28 Şubat 2021 Pazar

Ulaş'a Nasıl Kıydılar...?

Ulaş’a nasıl kıydılar…?

 

Ulaş 14 yaşında Lise yıllarında örgütle tanışınca ismi konuşulur. İlk eski devrimci (1972 de öldürüldü) Ulaş Bardakçı ismiyle o günlerde tanışır. Eve gidip babasına sorar, “Baba benim adımı neden Ulaş koydunuz?” Babası da, “Bizim kuşaktan herkes oğluna ya Deniz, ya da Mahir koyuyordu. Ben de Ulaş Bardakçı adı yaşasın diye senin adını Ulaş koydum.” der. Ulaş 17 yaşında Samsun’da bir lisede okurken gözaltına alınır ve herkes kadar konuşur emniyette, sonra da tutuklanıp Ankara Ulucanlar Hapishanesi'ne getirilir. DHKP-C davasından mahpusların koğuşuna verilir. Örgüt hapishane koğuşunda Ulaş’ı tutuklayıp sorgular. “Muhbir” olduğundan şüphelenirler. 

 

Ulaş’ın koğuşta infaz edileceğini öğrenen diğer örgütlerden kişiler, “Bu çocuğun adı Ulaş, belli ki solcu demokrat bir ailenin çocuğu. Örgüt bunu affedemez mi..?” derler. Örgüt sorumlusunun tepkisi sert olur. “Öldükten sonra unutulur, kimse hainleri hatırlamaz!” der.

Örgüt sorumlusu haklı çıkar. 25 yıl geçmesine rağmen Ulaş’ı kimse hatırlamaz, anmaz. Ailesi bile anamaz. Çünkü kimse “hain” yakını olmak istemez sol mahallede. 

 

25 yıl sonra Ulaş'ı “Onlar Daha Çocuktu” kitabımda yazarken, Ordu'da yaşayan  Ulaş’ın kardeşini buldum ve sordum, o da bildiği kadar anlattı. “Abimi görüş kabininde en son gördüğümde 9 yaşındaydım. Görüş kabinine girdiğimde abimle birlikte bir de örgüt sorumlusu vardı. Bizimle hep o konuştu. Ayrılırken ‘Abine sarılmak ister misin, gardiyana söyleyeyim seni bu tarafa alalım.’ dediğinde, cesaret edemedim. Gardiyanlardan korkuyordum. Annem bu halimi görünce içeri göndermedi, ben de abime sarılamadım. Meğer o zalim örgüt sorumlusu abimin öldürüleceğini biliyordu. Belki de bilinçli yaptı, bana dert olsun diye. O ziyaretin sonrası bir hafta sonra da abimi öldürdüler. Babamlar uzun bir dönem bana abimi “Örgüt öldürdü” demediler. Devlet operasyonunda ölmüş diyorlardı. Biraz büyüdüğümde söylediler. O gün bugündür örgütlere uzağım abi!" 

 

Çocukları öldürüldüğünde Ulaş’ın ailesi Samsun’dan Ordu’ya göç ederler. Kaldıkları sol mahallede “hain” yakını olmak istememişler. Solculara olan inançları kırılmış ve bir daha da yakın olamamışlar. Böyle ne acı hikayeler var. Sırasıyla mezarlara gömdüğünüz ve üstünü kapattığınız ölüleriniz tek tek mezardan çıkacaklar. “Onlar Daha Çocuktu” kitabında Ulaş gibi gömülüp üstü örtülmüş 7 çocuğun hikayesi daha var. Bu çocukların ahı üzerinizde olsun!

Devletin öldürdüğü Ulaş Bardakçı’yı her yıl ananlar, DHKP-C nin öldürdüğü 17 yaşındaki Ulaş Şahintürk’ü 25 yıldır  anmıyorlar, hatırlamak bile istemiyorlar. 

 


21 Şubat 2021 Pazar

Bir Nazi Dönemi Hikayesi...


Osman’ın trajik öyküsünün tamamı okunduğunda, PKK ve radikal sol örgüt kurbanlarının ailelerinin neden suskun kaldıklarını daha iyi anlamış olacağız. Osman Tim, 1992’de Bayrampaşa Hapishanesi’nde PKK tarafından ilk örgüt içi infaz edilen insandır. Okulu bırakıp örgüte katıldığında Yıldız Teknik Üniversitesi Elektrik Mühendisliği 2. sınıf öğrencisiydi. 2014 yılında Osman’ı “Yoldaşını Öldürmek” kitabıma konu ettiğimde hapishanedeki tanıklığımla yetinmiştim. Çünkü o güne kadar ailesinden kimselere ulaşamamış ve hapishane sonrası olup bitenlerden haberim olmamıştı. Meğer ailesi asıl trajediyi Osman’ın öldürülmesinden sonra dışarıda yaşamıştır. Osman’ın cenazesi Bayrampaşa Hapishanesi’nden alındıktan sonra Iğdır’a, ailesinin bulunduğu köye getirilir. Acılı aile defin için yola çıktığında örgütün engeline takılır. Örgüt sorumluları, Osman’ın köy mezarlığına gömülmesine izin vermez. “O bir haindir, buraya gömemezsiniz!” derler. Bu tehdit üzerine köyden kimseler, akrabaları bile Osman’ın cenaze namazına katılmak istemez. Örgütün bu baskısı üzerine aile korkudan dolayı Osman’ı gizlice gömmek zorunda kalır. Aynı günlerde Iğdır bölgesi örgüt sorumlusu aileye yeni bir haber gönderir. Osman davaya ihanet ettiğinden, yerine dağa çıkması için aileden birini isterler. Osman’dan küçük biri erkek, iki de kız kardeşi vardır. Örgütün bu konudaki kararı şöyledir: “Eğer erkek kardeşi katılmazsa yerine iki kız kardeşini isteriz.” (Örgütün bu askerî adaletine göre iki kadın bir erkek ancak ediyordur). Bu talimatı alan Osman’ın babası iki kızını evden kaçırır, dağa çıkarılmamaları için akrabalarında saklar. Osman’ın erkek kardeşi Hasan Tim ise o yıl İzmir’de amcalarının yanında lisede okumaktadır. Hasan, abisi Osman’ın öldürülmesinden sonra kendisini örgütten korumak için soyadını değiştirmek zorunda kalır. Acılı baba, Iğdır’da örgütün kendisinden istediklerini yapmayıp çocuklarını korumaya alır. Bunun üzerine de örgüt mahallede aile üzerindeki baskılarını artırır. Aileyi önce “hain” aile ilan edip dışlar, sonra da bir türlü bitip tükenmeyen tacizler yöneltir. Uzun bir dönem evleri örgüt militanları tarafından gözetim altında tutulur. Eğer eve Osman’ın kardeşlerinden biri gelse, örgüt devrim adına tutuklayıp zorla dağa çıkaracaktır. Örgütün kararı ve baskıları yüzünden babası, Osman’a ait tüm belge ve bilgiler dâhil evin içinde ne varsa yok eder. 28 yıl sonra kardeşi Hasan’dan Osman’a ait bir fotoğraf istediğimde, “Babam, abim Osman’a ait evde ne varsa uzaklaştırdı, fotoğraflarını yırttı.” demişti. Öyle anlaşılıyor ki örgüt Osman’ı öldürmekle yetinmemiş, Osman’a ait tüm bilgi belgeleri ortadan kaldırıp, hafızalardan da silmek istemiştir. Bu uzun ve trajik hikâyede örgüt baskısı nedeniyle aile dağılır. Derken yıllar geçer. Kardeş Hasan evlenir, bir oğlu olur. Abisine vefa duyup oğlunun adını Osman koyar. Osman büyür, 15 yaşına geldiğinde amcası Osman’ın hikâyesinin peşine düşer. Bir gün internette aranırken, “Yoldaşını Öldürmek” kitabımda amcası Osman’ın anlatıldığını öğrenir. Babasına baskı yapar. “Baba şu amcamı yazan yazarı arayıp konuşalım.” der. Bunun üzerine bana ulaşırlar. Bana ulaştıklarında Osman’ın ölümü üzerinden tam 28 yıl geçmiştir. Onlarla konuşurken, korku duvarını aştıklarını gördüm. Kardeşi Hasan’la yukarıda yazdıklarımdan daha fazlasını konuştuk. “Biz korktuk, abimizi savunamadık.” dediler. Ama bundan sonra korkmayacaklarını, her platformda Osman’ı savunacaklarını söylediler. 

 

Bazıları için hayat zor. Yakınınızı devlet öldürdüğünde arayıp soranınız çok oluyor, örgüt öldürdüğünde sesinizi kimse duymak istemiyor. Osman Tim’in kaderini yaşamış binlerce aile dramı var. Bu yaşam hikâyelerini okuduğumuzda insan bir an kendini Nazi Dönemi’nde yaşamış gibi hissediyor. Osman Tim yalnız değildir. Kitabımda Osman gibi yaşam hikâyeleri birbirinden trajik 40 kurbandan bahsettim. Örgüt mahallesinde “hain” yakını olmak, sol mahallelerde taşınması oldukça zor bir yük. Bu yükü taşıyamayan aileler, çocuklarının ölümünden sonra başka mahallelere taşındılar.

 

Bu yazı Vadi yayınevinden çıkan “Yüzleşerek Barışmak”  adlı kitabımdan alınmıştır. 

 


 


3 Aralık 2020 Perşembe

Doğu'ya Yamuk Bakmak...

Doğu’ya Yamuk bakmak…       

  

 

Doğulu olduğumuz halde doğuyu ne kadar tanıyoruz? Bu soru sorulduğunda çoğu defa olumsuz yanıtlar alınmıştır. Türkiye’de özellikle sol mahalleden aydınlar, gerçek anlamıyla Doğu’yu ve Doğu’nun tarihsel kültürel geçmişini, değerlerini genellikle küçümsedi ve görmezden geldiler. Doğu her zaman bir ‘Batılı’ kafasıyla düşünülmüş ve öyle değerlendirilmiştir. Ne zaman doğu kültüründen ve sanatından söz açılsa ‘geri’ ve ‘ortaçağ’ denilerek araya mesafe konulduğuna tanık oldum. Bu gerçeğin farkına varmış birisi olarak, Doğu (Şark) klasiklerini okumak istediğimde bu konuda çok şanslı olmadığımı anladım. Çünkü Türkiye’de Şark İslam klasiklerini çevirip yayınlatan kurumun TC Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim bakanlığı olduğunu gördüm. Her iki bakanlık da bazı dönemlerde diziler olarak yayınlamışlar bu eserleri. Bu kültür hizmetini yaparken kendi resmi ideolojilerine göre yaptıklarını anlıyoruz. Eserlerin içeriğini revize etmekten tutalım da birçok şark İslam düşünürünün ‘Türk’ sayılmasına kadar. Örneğin Farabi, İbni Sina, Biruni, Mevlana, Nesimi, Fuzuli gibi birçok İslam düşünürünü Türk asıllı ilan etmişlerdir. Gerçekte ise bunlardan bazıları Türk değil  bazılarının Fars, Kürt ve Arap asıllı oldukları biliniyor. Bursa hapishanesinde kaldığım dönemlerde koğuş kütüphanelerinde 20 bin civarında kitap vardı. Her türlü kitap vardı ama Şark Klasikleri dediğim, Doğu’ya ait eserler yoktu. Hapishane idaresinin kütüphanesinden istiyorduk bu kitapları. Doğu toplumlarına ilişkin bir kitap çalışması yaparken, ilk o zaman fark ettim bu konuda ciddi yanılgılarımızın olduğunu. Bu kadar yanılgıların içinde nasıl oldu da Doğu toplumları üzerine inceleme gereği duydum sorusuna cevap olarak biraz tesadüf, biraz da imkansızlıklar desem abartmış olmam sanırım. Siyasi mahpusların, örgütlerin olmadığı bir hapishanede keşfettim bu konuyu. Hapishane kütüphanesinden kitap alıp okumaya başladığımda fark ettim Doğu eserlerini. O güne kadar ben de bilmiyordum, Doğu’da kültür-sanat, felsefe olmaz diye düşünüyordum. Okumaya başlayınca yanıldığımı anladım. Bu keşif beni derin inceleme-araştırmalara yönlendirdi. 

 

Hristiyan Hegel İlerici, Müslüman İbn Rüşt neden Gerici?

 

Hapishane koğuşlarında sıradan bir sosyaliste, solcu mahpusa Batı felsefesini sorduğumda Voltaire’i, Descartes’i, Hegel’i tanıyordu. Ama aynı kişiler İbn Rüşt’ü, İbn Haldun’u tanımıyordu. İki kelimeyle “dincidir”, “gericidir” diyorlardı. Çok derin önyargıları vardı. İbn Rüşt müslüman olduğu için gerici oluyor ama diğer taraftan ilerici dediği Hegel’de Hıristiyan’dır. Her ikisi de farklı da olsa dinin etkisi altındadır. Ya da şöyle diyelim, Müslüman İbn Rüşt’ün Allahı var da, Hıristiyan Hegel’in yok mu? İşte burada Avrupa merkezci bakış açısı etkili oluyor, yoksa ki sorun ilerici-gerici sorunu değildir. Tarihteki uygarlıklar diyalektiği araştırıldığında, birbirlerini etkiledikleri anlaşılır. İlk uygarlıklar Doğu’da ortaya çıktı. Son Doğu uygarlıklarından birinin de İslam uygarlığı olduğu unutulmamalıdır. Birçok batılı tarihçi ve düşünce adamı bu gerçeği kabul etmektedir. 13. yüzyılda İbn Rüşd, Batı da Aristo’nun en büyük yorumlayıcısı sayılmıştır. İbn Rüşd İslam felsefesine de mal edildiği kadar, batı ortaçağ felsefesine de mal edilir. İbn Rüşd’ün yanı sıra diğer İbn Haldun gibi İslam bilginleri de birçok batılı düşünce insanını etkilemiştir. Türkiye’de Doğu kültürü ve sanatıyla araya mesafe koyan anlayışı incelemek oldukça önem taşıyor. Öz gerçeklikten bu kadar uzaklaşmış, Avrupa merkezci bir sol geleneğin gelişme şansı olabilir miydi? Bence olamazdı. Türkiye’de aydınlanma hareketinin gelişememesinin birçok nedeni var ama bu anlatmaya çalıştığım neden, yani kendi kültürel değerlerine yabancılaşması sorunu en önemli nedenlerden birisidir. PKK gibi Kürt sol örgütleri de bu eleştirilerin kapsamı içindedir. Kürtler Ortadoğu’nun ortasında bir halk olmasına rağmen, bu halka öncülük eden siyasi yapılara yakından bakıldığında batılı modelleri esas aldıkları, üst yapı kurumlarında batılı argümanlarla düşündükleri anlaşılır. Şunu rahatlıkla söylemek lazım, geniş anlamda Türkiye’de entelektüel saha Avrupamerkezcidir. Batılı kültürel değerler cazip, Doğulu, yani kendi kültürel değerleri aciz gelmiştir. Düşünce dünyamızda doğuya ait çok şey yer almamaktadır. Bunları belirtirken şöyle bir hataya düşmek istemem, batılı kültürel değerler yanlış mı ya da zararlı mı? Eleştiri konusu yaptığım şey, batılı değerlere gösterdikleri ilginin yarısını kendi değerlerine göstermemeleridir. Yine bu anlattıklarım batılı ve doğulu değerlerin yanlışlığı ve doğruluğu üzerine değildir. Eleştirim yönteme, yamuk bir bakış açısına yöneliktir. Tam da burada eleştiri konusu yaptığım bakış açısına biraz daha yakından bakalım. Avrupamerkezcilik sadece bir tarih anlayışı değildir, bundan daha kapsamlı bir şeydir. Oryantalizm, ırkçılık, pozitivizm gibi birçok akımı içine alır. Mesela felsefe alanında antik yunan felsefesi unsurlarından biridir. Hıristiyanlık bir başka düşünsel kaynağıdır. Sanayi uygarlığı dediğimiz endüstriyel ilerlemecilik ise baş unsurudur. Bu Avrupamerkezci tarih anlayışına göre tüm insanlık tarihsel ilerlemesini Avrupa uygarlığı üzerinden yapacaktır. Avrupa kültürel alanda ve sanayi alanında insanlığı en üst düzeyde temsil etmektedir. Avrupa’nın dışında kalan toplumlar, Avrupa’nın öncülük ettiği uygarlığa ulaşmak için Avrupa’yı kendilerine bir zorunluluk olarak model almalıdır! Avrupamerkezci bir Marksist anlayış ise, insanlığı ileriye götürecek en devrimci öznenin Avrupa proletaryası olduğunu söylüyordu. Avrupa’yı merkeze koyarak model alma alışkanlığı ya da hayranlığı genel anlamda Türkiye’nin 200 yıldır devam eden macerası. Dönem dönem gelgitler olmasına rağmen devam eden bir süreç. Bu sürecin olumlu ya da olumsuz yönleri ayrı bir yazı konusu olabilir. Ama sol  hareket açısından orta yerde model alınacak bir solun kalmadığını bilmemiz gerekir. 

 

Doğu-Batı Sorunu   

 

Doğu-batı sorunu tarihin en tartışmalı teorik konularından birisidir. Halen devam eden, başı sonu belli olmayan bir tartışma alanıdır. Hem siyaseten, hem de entelektüel alanda devam ediyor tartışmalar. 19. yüzyılda batının doğuya yayılışını dünyanın batılılaşması olarak değerlendirenler şimdi küreselleşen dünya olarak ifade ediyorlar. Sorunu ileri batı- geri doğu olarak adlandıranlar da var. Özellikle soruna Avrupamerkezci bakış açısı ile yaklaşanlar bu düzlemde ele aldılar sorunu. Tarihin çok ağır bir sorunu olan Doğu-Batı meselesinde ilerici-gerici gibi ifadeler kullanılmasını doğru bulmuyorum. ‘İleri’ ve ‘geri’ kavramları sorunlu kavramlardır. ‘ileri’yi daha sonra gelen anlamında değerlendirenler sınıfındayım. Coğrafi ayrımlar yapılarak, ‘ileri’ ve ‘geri’ olarak tanımlanması şoven-ırkçı yaklaşımlara götürür insanı. 

 

Batı da 16. yüzyıl Rönesans’ından beri böylesi bir bölünme yaratılmış. 18. yüzyılda ise batı kapitalizmi bu egemen ideolojisini bu ayrım üzerinden gerçekleştirip oryantalizm kavramı ile formüle etmiştir. Peki gerçekten böylesi bir batı-doğu var mıdır? Varsa ne kadar objektiftir? Batının ilericiliği, doğunun gericiliği kavramlarında kıstas nedir? Batılı egemen zihniyete göre doğu her şeyi ile geridir. İlk başta iktisadi alanda geri kalmıştır. Kültürel alanda geridir, doğu bilim ve sanattan anlamaz. Ayrıca da doğuluların düşünce dünyası felsefe yapmaya müsait değildir vb. vb.  Bu oryantalist-ırkçı tespitleri daha da çoğaltabiliriz. Batının ileri olduğuna kanıt ise kapitalist uygarlığın yaratıcısı olması gösteriliyor. Doğu, feodal, karanlık bir ortaçağ, batı ise modern uygarlık olarak değerlendirilmektedir. Batı kapitalizminin endüstriyel ilerlemeci anlayışına göre bilim, felsefe ve aydınlanma gibi girişimler Avrupa ile ortaya çıkmıştır. Bilinen nedenlerden ötürü kapitalizm batıda erken gelişti. Bir toplumda üretim güçlerinin ve araçlarının gelişmişlik düzeyi her zaman o toplumu iyi bir model kılmaz. Burada, ‘ileri’ bir toplumdan ne anladığımız ya da ‘ileri’ olgusuna nasıl yaklaştığımız önemli bence. Önce de belirttiğim gibi, bu konuda ‘ileri’ ve ‘ilericiliği’ ‘daha sonra gelen’ olarak kabul ediyorum. Yoksa ileri kavramına olumlu ve iyi bir toplumsal model olarak yaklaşırsak, sanayi uygarlığının tüm sonuçlarını da kabul etmiş oluruz. Eğer batılı kapitalist uygarlığı gelmiş geçmiş en ileri, en iyi toplumsal sistem olarak kabul edersek, 20. yüzyıldaki savaşları, Nazi faşizmini nereye koyacağız? Unutmamalıyız ki insanlık tarihi felaketlerin en büyüğünü 20. yüzyılda yaşadı. Yani batı uygarlığının en doruğa yükseldiği bir çağda! Bu kadar şey söyledikten sonra, o halde batı kötü mü? Eğer batı kötü ise doğu iyi mi? Ne batı kötü, ne de doğu iyi. Üzerinde tartıştığımız şey ‘iyi’ ve ‘kötü’lerin dışında ele alınarak tartışılması gereken sorunlar ve bu tarihin ya da entelektüel alanın ağır sorunlarıdır. Bu gibi sorunlara siyah-beyaz bakmak zorunda değiliz. Ve daha önemlisi, doğu-batı gibi geniş ve ağır bir problemi Avrupamerkezci bakış açısıyla tartışmamalıyız. Sorun, coğrafik bölgesel kavramlarla tarif edilemez. Toplumları toplum yapan bölgesel özellikleri değil, sınıfsal özellikleri, bileşenleri ve iç çelişkileridir. Doğu-batı sorunu sınıfsal çelişkileri yönünden ele alınmalıdır. Ne doğu ne de batı kendi içlerinde tek bir sınıf bileşeninden oluşmuyor. Sınıflardan oluşan her toplumsal sistemin birden fazla görünümü olur. Bu yüzden birden fazla bakış açısıyla ele alınmaları gerekir. 

 

Zulmün ve Özgürlüğün Coğrafyası Olmaz

 

Dönelim doğuya. Benzer şeyler doğu için de söylenebilir. Batıda düşüncelerinden dolayı Bruno’yu ateşte yakanlar, doğuda da Mansur’un derisini yüzdüler. Zulmün ve özgürlüğün coğrafyası olmaz. Geçmişten bugüne Batıda verilen özgürlükler mücadelesi elbette ki göz ardı edilmemelidir. Bugün batılı değerlerden söz ediyorsak, bu değerlerin çok zorlu mücadeleler sonucunda kazanıldığını unutmamak gerekir. Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve daha buna benzer insanlığa mal olmuş bu ortak değerler önce Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Kaldı ki bugün aynı Batının kendisi ‘batılı değerler’ dediğimiz birçok şeyden hızla uzaklaşıyor. Yukarıda andığımız demokratik değerlerin içi boşaltıldı. Çok ikiyüzlü siyasetlerle ayakta durmaya çalışan bir batıdan söz edebiliriz ancak. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, Kürtler ve Avrupa birliği ilişkileri yakından incelendiğinde ikiyüzlülük daha net anlaşılmaktadır. 

 


4 Kasım 2020 Çarşamba

Doktor Jivago romanı ve Nobel Ödülü vakası…

Doktor Jivago romanı ve Nobel Ödülü vakası…


 

Dünyadaki değişimi özellikle soğuk savaş dönemi sonrasını edebiyat ödülleri üzerinden yeniden düşünmemiz ve konuşmamız gerekiyor. Bir kitap okudum bütün soğuk savaş döneminin özeti gibiydi. “Jivago Vakası” (Yapı kredi yayınları Peter Finn- Petra Couvee çev. Yeşim Seber) kitabından bahsediyorum. Bu kitaba bakılırsa “Doktor jivago” romanı etrafında olup bitenler o kadar çok şey anlatıyor ki… daha önceden de bazı şeyleri tahmin edebiliyordum, ama bu kitabı okuyunca kafamdaki sorularım önemli oranda netleşmiş oldu.

 

Bu kitaptan öğrendiklerimize göre soğuk savaş dönemi yıllarında Nobel edebiyat ödülü ve başka  uluslararası ödüllerin de çok politik amaçlı verildiği anlaşılıyor. “Doktor Jivago” romanı üzerinden yapılan Avrupa ve Amerika’daki lobilerde Nobel ödüllerindeki siyasetin etkisini görebiliyoruz. Soğuk savaş döneminde SSCB'ye karşı yazılan eleştirel kitaplarla epey bir ilgilenmiş bazı istihbaratçı çevreler. Soljenitsin ve Boris Pasternak örneğinde bu anlaşılıyor. Amaç, Sosyalist bloğu teşhir etmek olunca, Sovyet sosyalizmini eleştiren yazarların batı dünyasında öne çıkarıldığına tanık oluyoruz. Bu siyasi lobiler yazarlardan bağımsız olarak da yapılmış olabilir, çünkü iki yazar da bana göre iyi eserlerin yazarıdırlar. 

 

Soğuk savaş döneminde edebiyat dünyasındaki ödüller meselesinde  durum böyle… peki ya şimdi..? Sanırım işin bugünkü kısmı daha ilginç. Geçmişte Sovyet sosyalizmini eleştiren yazarlara ödül verilirken, şimdi durum neredeyse tam tersi biçimde gelişiyor. Türkiye örneğinden yola çıkacak olursak, bilmem fark ettiniz mi, Avrupa’dan ödüller alan yazarların neredeyse tamamı solcu sosyalist görüşlü muhalif insanlardır. Ve bunu öylesine kaba biçimde yapıyorlar ki, her taraflarından döküle döküle… Diyelim ülkenizde hükümet tarafından tutuklanıp hapis oldunuz bir kitabınız varsa hemen ödül veriyorlar. Burada aranan tek kıstas, hükümet karşıtı olmak. Ama sorun tam da burada başlıyor. Hükümetler genellikle sağcı ve muhafazakarlar, üstelik kendileri de sağcı olmasına rağmen ödülleri solcu muhaliflere veriyorlar. Yani eski soğuk savaşı döneminin tam tersi yönünde tercihler yapıyorlar? Eskiden Sovyet sosyalizmi karşıtı liberal sağcı muhalifler ödüllendirilirken, bugün ise sağcı hükümetler karşıtı, solcu muhalif yazarlar ödüllendiriliyor. Özellikle Türkiye’de hükümet karşıtlığının muhalifliğinin karşılığı Avrupalı ve Amerikalı kurumlar tarafından ödüllendirilmek olurken, PKK şiddetine eleştirel yaklaşan, muhalif yazarların bir teki bile bugüne kadar batılı kurumlar tarafından ödüllendirilmemiştir. PKK muhalifi yazarlar sadece Avrupalı kurumlar tarafından değil, Türkiyeli kurumlar tarafından da ödüllendirilmemiş ve görmezlikten gelinerek sansürlere maruz kalmışlardır. 

 

Jivago Vakası ve CİA lobisi

 

Boris Pasternak’ın meşhur romanı etrafında yaşananlar, hem SSCB’nin bir dönemini hem de CİA’nin Sovyet rejimi muhaliflerine olan ilgi alakasını çarpıcı biçimde gözler önüne seriyor. “Doktor Jivago” romanının trajik hikayesi öncelikle kendi ülkesinde reddedilmesiyle başlıyor. 

 

 “Novy Mir’in yayın kurulu uzun ve ayrıntılı bir değerlendirme yazısıyla Doktor Jivago’yu resmi olarak geri çevirdi. Eleştirinin çoğu satırı tanınmış savaş dönemi şairi Konstantin Simonov tarafından kaleme alınmıştı. Aralarında Pasternak’ın kapı komşusu Konsantin Fedin’in de yer aldığı diğer dört üyesi editoryal öneriler ve eklemeler yapılmasını teklif etmişlerdi. Beş adamın hepsi de belgeyi imzalamıştı. Elyazmasıyla birlikte gönderilen mektup, içinde yazanları kabul etmekte zorlanan Pasternak’a elden ulaştırıldı. İlgili eleştiri raporu şöyle, “Romanınızla ilgili bizi rahatsız eden şey, editörlerin ya da yazarın kesintiler veya düzeltmeler yaparak değiştirebileceği bir durum değildir. Burada kast ettiğimiz romanın ruhu, genel havası ve yazarın hayata dair görüşleridir…. Romanınızın ruhu sosyalist devrimin kabul edilmemesi yönündedir. Romanınızın genel havası da Ekim Devrimi’nin İç savaş’ın ve bunların beraberinde getirdiği toplumsal dönüşümlerin insanlara acıdan başka bir şey vermediğini ve Rus entelijansiyasını fiziksel olarak ya da ahlaken yok ettiğini söylemektedir.” (s.133 Literaturnaya Gazeta 25 Ekim 1958) 

 

Romanın basımı kendi ülkesinde reddedilince, Pasternak kitabının yurt dışında basılması için uğraşır. Uzun bir yazışma trafiği sonunda roman İtalya’da yayınlanır ve roman 1958 yılında Nobel ödülüne layık görülür. Nobel’le birlikte Pasternak’ın hayatı adeta cehenneme çevrilir. Zaten bir süredir ev hapsinde tutulmaktadır. Ödülle birlikte bu çember daha da daralır. Tüm baskılara rağmen Pasternak direnir. Yakınlarına, “Başıma gelebileceklerin hiçbir önemi yok. Hayatım sonuna geldi. Kitap, uygar dünyaya gönderilmiş son sözümdür.” der. Pasternak’ın Nobel ödülünü sorun eden rejim, Pasternak hakkında iyi şeyler düşünmemektedir. Ödüle karşılık, “Yazarlar Birliği başkanlık heyeti, Pasternak’ın siyasi ve ahlaki çöküşünü, Sovyetler Birliği’ne, sosyalizme, barışa ve ilerlemeye karşı işlediği ve soğuk savaşı iyice tırmandırmak uğruna Nobel ödülü’ne değer bulunan ihanetini göz önüne alarak…Boris Pasternak’ın Sovyet Yazarı unvanından mahrum edilmesine ve kendisinin SSCB Yazarlar Birliği’nden azledilmesine karar vermiştir.” (s.48) 

 

Pasternak içinde bulunduğu can sıkıcı durumu anlatan, “Nobel Ödülü” adlı bir şiir yazar, o şiirinde, “Kafesteki bir hayvan gibi umutsuzum” dedikten sonra, 

 

Hürriyeti, insanları, ışığı seziyorum dışarıdan,

Avcıların nefesi geliyor hemen ensemden,

Kaçabileceğim bir yol yok buradan.” (s.271)

 

O şair Pasternak ki, 1917 Ekim Devrimini anlatan bir şiirinde, “Yeryüzünün ilk aşkıyız biz” diyordu, ömrünün son günlerine doğru rejim tarafından ev hapsine alındığı  günlerinde ise,  “Geleceği sevmekten ve inanmaktan yorgun düştüm.” diyordu. O rejim yorgunu Şairin Nobel ödülünü alması için yurt dışına çıkabilmesine izin verilmedi. Büyük kederler içinde 1960 yılında hayata gözlerini yumdu. Ölümünden sonra “Doktor Jivago” romanını okuyan SSCB Devlet Başkanı Kruşçev şu itirafı yapmak zorunda kalır, “Roman aslında fena değilmiş, korkulacak bir şey yokmuş, boşuna yasaklamışız. Keşke daha önceleri okumuş olsaydık.” Peki, Kruşçev’e bunları düşündüren roman, romanın yasaklanmasını isteyen ve bunun için rapor yazan yazarlar heyetine bu sansür raporunu yazdıran şey neydi..? Cevabı zor olmasa gerek, o günün koşullarında Boris Pasternak gibi ev hapsine maruz kalma korkusuydu. Bu rejim yalakası yazar dostlarını da hatırlayan Pasternak kendisiyle bu grubun farkının ne olduğunu bir cümlede özetlemişti. “Her nesilde, hakikati kendi gördüğü şekliyle söyleyen bir ahmak çıkar.” Ülkesinde o ahmağın kendisi olduğunu düşünüyordu. 

 

 

“Demir Perde’de kocaman bir delik açtık.”

 

CİA bu romanla ne zaman neden ilgilendi. “Doktor Jivago’nun Rusça elyazması, Washington D.C. ‘deki CİA genel merkezine 1958 Ocak ayının başlarında iki film makarası halinde ulaştı. Kitabın bu nüshası Britanya istihbaratı tarafından servis edilmiş ve romanın gelişi, teşkilat içerisinde bir miktar heyecan yaratmıştı. Teşkilattaki Sovyet Rusya Bölümü başkanının, CİA adına yürütülen gizli operasyonlardan sorumlu olan Frank Wisner’e gönderdiği bir iç yazışmada Doktor Jivago “Stalin’in ölümünden beri bir Sovyet yazarı tarafından kaleme alınmış en aykırı edebiyat yapıtı” olarak tarif edilmekteydi.

 

“Romanın İtalya’da çıkmasından kısa bir süre sonra gönderilen bir iç yazışmada, teşkilat çalışanları Doktor Jivago hakkında “Nobel Ödülü gibi bir şerefe erişmek adına, dünya çapında en üst düzeyde serbest dağıtımın yapılabilmesi, kitabın övgüler alması ve itibar kazanması amacı doğrultusunda mümkün olan en çok sayıda yabancı dilde baskısının yayınlanması önerisini ortaya atmışlardı. CİA, Pasternak tarafından yazılan romanın, İsveç Akademisi’ni de kapsayacak şekilde dünya çapında ilgi çekeceğine umut bağlamıştı. 

 

CİA’ın Doktor Jivago’yu ilgilendiren operasyonlardaki rolüne hükümet en üst düzeyde destek sağlamıştır. Eisenhower yönetimindeki Beyaz Saray, gizli faaliyetleri yöneten Operasyonlar Denetim Kurulu (OCB) vasıtasıyla CİA’e romandan “istifade edilmesi” konusunda özel kontrol yetkisi vermişti.” (s.155)

 

CİA ve Nobel ödülünü “Doktor Jivago” romanı üzerinden düşündüğümüzde, daha sonraki dönemlerde de politik edebiyat ve yazın alanında CİA’nın bu gibi konularda ilgisiz kalmadığını tahmin etmek zor değil. Benzer bir lobinin 1970 de Sovyet rejimi muhalifi Soljenitsin’in Nobel ödülünü alması esnasında yaşandığı biliniyor. 

 

 

 

 

23 Ekim 2020 Cuma

İRA ve PKK arasındaki 10 fark..

İRA ve PKK arasındaki 10 fark...


1-İRA eylemlerine başladığında İrlandalılar asıllarını inkar etmiyordu. Sadece dünya değil, İngilizlerde varlıklarını kabul ediyordu. Ama PKK kurulduğunda Kürtlerin varlığı Devlet tarafından inkar ediliyordu. 

2-İRA ve İrlandalıların mücadelesinde yüzyıllık bir devamlılık varken, PKK’ nin 40 yıllık bir geçmişi var.

3-İRA eylemlerine başladığında İrlandalıların desteğini alırken, PKK eylemlerine başladığında ilk önce Kürtlerin tepkisiyle karşılaştı. 

4- İRA ilk kurşunu İngiltere devletine sıkarken, PKK ilk kurşunu Türk sol örgütlerine ve Kürt örgütlerine sıkmıştır. 

5-İRA mücadeleye başladığında İrlandalılardan ve dünyadaki sol hareketlerden destek aldı. PKK ise eylemlerini Kürtlere rağmen başlattı. Sivillere yönelik eylemlerinden dolayı tepki aldı.

6-İRA -Kurtuluş ordusu şeklinde kolektif bir yönetimle örgütlenmişken, PKK (Abdullah Öcalan) Tek adam üzerinden örgütlenmiştir. 

7-İRA’nın mücadelesi dünya solu tarafından destek görürken, PKK’nin akıl almaz eylemleri sayesinde ilk günden itibaren terörizm olarak adlandırıldı. 

8- İRA her zaman anadilinde konuştu ve yazdı, PKK ise Kürtlerin anadilini değil, Türkçe konuşup Türkçe yazdı. Kürtçe anadilinde konuşup yazan örgütleri ilkel milliyetçilikle suçladı. 

9- Sinn Fein Partisi, İRA’yı silahsızlandırmak için legal meşru alana çekerken, HDP geleneğinden legal partiler, PKK’ye her defasında angaje oldu. Her dönem çözümün adresi olarak PKK’yi ve Öcalan’ı gösterdiler.

10- İRA örgütünün lideri Bobby Sands hapis edildiğinde siyasi taleplerinden dolayı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. PKK lideri ise 22 yıldır mahpus olmasına rağmen bir tek gün bile açlık grevi yapmadı.

13 Şubat 2019 Çarşamba

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…


Bir cümleyle otosansür nedir? diye sorulsa bana, ‘Yazarın kendi kendine ettiği zulümdür’ derim. Bu zulüm başka bir zulüm! Sanırım bu konuda en dertli olanlar mahpus yazarlardır. İki yıl önce ‘Hapiste Yazmak’ adlı bir derleme yapmaya başladığımda içerden gelen yazılarda otosansür denilen şeyi tüm ayrıntılarıyla görmüş oldum. Daha önce de benzer şeyleri kendim yaşadığım için gelen her yazıda kendimi gördüm. Hapiste yazdığım mektup ve yazılara yeniden baktım. Her defasında gördüğüm ve anladığım şu: Hapiste yazılan her yazılı metin yarım metindir; henüz bitmediği için yarım değildir; kaygılarla yazıldığı için yarım metindir. Eğer dikkat edilirse korkularla yazılmış demiyorum kaygılarla yazılmış metinler diyorum. Gerçi kaygı korkuyu da içinde barındırıyor ama korku bir çok kaygıdan biri olabilir ancak. Korku dışsal, kaygı ise içseldir: Dışsal olana tepki yazana bir yazma nedeni yaratırken, içsel olan kaygı yazanı köreltir. İçsel olan kanıksanmış bir dengecilikle açıklanabilirken dışsal olan geçici bir tutumla açıklanabilir.

Buradan söylemek istediğim şey şu: sansür korkunun, otosansür kaygının sonucudur. Hapiste yazanlar her ikisine de maruz kalıyor. Hapishanede yazanı sınırlayan ya da kaygı duymasına neden olan o kadar şey var ki ‘Kaygısız yazmalıyım’ dediğimde bile kafamda bir çok kaygının olduğunu anlıyordum. Hapiste yazılan her şey başkaları tarafından okunup incelendikten sonra dışarı gönderiliyor. Şu başkaları dediğim ise oldukça titiz çalışan mektup okuma ve mektup inceleme komisyonlarıdır. Bu komisyonlardan biri devletin diğeri eğer birlikte kalıyorsanız örgüte aittir. Eğer içerde yazıyorsanız dışarı göndereceğiniz her yazılı metini örgütün mektup inceleme komitesine vermeniz gerekiyor. Bu komite yazınızı inceledikten sonra gidip-gitmeyeceğine karar veriyor. Buradan okey alan yazı ya da mektup idareye verilir bu kez idarede mektup okuma komisyonu tarafından incelenir eğer uygun görülürse dışarı gönderilir. Benim mektup ve yazılarım bazen örgütün MİK’ine (mektup inceleme komitesi) bazen de idarenin MOK’una (mektup okuma komisyonu) takılırdı. Dışardan gelen mektup ve yazılarda aynı yolu takip eder. İki okuma ve inceleme komisyonunun ardından sahibine ulaşır. Bu komisyonlara takılmadan gidip gelen yazılar yazılmasa da yazın dünyasından pek bir şey eksilmezdi. 1990 sonrası hapishane kuşağının yazın ve edebiyat alanında nitelikli ürünler verememesi bu anlatmaya çalıştığım nedenlerle ilgilidir. Çok aşırı denetim insanlardaki yazma şevkini kırdı. Bu sıkı denetim ve uygulamadan dolayı bir çok insan yazmadı. 10 yıl kaldığım hapishanelerde dışardan mektup arkadaşım olmadı. Bu sıkı denetleme komisyonlarına olan tepkiden dolayı yazmayı düşünmedim. Kaldı ki yazanlarda içlerinden geçeni yazamadılar. Bir kişinin yazdığı mektubu topluca okuyan gruplardan yazarların çıkması beklenmemelidir. Aşkı yasaklayan gruplardan edebiyatçı çıkması mümkün değildir. Zaman zaman içerde birlikte kaldığım mahpusların yazdığı öyküleri okudum. Bu öykülerde Kadın ve Aşk yoktu. Sol gruplarda edebiyatçıların ortaya çıkmayışı dıştan (devletin) sansürüyle ilgili değildir. İçten kaynaklı dediğim (örgüt) otosansürdür. Edebiyata dair kuracağı her cümleden kaygı duyan bir insandan nitelikli edebiyat eserleri beklemek pek gerçekçi olmaz. 

Sonuç olarak bu konuda diyeceğim şu: hapiste yazanın maruz kaldığı sansür yani dışsal dediğim şey yazanları daha çok yazmaya iterken sansürün kendisi bile yazanın yazma nedeni olmaktadır. Kaygılardan kaynaklı içsel nedenler dediğim otosansür ise yazanı etkisiz bırakarak yeteneklerinin önünü almaktadır. Yazarın asıl yazmak istediği şeyleri yazdırtmamaktadır. İçinde bulunduğu grubun dışına itilmeyi göze alamamaktadır. Oysa her türlü yazınsal üretim bağımsız düşünmeyi gerektirir. Bağımsız olmayanlar özgür düşünce geliştiremeyeceği gibi özgün eserler de veremezler.

3 Şubat 2019 Pazar

The “Revolutionary” Prisons in Turkey

The “Revolutionary” Prisons in Turkey
I spent 10 years in Turkish prisons in the 90’s, during which there were prisons inside prisons. The inner prisons were run by the radical left revolutionary organizations.  I already documented the horrible practices at these inner prisons in my books.   In this article I will give the reader a comparison of two different prisons in two different periods:  Diyarbakir in 1980’s under government control and Bayrampasa in 1990’s under the control of radical revolutionary left.  I was not in Diyarbakir in 1980’s but was in prison with the people who were in Diyarbakir during 1980’s.  There is ample research, written and visual evidence about this period.  Under the 1980 coup regime torture and mistreatment was rampant in Diyarbakir.  As a result, many inmates lost their lives or were permanently disabled.  That said, we know that the torture and mistreatment neither changed the beliefs of the inmates nor did it prevent resistance. The political prisoners showed solidarity against systemic torture.  They often launched hunger strikes sometimes indefinitely.  I listened first-hand how the resistance boosted the morale from prisoners themselves.  In fact, the resistance in Diyarbakir galvanized support for PKK in the following period.  We know that PKK used Diyarbakir as propaganda material to support its own resistance literature.  Not only in media controlled by PKK but also numerous Turkish journalists and intellectuals wrote about 1980’s Diyarbakir.  
Developments during the 1990’s took a different path.  I was set foot in Bayrampasa prison which was reserved exclusively? for leftist and PKK sympathizers.    I was completely unprepared for what I would observe and experience in Bayrampasa in the next few years.   The wards in the C Bock were completely under the control of the revolutionaries and PKK.  The daily life was more like one in a concentration camp rather in a prison ward. Military discipline was upheld. During my early days, looking out from the windows of 15-16thward in C Block I saw a group of prisoners with guns doing a military exercise.  I thought special operations teams of the government was using the facility. When I asked about what I saw to the XXX in charge of our ward, the response was “Those two wards belong to Revolutionary Left (“Dev-Sol”).” My preconceptions about prison life was shattered. How could it happen?  Dev-Sol was literally conducting an armed exercise in the prison complex.  
As Chekhov says if in the first act there is a rifle hanging on the wall in the second or third act it must absolutely go off.  Those guns that I saw went off in exactly a year.  It happened in the adjacent ward:  Dursun Karatas supporters, a faction within Dev-Sol raided a ward populated by Bedri Yagan supporters, another faction.  Both groups were armed.  As a result, Erdogan Eliuygun was murdered and and a few others were wounded on July 22nd1993.  
Another prisoner told me that he saw long heavy arms, though I did not see it myself.  It is possible.  It was as if the state designed Bayrampasa as a camp for the revolutionary left.  It could be said that the place was better equipped than the camps outside.  After staying here for a few months some of the young members would hit the mountains. And some others (since they received their armed training) would get into armed conflict in Istanbul. Occasionally I would recognize some of these youngsters as killed in armed conflict by the security forces.  There were quite a few of these during 1991-93. 
When I asked the leading prisoners how this was possible, I was told that it had not been easy to wrestle control from the state, it was a fruit of resistance.   Yet years later I met with one of the directors of Bayrampasa in a conference. When I asked what his thoughts were about the C Block.  What he said was illuminating: “We were not involved in that section.  C Block was under the jurisdiction of Istanbul Police Department.  
In the 90’s journalists and politicians reported that the prisons became training camps for revolutionary left and PKK.  Yet the left did not take notice.  
When the oppressed becomes the oppressor
Who were the leaders of the revolutionaries and PKK in the prison?  There were 4 PKK wards in the prison.  The leaders of the wards were the ones who themselves were tortured in 1980’s at Diyarbakir.  They were appointed to their position by PKK precisely because of their experience in Diyarbakir.  They were now involved in systematic oppression and torture of their own comrades. Through my research I was yet to learn that the number of prisoners killed by the revolutionaries and PKK were more than the ones killed by the state in the same period when the revolutionaries controlled the prisons:  40 vs 28. 
Contrast these to F type prisons which replaced the wards with cells:  Between 2000 and 2018 not a single prisoner was killed neither by the revolutionaries nor by the prison management.  In the 90’s people were killed or permanently disabled as a result of hunger strikes in the prisons that was effectively controlled by the revolutionaries.   Not a single hunger strike between in the F type prisons, nicknamed “coffin cells” by the prisoners between 2000-2018.  
Between 1990 and 2000 PKK and the revolutionary left were effectively controlling 23 largest prisons in Turkey managing roughly 100,000 prisoners divided into 50 or 100 prisoners by ward.  40 prisoners were executed.  Not a single witness could stand up to these inside or outside the prisons.  By start contrast, a decade ago PKK had not only developed resistance against the treatment in Diyarbakir, they could legally challenge and thanks to the Human Rights NGO’s could document the torture and the mistreatment.  
The prisoners facing oppression by the revolutionary left and PKK stated to lose determination for the cause.  Most of them severed their relations with the organizations.  The control and oppression in the prisons were total, in a way reminiscent to concentration camps.  Despite numerous executions, there is no sign of questioning or resistance.  August 21st, 1994:  Simel Aydin,17 was suffocated to death by her comrades from Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP-C) in Bayrampasa Prison, Istanbul.  December 23rd, 1996: Ulas Sahinturk,17 was suffocated to death by DHKP-C in Ulucanlar Prison. Ankara.  July 23rd, 1994:  Ercan Y, Irfan D. and Sait F., all teenagers were suffocated to death at Erzurum Prison. All these prisoners were overtly executed in wards of 50 or 100 prisoners.  I learned first hand from the witnesses that nobody could bring an objection or later testify against the perpetrators.  Not before, during or following these crimes, even after the prisoners were released.  Nobody was able to talk about or write about them.  Nobody brought a lawsuit against the state, party legally responsible for the prisoners. When I asked about this radio silence to the families of the deceased, the response was that they feared retaliation by the revolutionary left.  When I wrote about some of the cases in “Killed by her Comrades”, reaction of the families is one of discomfort and nervousness not curiosity.  By contrast violations in Diyarbakir in 80’s were heavily documented, and many lawsuits against the government were filed, most of them making their way to European Human Rights Court.  
Between 1990 and 2000 about 100,000 people were in the prisons controlled by revolutionary left and PKK.  98% of the prisoners became informants under police pressure and 40 of them were overtly executed by the revolutionary left or PKK.  Many more were tortured or mistreated.  Thousands left traumatized.  
All countries manage prisons but in Turkey the revolutionary left managed their own prisons within the system.  

                                                                                Aytekin Yılmaz 15 Ocak 2019

Names of executed Prisoners by the Revolutionary Left and PKK between 1990-2000
1 -Ali Akgün Çanakkale Cezaevi, 1990, Dev-Sol
2 - Mehmet Ali Çelik, 1991 Bayrampaşa Cezaevi- Dev-Sol
3 -Ali Sinan Aksünger, 6 Eylül 1991, Bayrampaşa, Dev-Sol
3-Kemal Fırat, 4 Nisan 1991 Bayrampaşa-Dev-Sol
4 -Mehmet Sami Tarhan, 2 Mayıs 1992, Bayrampaşa, Dev-Sol
5 - Adnan Temiz, Adana Cezaevi, 10 Haziran 1992, Dev-Sol
6 -Osman Tim, Bayrampaşa Cezaevi, 22 Aralık 1992, PKK
7 - Mülkiye Doğan, Urfa Cezaevi, 12 Nisan 1993, PKK
8 -Sinan Er, 6 Mart 1993 Diyarbakır Cezaevi, PKK
9 - Ekrem Arslan, İzmir Buca Cezaevi, 1993, PKK
10 - Süleyman Aydın, İzmir Buca Cezaevi, 1993, PKK
11 - Mehmet Tuncay, İzmir Buca Cezaevi 1993 – PKK
12 -İsmi belirlenememiş iki kişi, Diyarbakır E Tipi Cezaevi 1994 PKK
13 -Erdoğan Eliuygun, Bayrampaşa Cezaevi 18 Temmuz 1993 Dev-Sol
14- Ali İhsan Kaymaz, 1994 Malatya E Tipi Cezaevi-PKK
15 - Şerif Mercan 1994 Bursa özel Tip Cezaevi – PKK
16 -İzzet Kaplan 1994 Diyarbakır Cezaevi, PKK
17 - Mehmet Kankaya- A. İhsan Soymaz (iki kişi) 1994 Malatya E Tipi Cezaevi-PKK
18 - Ercan Yıldız, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi- PKK
19 - İrfan Doğan, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi-PKK
20 - Sait Fidangil, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi-PKK
21 -Ahmet Celal Özkul, 1994 Ankara Ulucanlar Cezaevi-DHKP-C
22 -Şimel Aydın, Bayrampaşa Cezaevi 21 Ağustos 1994 –DHKP-C
23 -Hasan Hüseyin Kulaç, Bayrampaşa Cezaevi 21 Ağustos 1994 – DHKP-C
24 -Latife Ereren, Bayrampaşa Cezaevi 5 Mart 1995 – DHKP-C
25 -Hilal Fusün Ünlü, Ankara Ulucanlar kapalı Cezaevi 28 Haziran 1995 DHKP-C
26 -Fatma Özyurt, 22 Ekim 1996 Ankara Merkez Kapalı Cezaevi – DHKP-C
27 -İbrahim Sertel, 23 Ekim 1996 Buca Cezaevi- DHKP-C
28 -Ulaş Şahintürk, 23 Aralık Ankara Ulucanlar -1996-DHKP-C
29 -Şükrü Akın, Konya Cezaevi 5 Şubat 1996-PKK
30 -Emine Yavuz, Diyarbakır Cezaevi 8 Ağustos 1996 PKK
31 - Fikriye G. Muhammed, Diyarbakır Cezaevi, 1996, PKK
32 -Ramiz Şişman, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi 4 Kasım 1996-TİKKO
33 -Hasan Hüseyin, Er Bayrampaşa Cezaevi 5 kasım 1996- TİKKO
34 -Mehmet Çakar, 20 Eylül 1998 Bursa Özel Tip Cezaevi TİKKO
35 –Adem Yeşildağ, 27 Ağustos 1998 Malatya Cezaevi- DHKP-C
36 -Turan Ünal, Çankırı Cezaevi 4 Temmuz 1999-DHKP-C
37 -Oktay Yıldırım, 19 Mayıs 1999 Bayrampaşa Cezaevi- DHKP-C
38-Haydar Akbaba, 19 Aralık 2000 - Ümraniye Cezaevi -MLKP
39-Muharrem Buldukoğlu, 19 Aralık 2000-Ümraniye Cezaevi MLKP
Executions by revolutionary organizations
DHKP-C - 17
PKK -17
TİKKO -3
MLKP - 2
Total 39












Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...