13 Şubat 2019 Çarşamba

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…


Bir cümleyle otosansür nedir? diye sorulsa bana, ‘Yazarın kendi kendine ettiği zulümdür’ derim. Bu zulüm başka bir zulüm! Sanırım bu konuda en dertli olanlar mahpus yazarlardır. İki yıl önce ‘Hapiste Yazmak’ adlı bir derleme yapmaya başladığımda içerden gelen yazılarda otosansür denilen şeyi tüm ayrıntılarıyla görmüş oldum. Daha önce de benzer şeyleri kendim yaşadığım için gelen her yazıda kendimi gördüm. Hapiste yazdığım mektup ve yazılara yeniden baktım. Her defasında gördüğüm ve anladığım şu: Hapiste yazılan her yazılı metin yarım metindir; henüz bitmediği için yarım değildir; kaygılarla yazıldığı için yarım metindir. Eğer dikkat edilirse korkularla yazılmış demiyorum kaygılarla yazılmış metinler diyorum. Gerçi kaygı korkuyu da içinde barındırıyor ama korku bir çok kaygıdan biri olabilir ancak. Korku dışsal, kaygı ise içseldir: Dışsal olana tepki yazana bir yazma nedeni yaratırken, içsel olan kaygı yazanı köreltir. İçsel olan kanıksanmış bir dengecilikle açıklanabilirken dışsal olan geçici bir tutumla açıklanabilir.

Buradan söylemek istediğim şey şu: sansür korkunun, otosansür kaygının sonucudur. Hapiste yazanlar her ikisine de maruz kalıyor. Hapishanede yazanı sınırlayan ya da kaygı duymasına neden olan o kadar şey var ki ‘Kaygısız yazmalıyım’ dediğimde bile kafamda bir çok kaygının olduğunu anlıyordum. Hapiste yazılan her şey başkaları tarafından okunup incelendikten sonra dışarı gönderiliyor. Şu başkaları dediğim ise oldukça titiz çalışan mektup okuma ve mektup inceleme komisyonlarıdır. Bu komisyonlardan biri devletin diğeri eğer birlikte kalıyorsanız örgüte aittir. Eğer içerde yazıyorsanız dışarı göndereceğiniz her yazılı metini örgütün mektup inceleme komitesine vermeniz gerekiyor. Bu komite yazınızı inceledikten sonra gidip-gitmeyeceğine karar veriyor. Buradan okey alan yazı ya da mektup idareye verilir bu kez idarede mektup okuma komisyonu tarafından incelenir eğer uygun görülürse dışarı gönderilir. Benim mektup ve yazılarım bazen örgütün MİK’ine (mektup inceleme komitesi) bazen de idarenin MOK’una (mektup okuma komisyonu) takılırdı. Dışardan gelen mektup ve yazılarda aynı yolu takip eder. İki okuma ve inceleme komisyonunun ardından sahibine ulaşır. Bu komisyonlara takılmadan gidip gelen yazılar yazılmasa da yazın dünyasından pek bir şey eksilmezdi. 1990 sonrası hapishane kuşağının yazın ve edebiyat alanında nitelikli ürünler verememesi bu anlatmaya çalıştığım nedenlerle ilgilidir. Çok aşırı denetim insanlardaki yazma şevkini kırdı. Bu sıkı denetim ve uygulamadan dolayı bir çok insan yazmadı. 10 yıl kaldığım hapishanelerde dışardan mektup arkadaşım olmadı. Bu sıkı denetleme komisyonlarına olan tepkiden dolayı yazmayı düşünmedim. Kaldı ki yazanlarda içlerinden geçeni yazamadılar. Bir kişinin yazdığı mektubu topluca okuyan gruplardan yazarların çıkması beklenmemelidir. Aşkı yasaklayan gruplardan edebiyatçı çıkması mümkün değildir. Zaman zaman içerde birlikte kaldığım mahpusların yazdığı öyküleri okudum. Bu öykülerde Kadın ve Aşk yoktu. Sol gruplarda edebiyatçıların ortaya çıkmayışı dıştan (devletin) sansürüyle ilgili değildir. İçten kaynaklı dediğim (örgüt) otosansürdür. Edebiyata dair kuracağı her cümleden kaygı duyan bir insandan nitelikli edebiyat eserleri beklemek pek gerçekçi olmaz. 

Sonuç olarak bu konuda diyeceğim şu: hapiste yazanın maruz kaldığı sansür yani dışsal dediğim şey yazanları daha çok yazmaya iterken sansürün kendisi bile yazanın yazma nedeni olmaktadır. Kaygılardan kaynaklı içsel nedenler dediğim otosansür ise yazanı etkisiz bırakarak yeteneklerinin önünü almaktadır. Yazarın asıl yazmak istediği şeyleri yazdırtmamaktadır. İçinde bulunduğu grubun dışına itilmeyi göze alamamaktadır. Oysa her türlü yazınsal üretim bağımsız düşünmeyi gerektirir. Bağımsız olmayanlar özgür düşünce geliştiremeyeceği gibi özgün eserler de veremezler.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?

  İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş.  Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nı...