10 Ocak 2023 Salı

“Türkçe edebiyat” mı, “Türk edebiyatı” mı?





 

Arada bir rastlıyorum bu iki başlık üzerinden kavga edenlere… Araya girmek istemezdim. Ama madem ben de “Türkçe edebiyat” diyorum, o halde neden bu ifadeyi kullandığımı anlatayım. Yazdıklarımı “Türk edebiyatı” başlığı altında anmıyorum. Çünkü bu kavram derdimi tam açıklamıyor. Birincisi Türk değilim, Türkiyeli bir Kürdüm. Ama severek isteyerek Türkçe yazıyorum, iyi ki yazıyorum. Benim durumumda binlerce yazar meslektaşımın durumu da buna benzerdir. Biz “Türkçe edebiyat” dedikçe, bazıları hemen araya giriyor. “Fransızca edebiyat yok, Fransız edebiyatı var, Almanca edebiyat yok, Alman edebiyatı” var diyerek. Bizlerin yanlış yaptığını, “yerli ve milli” olmadığımızı söylüyorlar. 

 

Başka ülkeler kimseye bir şey dayatmadığı için olabilir mi? Avrupa’nın bazı ülkelerinde üç resmi dil var, İsviçre ve Belçika da mesela. Fransa ve Almanya’da hiçbir dil yasak değildir. Tüm diller Anayasal güvence altına alınmışlardır. Böyle olduğu için de o ülkelerin yazarları daha özgür olurlar. Çünkü Anadilleri yasal güvenceler altındadır. Sanatçılar hangi dilde şarkılarını söylerse söylesin konserleri yasaklanmıyor. Çocuklar Anadilinde eğitimlerini alabiliyorlar. Peki bizde böyle mi? Hayır! O yüzden Başka ülkeleri örnek verirken araştırın önce. Hal böyleyken bir Kürt yazarın, bir Süryani yazarın “Türkçe edebiyat” demesinden daha doğal ne olabilir. Ayrıca burada Türkçeyi, ya da “Türk edebiyatını” kimse yadsımıyor ve inkâr etmiyor. Herkes kendini özgürce ifade ediyor. Eğer unuttuysanız hatırlatayım, bu ülkede kaç etnik grup yaşarsa yaşasın bu farklılıklar en fazla nüfus sayımına kadar sürüyor. O gün geldiğinde hepimizi Türk’ten sayıyorlar. Yani siz “Türk” olmadığınız halde, Türkiyeli bir Kürt olduğunuz halde, Devlet sizin adınıza size rağmen karar veriyor. Yaşadığımız ülkede gerçek buyken bunları görmeden başka ülke örneklerini vermek hoş olmuyor. 

 

Fazla detaylara girmek istemiyorum, çünkü durum gayet çok açık ve anlaşılırdır. İnsanlar “Türk” olmadığı için, kendilerini “Türkiyeli” olarak tarif ettikleri için yazdıkları eserlerini de “Türkçe edebiyat” başlığı altında anıyorlar. “Türkiye edebiyatı” da diyebilirim, ama konu yazın-edebiyat olunca dile vurgu yapmak daha uygun gibi görünüyor. 

 

Bazı yayınevleri “Türk Edebiyatı” başlığı yerine, “Türkçe Edebiyat” koymuş. Ben olsam iki başlık açarım, tercihi yazara bırakırdım. Mesela yıllar önce iki kitabım (roman: dağbozumu ve Sığınamayanlar) Doğan Kitap’tan “Türk Edebiyatı” başlığı altında yayınlandı. Eğer “Türkçe Edebiyat” başlıkları olsaydı o başlık altında anılmasını isterdim. Peki “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkmasından rahatsız oldum mu, hayır olmadım. “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkan severek okuduğum çok kıymetli yazarların eserleri var. Bir Türk yazarının eseri elbette ki bu başlık altında yayınlanacaktır. Ama Türkçe yazan Türkiyeli bir Kürdün, Zaza’nın veya diğer etnik gruplardan olan yazarlara “Türkçe Edebiyat” tercihi neden çok görülüyor? “Türk Edebiyatı” dayatmasına niçin ihtiyaç duymaktadırlar? Bu dayatmayı yapanları, yazarların tercihlerine saygıya davet ediyorum…


Son bir şey daha edebiyatın haysiyeti gereği bir yazar milliyetiyle kimliğiyle değil, eseriyle övünmeli ve tartışılmalıdır. İnsanın o kadar değil de, bir yazarın şairin milliyetçisi hiç çekilir gibi değildir!

 

 

1 Ocak 2023 Pazar

Savaşa Karşı Barışı Savunmak...

Savaşa karşı Barışı savunmak!

 

 Savaş gibi bir konuda tutulacak her taraf, bu taraf zayıfın tarafı bile olsa, savaşı ve savaş literatürünü yeniden üretir. Bu konuda yazar Elias Canetti gibi düşünüyorum, “Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendi kendisine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.” Ayrıca Savaş bir kader değil, insanların başka insanları öldürme tercihidir. İnsanların öldürme tercihinde bulunduğu bir savaşa nasıl taraf olabilirim? Savaşı başlatana doğrudan tavır alınmalıdır. İnsanlar savaşla hiçbir şey elde etmemelidirler. İnsanların ölümü üzerine hiçbir şey kazanılmamalıdır. Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir. Hiçbir savaşın özgürlük getirdiğine inanmamak lazım. Eğer getirdikleri bir şey varsa, yıkılmış şehirler, ve büyük arazilere kurulmuş mezarlıklardır. Dünyanın her yanında geniş geniş mezarlıkların olmasına rağmen, hiçbir yerde geniş geniş özgürlükler göremiyoruz. 

 

Bir de başkalarının savaşına yüksek sesle “hayır!” diyenler var. “Savaşa hayır!” bu tavrı gördüğüm yerde sevinçten gözlerim yaşarıyor. Ama başkalarının savaşına çok rahatlıkla “hayır” diyenler, kendi savaşları söz konusu olduğunda “Biz kazanacağız!” diyorlar. Burada da sahici olmadıklarını görüyoruz. Yakın zamanda PKK’nin haber sitesinde okudum, PKK kadın merkez yönetimi, “Savaşı her alanda tırmandıracağız’” açıklaması yapmışlar. 40 yıldır savaştıkları halde, 100 binden fazla insanın ölümüne neden oldukları halde, halen savaşta ısrar edebiliyorlar. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşıyorlar. Avrupa ve Latin Amerika kendi tarihlerinin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

Görüldüğü üzere 40 yıllık Kürt dağındaki savaşta gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulmamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

Savaş karşıtlarının çoğalması gerekir

 

Bunun öyle kolay olmadığını geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Bir toplumda savaş karşıtlığının gelişmesi için öncelikle o toplumu bu konuda harekete geçirecek şeylerin olması lazımdır. İnsan hakları örgütlerinin ayrımsız biçimde hak savunuculuğu yapması, şiddete karşı olması, şiddet uygulayıcılarını eleştirebilecek konumda olması çok önemlidir. Peki, Türkiye’de böyle bir insan hakları örgütünüz var mı, yok. Savaş karşıtı yazarların olması gerekir. Türkiye’de sol mahallede savaş karşıtı yazar var mı? Rahatlıkla ‘Var’ diyemiyoruz. Devleti eleştiren sol mahalleden yazarlar aynı rahatlıkta PKK’nin şiddetini eleştiremiyor. Gerçek anlamda insan hakları örgütünüz yoksa, örgütten gelen şiddeti eleştiren yazarlarınız, gazetecileriniz yoksa, sivil toplum örgütleriniz yoksa gönül rahatlığıyla savaş karşıtlığından da bahsedemezsiniz. 

 

Bu ülkede çok uzun yıllar muhalif olmak, devlete karşı olmak olarak algılatıldı, algılandı. Yani devletin mağdurlarının yanında olmak, onları savunmak aydın yazarlara doğrudan muhaliflik, haklılık payesi verdiriyordu. PKK ve sol radikal örgütlerin kendi mahallelerinde yarattıkları mağduriyet bu büyüyü bozdu. Meğer anlaşıldı ki devlet mahallesinde mağdur olanlar kendi mahallelerinde zalim olmuşlar. Türkiyeli aydınların ve yazarların trajedisi tam da burada başladı. Devleti çok rahatça eleştirenler, PKK’yi ve sol örgütleri eleştiremediler ve hâlen eleştiremeyen bir çoğunluk var. Bu samimiyetsizlik, aydın ve yazarların muhalifliğinin sorgulanmasına neden oldu. PKK mağduriyetleri karşısında açıktan tavır alamayan, sinik hesapçı aydınlar ve yazarlar, muhalif olabilme özelliklerini yitirdiler. 

 

Yeni yılda Barışın iyiliği üzerinizden eksilmesin!

 

 


9 Mart 2022 Çarşamba

İçimizdeki Safiye



 

Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanından uyarlanan “Masumlar Apartmanı” dizisini izleyenler, Safiye hakkında ne düşünüyorlar? Dizinin bazı şeyleri fazla abarttığını düşünenler olmuştur. Ben ise gayet gerçekçi ve Safiye’nin içimizden biri olduğunu düşünüyorum. Belki her evde değil ama bir çok evde Safiyelerin olduğunu biliyorum. Bizim gibi toplumlarda şiddet evden başlıyor. Baba anneyi, Anne de çocuklarını dövüyor. Çocukluğum “Safiye” tipinde kadınlara komşuluk yaparak geçti. Beş komşu kadından beşi de çocuklarını dövüyordu. Üç ve fazlası çocuklu kadınlardan tümünün çocuklarına evde şiddet uyguladığına kefil olabilirim. Özellikle Taşrada çok çocuklu ailelerde Annesinden dayak yememiş çocuğa az rastlanır. Mesela benim ve komşu yaşıtlarımın çocukluğu banyo leğenlerinde çimdirilirken Annelerimizden dayak yemekle geçti. Başa sürülen yeşil sabunun göze kaçan yakıcı köpüğü yetmezmiş gibi, bir de bakır tasla dövülme seanslarına maruz kalmamak için leğenin içinden firar edip kaçanlar kuşağındanım. Bu toplum önemli oranda görücü usulüyle evlenmiş/evlendirilmiş aile topluluklarından oluşuyor. Evinde eşi tarafından sevilmemiş, horlanmış, dayak yemiş kadın, bütün öfkesini elinin altındaki çocuğundan çıkaranların sayısı bir hayli fazladır. Babadan anneye, anneden çocuklara uzanan uzun ince sevgisizlikten beslenen bir şiddet sarmalının devamcılarıyız. 

 

“Masumlar Apartmanı” bu anlamıyla oldukça gerçekçi ve yaşanmış dramları konu ediyor. Dizideki “Safiye” geçmişte annesi kendisine ne yapmışsa bir fazlasını kardeşlerine ve kendisine yapıyor. Aile bireyleri ruhlarının derinlerine ekilmiş, öğretilmiş bir şiddetin kurbanı ve geniş anlamda toplum bu ailelerden oluşuyor. İçimizdeki bu çöl, aile içindeki sevgisizlikten besleniyor. Sevgi hakkı yadsınmış olan her insan sakatlanmış, varlığının kökleri baltalanmış demektir. Bu gibi durumlarda sevgi, yaşanmamışlık haline gelince her tür şiddetin kaynağını oluşturabiliyor. Belki de öncelikle yüzleşmemiz gereken şey, içimizde özenle koruyup büyüttüğümüz sevgisizlikten beslenen çöllerimizdir. “Masumlar Apartmanı” sakinleri kendi çöllerini çöp olarak biriktirmişler. İnsanın geçmişi çöp değildir ki kapının önüne koysun. O yüzden de biriktirdikleri çöplerini kapının önüne koyamıyorlar. Geriye tek çare kalıyor, geçmişlerinde biriktirdikleri sevgisizlikle yüzleşmek!

 

 Dizi oyuncuları başta “Safiye” karakterini canlandıran Ezgi Mola ve tüm ekip işini iyi yapıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. 

 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

 


 

Yaşanan travmanın nedenini bilememek ve onunla baş edememek… 

 

Travmalara maruz kalmak kötü bir şeydir, ama daha kötüsü bu travmanın nedenini bilememektir. Türkiye toplumu kısırdöngü bir cenderenin içinde debelenip duruyor. Bunun temel sebebi geniş anlamda hem devlet, hem de toplum olarak maruz kaldığımız travmanın ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor. Eğer travmanızın ne olduğunu bilemezseniz onunla baş da edemezsiniz. 40 yıldır ülke PKK ile bir savaş içinde, ama adını koymamak için her yol yöntem deneniyor. Eskiye göre bugün PKK’nin gücü ve eylemleri azalmış gözüküyor. Ama uzun sürmüş bu savaşın yıllar içinde biriktirdiği sıkıntılar ve yıkımlar orta yerde duruyor. Ülke insanı PKK savaşı yorgunudur. Kürtler bu çatışmalı süreci daha yoğun yaşadılar. Bazıları çatışmalarda çocuklarını, bazıları evini köyünü kaybetti. Ama buna rağmen PKK yorgunu olduklarını halen daha dillendiremiyorlar. 

 

Sanırım bu konudaki kayıtsızlık şuradan kaynaklanıyor, Sol mahallede PKK'yi devletin karşısında bir hak/direniş örgütü görmekten kaynaklanıyor. Bazen eleştirilerime ilişkin şöyle yorumlar geliyor, “PKK’yi abartıyorsunuz, devletin baskısı ve yaptıklarının yanında devede kulak kalır.” Bir bakalım mı PKK devenin yanında nasıl gözüküyor? Savaşın 40 yılda verdiği insan kayıplarında tablo şöyle, içişleri ve savunma bakanlığının belgelerine göre, Devlet operasyonlarda toplamda 73 bin PKK’li öldürülmüş. (Faili meçhuller bu sayının dışında) PKK de 30 bin civarında öldürme gerçekleştirmiş. Bunların 25 bini polis - asker – korucu ve sivil. İmralı mahkemesinde Abdullah Öcalan’ın dediğine göre 15 bin de örgüt içi infaz var. (Bu örgüt içi infazların daha fazla olduğunu düşünüyorum) Bu tabloya bakılacak olursa PKK pek te hak örgütüne benzemiyor. Savaşın acılı bilançosuna biraz daha yakından bakalım mı? Son 36 yılda (1984-2020) Kürt dağındaki savaştaki çatışmalara 8 milyon asker katılmış…  askerlik süreleri boyunca çatışmalara operasyonlara katılanlar şimdi aramızda hep birlikte yaşıyoruz. Sonra da diyorlar ki bu ülke niye mutsuz! Savaştan çatışmadan dönen insanlar iyi olabilir mi?

 

1984 ten beri bu savaşta ölenlerin toplamı 100 bin civarında... savaşın ülke bütçesine zararı 3 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Uzun süren bu savaş nedeniyle 4 milyon insan köyünden şehrinden göç etmek zorunda kaldı. Toplamda 1 milyondan fazla insan mahkemelerde yargılandı, hapishanelere atıldı. Çatışmalarda ölen 25 bin asker - polis için Türkiye'de 81 ilde "Şehitler mezarlığı" yapıldı. Diğer taraftan dağlarda örgüt içi infaz olanların bir mezarı bile yok. Bunca yıkıma ölüme neden olmuş bu savaşa "savaş" dediğimizde "Savaş demeyin!" diyorlar. Ne diyelim peki...?

 

PKK’yi herhangi bir örgüt gibi görürseniz, savaşına da “savaş” demezsiniz. “Savaş iki devlet arasında yapılırmış.” PKK’nin Suriye’de (Rojava bölgesinde) oluşturduğu ordusu ve kitlesiyle Avrupalı bir çok ülkeden daha büyük olduğunu bilmek inanmak istemeyenler kendilerini kandırıyorlar. PKK Ortadoğu’da en uzun sürmüş, İran-Suriye ve Batılı devletlerin desteğini almış (40 yıllık) bir savaşın tarafıdır. Ortadoğu’da ve Avrupa’da toplamda 20 milyon kitleyi örgütlemiş istediği gibi yönetiyor. (Avrupa’da nüfusu 2-3 milyon olan devletler var) Suriye’de ki kolu olan YPG şu an son model ABD silahlarıyla donatılmış 60 bin kişilik bir orduya sahip. Türkiye’de seçimlerde HDP üzerinden 6 milyon oyu var. Bazıları için bu yukarıdaki sayıların bir kıymetinin olmadığını biliyorum. Bu ölenlerin her biri, bir can, bir baba bir evlat. Bilin bakalım en çok bu tabloyu sol mahallede görmek istemeyenler kim? Yazar, gazeteciler sanatçılar... en son bu tabloyu konuşan yazan birini tanıyor musunuz?

 

 Bu ülkede 1980 doğumlular hayata gözlerini açtıklarında kendilerini Kürt dağındaki savaşın içinde buldular. Bu nedenle de 40 yaş altı kuşak günlük hayatı çatışmalardan operasyonlardan ibaret sanıyor. Çatışmasız hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Daha korkunç olanı ise içinde yaşadıkları ortamın bir savaş ortamı olduğunu bilmemeleridir. Ülkenin Z kuşağı üzerine değerlendirme yapacak olanların bu gerçeği atlamamaları gerekiyor. Son 40 yılda çatışmalarda iki taraftan toplamda 100 bin e yakın insanımızı yitirdik. Yüz binlerce insan yıllarca hapishanelerde kaldı. Dört milyondan fazla insan şehrinden köyünden göç etmek zorunda kaldı. Bu savaş, son yüzyılda Ortadoğu’nun en uzun süren savaşıdır.  

 

Bu ülkede geniş anlamda bugün yaşanan travmanın nedeni yaklaşık 40 yıldır (1984) Kürt dağında süren, sürdürülen savaştır. Bu savaş ülkenin hem ekonomisini hem de enerjisini heba etti. Ülkenin sosyolojik/psikolojik ve demografik ayarlarını bozdu. Travmamızın/rahatsızlığımızın nedeni de burasıdır. Eskiden askeri vesayet bir gitsin her şeyin düzeleceğine inananlar, şimdi de AKP bir gitsin her şeyin daha güzel olacağını düşünüyorlar. Muhalefetin hükümet nefreti, sorunları ele alışları ve gerçeklikle kurdukları ilişki biçimi pek umut vermiyor. Travmada tam böyle bir şeydir zaten. Yani travmaya yol açan şeyi bilememek ve onunla baş edememektir. Ne kadar çok kutuplaşma o kadar çok iktidar anlayışıyla siyaset yapan bir hükümetle barışın/çözümün de bir yerinde değiliz. 

 

Biz Travmanın üçüncü kuşağıyız, savaş uzun sürdüğü için çatışmayla bir arada yaşamak normalleşti. Son 40 yılda çatışmalarda çok insanımızı kaybettiğimiz için, arada çatışmalarda duyduğumuz üç-beş insan kaybını artık kimseler pek dert etmiyor. Bir savaşın yapmak istediği ilk şey de budur, ölümleri sıradanlaştırmak. Bir savaş ölümü sıradanlaştırdığı yerde amacına ulaşmış demektir. 

 

Neyi yapmamalıyım.

 

Eğer bir yerde savaş çatışma varsa ne yapmam gerektiğini değil de neyi yapmamam gerektiğini biliyorum. Yıllar önce yeminli şiddet karşıtı olmaya karar vermiş biri olarak, başlamış bir savaşı durdurmaya gücüm yetmeyebilir, ama bir yazar olarak yazılarımda kitaplarımda teşhir edebilirim, ve hiçbir zaman savaş çığırtkanlığı yapmamalıyım. Eğer engel olamıyorsam daha da büyümesine neden olmamalıyım. Her ne yapmam gerekiyorsa meşru legal zeminde kalarak yapmalıyım. Özgürlük mücadelesi denilen şey, başkalarının varlığına kast ederek, onların özgürlüğüne son vererek kazanılacak bir şey değildir. Her zaman her yerde ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir. Sorunların çözüleceği yer gizli/illegal zeminler değil, meşru legal zeminler olmalıdır. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşırlar. Avrupa ve Latin Amerika, tarihin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

 

Görüldüğü üzere 40 yıllık PKK savaşında gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulamamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

 

 

 

 

 

17 Ekim 2021 Pazar

Ulucanlar Cezaevi Hafıza Müzesinin neyi eksik?


 


Türkiye’de toplumun hafızasızlaştırma nasıl yapılıyor? Yazarlar, PKK ve sol örgütlerin mağdur ettiği insanları romanlarına öykülerine konu etmeyerek, şairler şiirlerine, ressamlar resimlerine, yönetmenler filmlerine…insan hakları örgütleri raporlarına, gazeteciler de haberlerine yazılarına konu etmeyerek. 

 

Peki Türkiye'de yapılan hafızasızlaştırmaya Batılı ülkeler nasıl katkı sunuyor? Şöyle: PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetlerle ilgili projelere destek olmuyorlar. STK'larda bunu bildikleri için bu konulara girmiyorlar. Bugün Türkiye’de bir çok insan hakları örgütünde, devletin yol açtığı binlerce mağduriyet üzerine belge, rapor ve yazılar bulabilirsiniz. Ama PKK ve sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetler üzerine bir tane rapor ve belge bulamazsınız. Çünkü kimse tutmuyor bunların kayıtlarını. Geçmişle yüzleşme, toplumsal bellek ve hafıza gibi konularda çalışma yapan dernek ve örgütler adeta işbirliği yapmışçasına bu konulardaki çalışmalarına PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış oldukları mağduriyetleri dahil etmiyorlar. Yakın dönemde eski bir hapishane olan, Ulucanlar hapishanesi, hafıza müzesi oldu. Bu müzede de yapılan şey, sözünü ettiğim hafızasızlaştırmaya iyi bir örnek teşkil ediyor. 

 

Ulucanlar Hapishane Hafıza Müzesinin Neyi Eksik?

 

Müzede hapishane geçmişine dair neredeyse her şey var. geçmişte bu hapishanede olup bitenler birer eşya ile fotoğraflarla anlamlandırılmış. Deniz Gezmiş’in hırkası, Ahmet Arif’in ayakkabısı, Nazım Hikmet’in bir şiiri, hiç adı sanı duyulmamış ama orada bir dönem mahpus olmuş onlarca insanın adını görebiliyorsunuz. Peki bunda ne var, ne güzel işte dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki olmalı, zaten beni rahatsız eden şey ismi olanlar değil, ismi yazılmayanlardır. Mesela 1996 yılında bir görüş günü sevgilisiyle ziyaret yerinde görüş yaparken yoldaşları tarafından kör bir bıçakla öldürülen Ramiz Şişman’a ait bir şey göremedim. Ramiz öldüğünde hızını alamayan katil yoldaşı elindeki bıçağı Ramiz’in kalbine saplıyor. O bıçak uzun bir süre öylece bağrına saplı kalıyor. Mesela o bıçak müzede neden olmaz?

 

Yine aynı yıllarda radikal sol örgütler tarafından  bu hapishanede öldürülen Ulaş Şahintürk, Fatma Özyurt ve Hilal Füsun’a ait bir işarete belgeye de rastlayamadım. Halbuki koğuşlarında aylarca yoldaşları tarafından işkence yapılarak 1995 ve 96 yılında koğuşlarında öldürüldüler. Denizleri asan darağaçları dimdik duruyordu orada. Ama sol örgütler tarafından öldürülen kurbanlara ait hiçbir şey yok o müzede.

Şimdi tekrar soralım o müzenin neyi eksik? Vicdanı eksik vicdanı! 

Bir ülke hafıza müzelerinde işte böyle
 hafızasızlaştırılıyor!

1 Ekim 2021 Cuma

Walter Benjamin olsa…



 

Akademide, felsefede ve benzeri araştırma konularında (Sosyal medya paylaşımlarında da bazen rastlıyorum) bazılarına göre eğer okuduğumuz kitaplardan ve yazarlardan ne kadar çok alıntı yapıp yazdığımız metne giydirirsek, metin o kadar anlamlı içerikli olur. Bazen bir sayfalık bir metne Hegel’i, Kafka’yı ve Dostoyevski’yi sığdıranlar oluyor. Yok öyle bir şey, Walter Benjamin olsa o üç yazarı bir sayfalık "Pasaj" larına yediremez.

 

Bir de yazılan bir metinde ünlü felsefeci ve yazarların adı ne kadar çok geçerse metin daha iyi olur algısı da yanlış ve abartılıdır. Sürekli kitaplardan referans almak metni her zaman iyi metin yapmaz. Bir yazan için riskli metinlerdir bu türden metinler. İdol alıntılarına boğdurulmuş bir metin özgün olmaktan uzaklaşır. Yazanın kendi özgünlüğü kaybolur.

Eğer yazmakta olduğunuz metinde özgün bir hikaye yoksa, idol alıntıları altında ezim ezim ezilirsiniz ki, bu da bir yazarın kendini boşa çıkarması anlamına gelir. Akademik metinlerin fazla ilgi görmemesinin başlıca nedenlerinden birinin de bu olduğunu düşünüyorum.

 

Unutmamamız gereken şey şu olmalıdır, bütün özgün eserler başkalarından alıntılı metinler değil, yazarların kendi özgün düşüncelerinden ortaya çıkmış metinlerdir. Elias Canettı bir yazar özgünse yazardır der, değilse “yazan” olur. 

30 Haziran 2021 Çarşamba

Yaşamaya dair söylemek istediğim 10 söz...



Azla yetinin, fazlasının başkalarının olduğunu unutmayın.

 

Bir şeyi vaktinde bırakın, her şey vakti zamanında güzeldir.

 

Her ne arıyorsanız yakınınızda arayın, yakınınızda yoksa hiçbir yerde yoktur.

 

Her türlü iktidardan uzak durun, devlete ve örgütlere yaslanmış bir sırt kambur olur.

 

İnsan bir şeyleri istediğinde değil istemediğinde özgür olur, daha özgür olmak için daha çok azalın.

 

Savaşın ve şiddetin her türünden uzak durun, savaştan uzak durduğunuz her yer barıştır.

 

İnsan her günün sonunda dönüp içine bakmalı ve neyi gördüğünden emin olmalıdır.

 

Abartılardan uzak durun, umudu fazla yukarılara çıkarmadığınız zaman düşseniz bile bir şey olmuyor. 

 

Her ne yapacaksanız yaşayarak ve yaşatarak yapın, ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir.

 

Kendine kalbi olan bir yol seç.

 

 

 

 

 

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...