avrupa’yı kendilerine bir zorunluluk olarak model almalıdır! Avrupamerkezci bir Marksist anlayış ise, insanlığı ileriye götürecek en devrimci öznenin Avrupa proletaryası olduğunu söylüyordu. Avrupa’yı merkeze koyarak model alma alışkanlığı ya da hayranlığı genel anlamda Türkiye’nin 200 yıldır devam eden macerası. Dönem dönem gelgitler olmasına rağmen devam eden bir süreç. Bu sürecin olumlu ya da olumsuz yönleri ayrı bir yazı konusu olabilir. Ama sol  hareket açısından orta yerde model alınacak bir solun kalmadığını bilmemiz gerekir. 

 

Doğu-Batı Sorunu   

 

Doğu-batı sorunu tarihin en tartışmalı teorik konularından birisidir. Halen devam eden, başı sonu belli olmayan bir tartışma alanıdır. Hem siyaseten, hem de entelektüel alanda devam ediyor tartışmalar. 19. yüzyılda batının doğuya yayılışını dünyanın batılılaşması olarak değerlendirenler şimdi küreselleşen dünya olarak ifade ediyorlar. Sorunu ileri batı- geri doğu olarak adlandıranlar da var. Özellikle soruna Avrupamerkezci bakış açısı ile yaklaşanlar bu düzlemde ele aldılar sorunu. Tarihin çok ağır bir sorunu olan Doğu-Batı meselesinde ilerici-gerici gibi ifadeler kullanılmasını doğru bulmuyorum. ‘İleri’ ve ‘geri’ kavramları sorunlu kavramlardır. ‘ileri’yi daha sonra gelen anlamında değerlendirenler sınıfındayım. Coğrafi ayrımlar yapılarak, ‘ileri’ ve ‘geri’ olarak tanımlanması şoven-ırkçı yaklaşımlara götürür insanı. 

 

Batı da 16. yüzyıl Rönesans’ından beri böylesi bir bölünme yaratılmış. 18. yüzyılda ise batı kapitalizmi bu egemen ideolojisini bu ayrım üzerinden gerçekleştirip oryantalizm kavramı ile formüle etmiştir. Peki gerçekten böylesi bir batı-doğu var mıdır? Varsa ne kadar objektiftir? Batının ilericiliği, doğunun gericiliği kavramlarında kıstas nedir? Batılı egemen zihniyete göre doğu her şeyi ile geridir. İlk başta iktisadi alanda geri kalmıştır. Kültürel alanda geridir, doğu bilim ve sanattan anlamaz. Ayrıca da doğuluların düşünce dünyası felsefe yapmaya müsait değildir vb. vb.  Bu oryantalist-ırkçı tespitleri daha da çoğaltabiliriz. Batının ileri olduğuna kanıt ise kapitalist uygarlığın yaratıcısı olması gösteriliyor. Doğu, feodal, karanlık bir ortaçağ, batı ise modern uygarlık olarak değerlendirilmektedir. Batı kapitalizminin endüstriyel ilerlemeci anlayışına göre bilim, felsefe ve aydınlanma gibi girişimler Avrupa ile ortaya çıkmıştır. Bilinen nedenlerden ötürü kapitalizm batıda erken gelişti. Bir toplumda üretim güçlerinin ve araçlarının gelişmişlik düzeyi her zaman o toplumu iyi bir model kılmaz. Burada, ‘ileri’ bir toplumdan ne anladığımız ya da ‘ileri’ olgusuna nasıl yaklaştığımız önemli bence. Önce de belirttiğim gibi, bu konuda ‘ileri’ ve ‘ilericiliği’ ‘daha sonra gelen’ olarak kabul ediyorum. Yoksa ileri kavramına olumlu ve iyi bir toplumsal model olarak yaklaşırsak, sanayi uygarlığının tüm sonuçlarını da kabul etmiş oluruz. Eğer batılı kapitalist uygarlığı gelmiş geçmiş en ileri, en iyi toplumsal sistem olarak kabul edersek, 20. yüzyıldaki savaşları, Nazi faşizmini nereye koyacağız? Unutmamalıyız ki insanlık tarihi felaketlerin en büyüğünü 20. yüzyılda yaşadı. Yani batı uygarlığının en doruğa yükseldiği bir çağda! Bu kadar şey söyledikten sonra, o halde batı kötü mü? Eğer batı kötü ise doğu iyi mi? Ne batı kötü, ne de doğu iyi. Üzerinde tartıştığımız şey ‘iyi’ ve ‘kötü’lerin dışında ele alınarak tartışılması gereken sorunlar ve bu tarihin ya da entelektüel alanın ağır sorunlarıdır. Bu gibi sorunlara siyah-beyaz bakmak zorunda değiliz. Ve daha önemlisi, doğu-batı gibi geniş ve ağır bir problemi Avrupamerkezci bakış açısıyla tartışmamalıyız. Sorun, coğrafik bölgesel kavramlarla tarif edilemez. Toplumları toplum yapan bölgesel özellikleri değil, sınıfsal özellikleri, bileşenleri ve iç çelişkileridir. Doğu-batı sorunu sınıfsal çelişkileri yönünden ele alınmalıdır. Ne doğu ne de batı kendi içlerinde tek bir sınıf bileşeninden oluşmuyor. Sınıflardan oluşan her toplumsal sistemin birden fazla görünümü olur. Bu yüzden birden fazla bakış açısıyla ele alınmaları gerekir. 

 

Zulmün ve Özgürlüğün Coğrafyası Olmaz

 

Dönelim doğuya. Benzer şeyler doğu için de söylenebilir. Batıda düşüncelerinden dolayı Bruno’yu ateşte yakanlar, doğuda da Mansur’un derisini yüzdüler. Zulmün ve özgürlüğün coğrafyası olmaz. Geçmişten bugüne Batıda verilen özgürlükler mücadelesi elbette ki göz ardı edilmemelidir. Bugün batılı değerlerden söz ediyorsak, bu değerlerin çok zorlu mücadeleler sonucunda kazanıldığını unutmamak gerekir. Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve daha buna benzer insanlığa mal olmuş bu ortak değerler önce Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Kaldı ki bugün aynı Batının kendisi ‘batılı değerler’ dediğimiz birçok şeyden hızla uzaklaşıyor. Yukarıda andığımız demokratik değerlerin içi boşaltıldı. Çok ikiyüzlü siyasetlerle ayakta durmaya çalışan bir batıdan söz edebiliriz ancak. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, Kürtler ve Avrupa birliği ilişkileri yakından incelendiğinde ikiyüzlülük daha net anlaşılmaktadır. 

 


4 Kasım 2020 Çarşamba

Doktor Jivago romanı ve Nobel Ödülü vakası…

Doktor Jivago romanı ve Nobel Ödülü vakası…


 

Dünyadaki değişimi özellikle soğuk savaş dönemi sonrasını edebiyat ödülleri üzerinden yeniden düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor. Bir kitap okudum bütün soğuk savaş döneminin özeti gibiydi. “Jivago Vakası” (Yapı kredi yayınları Peter Finn- Petra Couvee çev. Yeşim Seber) kitabından bahsediyorum. Bu kitaba bakılırsa “Doktor jivago” romanı etrafında olup bitenler o kadar çok şey anlatıyor ki… daha önceden de bazı şeyleri tahmin edebiliyordum, ama bu kitabı okuyunca kafamdaki sorularım önemli oranda netleşmiş oldu.

 

Bu kitaptan öğrendiklerimize göre soğuk savaş dönemi yıllarında Nobel edebiyat ödülü ve başka  uluslararası ödüllerin de çok politik amaçlı verildiği anlaşılıyor. “Doktor Jivago” romanı üzerinden yapılan Avrupa ve Amerika’daki lobilerde Nobel ödüllerindeki siyasetin etkisini görebiliyoruz. Soğuk savaş döneminde SSCB'ye karşı yazılan eleştirel kitaplarla epey bir ilgilenmiş bazı istihbaratçı çevreler. Soljenitsin ve Boris Pasternak örneğinde bu anlaşılıyor. Amaç, Sosyalist bloğu teşhir etmek olunca, Sovyet sosyalizmini eleştiren yazarların batı dünyasında öne çıkarıldığına tanık oluyoruz. Bu siyasi lobiler yazarlardan bağımsız olarak da yapılmış olabilir, çünkü iki yazar da bana göre iyi eserlerin yazarıdırlar. 

 

Soğuk savaş döneminde edebiyat dünyasındaki ödüller meselesinde  durum böyle… peki ya şimdi..? Sanırım işin bugünkü kısmı daha ilginç. Geçmişte Sovyet sosyalizmini eleştiren yazarlara ödül verilirken, şimdi durum neredeyse tam tersi biçimde gelişiyor. Türkiye örneğinden yola çıkacak olursak, bilmem fark ettiniz mi, Avrupa’dan ödüller alan yazarların neredeyse tamamı solcu sosyalist görüşlü muhalif insanlardır. Ve bunu öylesine kaba biçimde yapıyorlar ki, her taraflarından döküle döküle… Diyelim ülkenizde hükümet tarafından tutuklanıp hapis oldunuz bir kitabınız varsa hemen ödül veriyorlar. Burada aranan tek kıstas, hükümet karşıtı olmak. Ama sorun tam da burada başlıyor. Hükümetler genellikle sağcı ve muhafazakarlar, üstelik kendileri de sağcı olmasına rağmen ödülleri solcu muhaliflere veriyorlar. Yani eski soğuk savaşı döneminin tam tersi yönünde tercihler yapıyorlar? Eskiden Sovyet sosyalizmi karşıtı liberal sağcı muhalifler ödüllendirilirken, bugün ise sağcı hükümetler karşıtı, solcu muhalif yazarlar ödüllendiriliyor. Özellikle Türkiye’de hükümet karşıtlığının muhalifliğinin karşılığı Avrupalı ve Amerikalı kurumlar tarafından ödüllendirilmek olurken, PKK şiddetine eleştirel yaklaşan, muhalif yazarların bir teki bile bugüne kadar batılı kurumlar tarafından ödüllendirilmemiştir. PKK muhalifi yazarlar sadece Avrupalı kurumlar tarafından değil, Türkiyeli kurumlar tarafından da ödüllendirilmemiş ve görmezlikten gelinerek sansürlere maruz kalmışlardır. 

 

Jivago Vakası ve CİA lobisi

 

Boris Pasternak’ın meşhur romanı etrafında yaşananlar, hem SSCB’nin bir dönemini hem de CİA’nin Sovyet rejimi muhaliflerine olan ilgi alakasını çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. “Doktor Jivago” romanının trajik hikayesi öncelikle kendi ülkesinde reddedilmesiyle başlıyor. 

 

 “Novy Mir’in yayın kurulu uzun ve ayrıntılı bir değerlendirme yazısıyla Doktor Jivago’yu resmi olarak geri çevirdi. Eleştirinin çoğu satırı tanınmış savaş dönemi şairi Konstantin Simonov tarafından kaleme alınmıştı. Aralarında Pasternak’ın kapı komşusu Konsantin Fedin’in de yer aldığı diğer dört üyesi editoryal öneriler ve eklemeler yapılmasını teklif etmişlerdi. Beş adamın hepsi de belgeyi imzalamıştı. Elyazmasıyla birlikte gönderilen mektup, içinde yazanları kabul etmekte zorlanan Pasternak’a elden ulaştırıldı. İlgili eleştiri raporu şöyle, “Romanınızla ilgili bizi rahatsız eden şey, editörlerin ya da yazarın kesintiler veya düzeltmeler yaparak değiştirebileceği bir durum değildir. Burada kast ettiğimiz romanın ruhu, genel havası ve yazarın hayata dair görüşleridir…. Romanınızın ruhu sosyalist devrimin kabul edilmemesi yönündedir. Romanınızın genel havası da Ekim Devrimi’nin İç savaş’ın ve bunların beraberinde getirdiği toplumsal dönüşümlerin insanlara acıdan başka bir şey vermediğini ve Rus entelijansiyasını fiziksel olarak ya da ahlaken yok ettiğini söylemektedir.” (s.133 Literaturnaya Gazeta 25 Ekim 1958) 

 

Romanın basımı kendi ülkesinde reddedilince, Pasternak kitabının yurt dışında basılması için uğraşır. Uzun bir yazışma trafiği sonunda roman İtalya’da yayınlanır ve roman 1958 yılında Nobel ödülüne layık görülür. Nobel’le birlikte Pasternak’ın hayatı adeta cehenneme çevrilir. Zaten bir süredir ev hapsinde tutulmaktadır. Ödülle birlikte bu çember daha da daralır. Tüm baskılara rağmen Pasternak direnir. Yakınlarına, “Başıma gelebileceklerin hiçbir önemi yok. Hayatım sonuna geldi. Kitap, uygar dünyaya gönderilmiş son sözümdür.” der. Pasternak’ın Nobel ödülünü sorun eden rejim, Pasternak hakkında iyi şeyler düşünmemektedir. Ödüle karşılık, “Yazarlar Birliği başkanlık heyeti, Pasternak’ın siyasi ve ahlaki çöküşünü, Sovyetler Birliği’ne, sosyalizme, barışa ve ilerlemeye karşı işlediği ve soğuk savaşı iyice tırmandırmak uğruna Nobel ödülü’ne değer bulunan ihanetini göz önüne alarak…Boris Pasternak’ın Sovyet Yazarı unvanından mahrum edilmesine ve kendisinin SSCB Yazarlar Birliği’nden azledilmesine karar vermiştir.” (s.48) 

 

Pasternak içinde bulunduğu can sıkıcı durumu anlatan, “Nobel Ödülü” adlı bir şiir yazar, o şiirinde, “Kafesteki bir hayvan gibi umutsuzum” dedikten sonra, 

 

Hürriyeti, insanları, ışığı seziyorum dışarıdan,

Avcıların nefesi geliyor hemen ensemden,

Kaçabileceğim bir yol yok buradan.” (s.271)

 

O şair Pasternak ki, 1917 Ekim Devrimini anlatan bir şiirinde, “Yeryüzünün ilk aşkıyız biz” diyordu, ömrünün son günlerine doğru rejim tarafından ev hapsine alındığı  günlerinde ise,  “Geleceği sevmekten ve inanmaktan yorgun düştüm.” diyordu. O rejim yorgunu Şairin Nobel ödülünü alması için yurt dışına çıkabilmesine izin verilmedi. Büyük kederler içinde 1960 yılında hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra “Doktor Jivago” romanını okuyan SSCB Devlet Başkanı Kruşçev şu itirafı yapmak zorunda kalır, “Roman aslında fena değilmiş, korkulacak bir şey yokmuş, boşuna yasaklamışız. Keşke daha önceleri okumuş olsaydık.” Peki, Kruşçev’e bunları düşündüren roman, romanın yasaklanmasını isteyen ve bunun için rapor yazan yazarlar heyetine bu sansür raporunu yazdıran şey neydi..? Cevabı zor olmasa gerek, o günün koşullarında Boris Pasternak gibi ev hapsine maruz kalma korkusuydu. Bu rejim yalakası yazar dostlarını da hatırlayan Pasternak kendisiyle bu grubun farkının ne olduğunu bir cümlede özetlemişti. “Her nesilde, hakikati kendi gördüğü şekliyle söyleyen bir ahmak çıkar.” Ülkesinde o ahmağın kendisi olduğunu düşünüyordu. 

 

 

“Demir Perde’de kocaman bir delik açtık.”

 

CİA bu romanla ne zaman neden ilgilendi. “Doktor Jivago’nun Rusça elyazması, Washington D.C. ‘deki CİA genel merkezine 1958 Ocak ayının başlarında iki film makarası halinde ulaştı. Kitabın bu nüshası Britanya istihbaratı tarafından servis edilmiş ve romanın gelişi, teşkilat içerisinde bir miktar heyecan yaratmıştı. Teşkilattaki Sovyet Rusya Bölümü başkanının, CİA adına yürütülen gizli operasyonlardan sorumlu olan Frank Wisner’e gönderdiği bir iç yazışmada Doktor Jivago “Stalin’in ölümünden beri bir Sovyet yazarı tarafından kaleme alınmış en aykırı edebiyat yapıtı” olarak tarif edilmekteydi.

 

“Romanın İtalya’da çıkmasından kısa bir süre sonra gönderilen bir iç yazışmada, teşkilat çalışanları Doktor Jivago hakkında “Nobel Ödülü gibi bir şerefe erişmek adına, dünya çapında en üst düzeyde serbest dağıtımın yapılabilmesi, kitabın övgüler alması ve itibar kazanması amacı doğrultusunda mümkün olan en çok sayıda yabancı dilde baskısının yayınlanması önerisini ortaya atmışlardı. CİA, Pasternak tarafından yazılan romanın, İsveç Akademisi’ni de kapsayacak şekilde dünya çapında ilgi çekeceğine umut bağlamıştı. 

 

CİA’ın Doktor Jivago’yu ilgilendiren operasyonlardaki rolüne hükümet en üst düzeyde destek sağlamıştır. Eisenhower yönetimindeki Beyaz Saray, gizli faaliyetleri yöneten Operasyonlar Denetim Kurulu (OCB) vasıtasıyla CİA’e romandan “istifade edilmesi” konusunda özel kontrol yetkisi vermişti.” (s.155)

 

CİA ve Nobel ödülünü “Doktor Jivago” romanı üzerinden düşündüğümüzde, daha sonraki dönemlerde de politik edebiyat ve yazın alanında CİA’nın bu gibi konularda ilgisiz kalmadığını tahmin etmek zor değil. Benzer bir lobinin 1970 de Sovyet rejimi muhalifi Soljenitsin’in Nobel ödülünü alması esnasında yaşandığı biliniyor. 

 

 

 

 

23 Ekim 2020 Cuma

İRA ve PKK arasındaki 10 fark..

İRA ve PKK arasındaki 10 fark...


1-İRA eylemlerine başladığında İrlandalılar asıllarını inkar etmiyordu. Sadece dünya değil, İngilizlerde varlıklarını kabul ediyordu. Ama PKK kurulduğunda Kürtlerin varlığı Devlet tarafından inkar ediliyordu. 

2-İRA ve İrlandalıların mücadelesinde yüzyıllık bir devamlılık varken, PKK’ nin 40 yıllık bir geçmişi var.

3-İRA eylemlerine başladığında İrlandalıların desteğini alırken, PKK eylemlerine başladığında ilk önce Kürtlerin tepkisiyle karşılaştı. 

4- İRA ilk kurşunu İngiltere devletine sıkarken, PKK ilk kurşunu Türk sol örgütlerine ve Kürt örgütlerine sıkmıştır. 

5-İRA mücadeleye başladığında İrlandalılardan ve dünyadaki sol hareketlerden destek aldı. PKK ise eylemlerini Kürtlere rağmen başlattı. Sivillere yönelik eylemlerinden dolayı tepki aldı.

6-İRA -Kurtuluş ordusu şeklinde kolektif bir yönetimle örgütlenmişken, PKK (Abdullah Öcalan) Tek adam üzerinden örgütlenmiştir. 

7-İRA’nın mücadelesi dünya solu tarafından destek görürken, PKK’nin akıl almaz eylemleri sayesinde ilk günden itibaren terörizm olarak adlandırıldı. 

8- İRA her zaman anadilinde konuştu ve yazdı, PKK ise Kürtlerin anadilini değil, Türkçe konuşup Türkçe yazdı. Kürtçe anadilinde konuşup yazan örgütleri ilkel milliyetçilikle suçladı. 

9- Sinn Fein Partisi, İRA’yı silahsızlandırmak için legal meşru alana çekerken, HDP geleneğinden legal partiler, PKK’ye her defasında angaje oldu. Her dönem çözümün adresi olarak PKK’yi ve Öcalan’ı gösterdiler.

10- İRA örgütünün lideri Bobby Sands hapis edildiğinde siyasi taleplerinden dolayı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. PKK lideri ise 22 yıldır mahpus olmasına rağmen bir tek gün bile açlık grevi yapmadı.

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...