28 Temmuz 2023 Cuma

Hapishanedeki Gül Bahçem…



 

Hapishanede koğuş penceresinin önünde, saksıda yetiştirdiğimiz geçen yıldan kalma çiçeklerimiz var. Kimisi kurumuş, kimisinin de halen yeşil yaprakları var. Duvar sarmaşığı bunlardan sayılır. Başka çiçeklerimiz de var; Arapsaçı, güneş çiçeği, petunya, kedi tırnağı, begonya gibi. 

Kedi Tırnağı ilginç geldi bana. Her tarafı soldu ama tırnakları dipdiri duruyor. En çok petunyalara üzüldüm. Yaz boyunca renk renk açan petunyalarım soğuklara dayanamadı.

Değme gitsin; içerideki sarmaşığın adı. Trakya’da öğrendim. Günde bir karış uzayan bir sarmaşık türü. İçerideki duvarı dolandı, baktım bir tur daha atacak pencereden dışarı saldım, duvarları tırmanıp çatı katına çıktı. Saksıya ilk diktiğimde adını bilmiyordum. Şehirdeki çiçekçiye haber gönderdim, bu günde bir karış uzayan çiçeğin adı nedir dedim, o da değme gitsin demişti, ben de karışmadım zaten, çatı katını aştı gitti ben içerde kaldım.

 

Begonya; Kendi halinde yavaş bir çiçek, ne edip yaptımsa saksısından öteye dal budak salmadı. Petunyaların aksi bir çiçek, Petunya hızlı büyür, çok açar, erken solarken, begonya yavaş büyür ama geç solar.

Hercai Menekşe; genelde sevilmeyen bir çiçektir. Hani hercai ya, dönek demekmiş. Tamamen önyargı. Ben seni sevdim hercai menekşe. En çok hayata sen tutkunsun. Senin her dönüşün güneşe doğruydu. Her dönüşünde güneşe büküldün.

Japon Gülü’m de var, diğer adı Özgürlük Çiçeği. Ama bir kusuru var; sabah erken açar, akşam dalından kırılarak düşer. Buna üzüldüm. Kendi dalından kırılan çiçek. Her sabah bir tane açar. Kıpkırmızı rengi var. Çok güzel bir kırmızı. Bu bir günlük gülün anlamlı bir öyküsü var. Derler ki, filizkıran fırtınası çok haşin, acımasız bir fırtınadır. Bu fırtınaya maruz kalan topraktaki tüm bitkiler dalından kırılır yerinde yeller esermiş. İşte bu fırtına sonrası toprakta ilk açan çiçek, bu özgürlük çiçeğiymiş. O, bir günde açılıp dalından kırılarak düşmesi insandaki özgürlük süresinin sembolü aslında. Özgürlük de tadımlık bir şey. Hem kim kaybetmiş ki biz bulalım.

 

Fotoğraf:  14 Ekim 1994 Kırklareli hapishanesi

 

 

9 Temmuz 2023 Pazar

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?






 

İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş. 


Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nın dağlık bölgesinde yaşanmıştır. Bir grup Dev-Solcu gerilla grubu devrim yapmak için köylerde örgütlenme yapmaya giderler. Gittikleri köylerde köylülerin tepkileriyle karşılaşırlar, köylüler derler ki, “Ruslar sosyalizmi yıkıyor, siz bize sosyalizmi kuracağız diyorsunuz. Madem kuracağınız sosyalizm iyidir, neden yıkıldı?”


Köylülerin bu tepkisine vereceği cevabı olmayan Dev-Solcu militanlar, moral bozukluğu içinde kamplarına geri dönerler. Birkaç defa bu türden tepkiyle karşılaşınca, bazıları niçin dağda olduklarını tartışmak ister. Örgüt sorumlusu bastırır bu tartışmaları. Sonrasında gruptan kaçışlar başlar. Bu kaçanlardan biri de Civan'dır. (Asıl adı Yavuz Cihan İmamoğlu'dur. Rizelidir.) Dağdan kaçıp İstanbul’a gelir, dağda olup biten olumsuzlukları o dönemin İstanbul örgüt sorumlusuna anlatır. Örgüt sorumlusu önce dinler, sonra da örgüt bildiğini uygular. Örgüte göre Civan olsa olsa bir ajan ve savaş kaçkınıdır. Cezası ölüm! Bunu kendisine söylemezler. Civanı ikna edip tekrar aynı dağa aynı kampa geri gönderirler. Gönderirken hakkında bir karar alırlar. Aldıkları kararı örgüt notu olarak Civan’a verirler. Civan örgüt sırrı dediği bu notu beraberinde taşıyıp, Tokat dağlarında örgüt sorumlusuna teslim eder. Örgüt sorumlusu notu açıp okur. O notta aynen şöyle yazılıdır. “Bu kaçkın işbirlikçiyi mahkeme edin, sonra uygun bir yere gömün!” Civan kendi ölüm kararını kendi taşımıştır.


Örgüt sorumlusu gece notu okur, sabahında da mahkemeyi kurarlar. Sayıları 20 civarında olan bu grup devrim mahkemesini kurar. Tetiği çekecek kişi öncesinden tespit edilir. Her şey önceden hazırlanmıştır. Dağın uygun bir yerinde mahkeme başlar. Mahkeme başlar ama, Civan ilginç bir şeye tanık olur. Yoldaşlarından üç kişi az ötede bir çukur kazmaktadırlar. Mahkemede söylenenleri dinledikçe o çukurun kendi mezarı olduğunu anlar ve konuşmama kararı alır. Konuşmaması devrim mahkemesine saygısızlık ve hakaret olarak kabul edilir. “Hain” olduğu bu tutumundan bile anlaşıldığını söylerler. Sonuç: hızlandırılmış biçimde idam kararı verilir. İçlerinde itiraz eden de çıkmaz. Bu karar üzerine Civan’a son sözleri sorulur, o da, “Yaşasın sosyalizm!” der. Örgüt sorumlusu itiraz eder, “Bir hain işbirlikçi sosyalizmi ağzına alamaz!” der ve tetikçiye erken davranmasını söyler. Az ötede Civan’a diz çöktürürler. Tetikçi elinde tabancasıyla arkasına geçer. Civan ikinci kez şaşırır. Tetiği çekecek kişiyle dün gece sırt sırta yan yana uyumuştur. Bir an göz göze gelirler, Civan, Osman’a adete, “Bari sen yapma!” dercesine bakar. Tetikçi Yoldaş Osman’ın yapacağı bir şey yoktur. Karar verilmiştir, devrimin adaleti birazdan yerine getirilecektir. Civan son bir defa daha aceleyle az ötede mezar kazanlara bakar. Öyle bir aşkla kazıyorlardır ki, gören yoldaşlarına bir mezar açmak için değil de, birazdan bir küp altın bulmak için kazdıklarını sanır.


Katil arkadan bir el ateş eder, Civan dizleri üzerinden kayarak yere yıkılır. İkinci el ateş etmesine müsaade etmeyen örgüt sorumlusu, “İkinci kurşun fazla…” der. Tabancayı Osman’ın elinden alırlar. Üç beş kişi hızlı biçimde Civan’ı yerden kaldırıp az ötede kazılmakta olan mezara doğru götürürler. Mezar da hazır hale gelmiştir bile. Aynı hızlılıkta Civan’ı üstü başıyla kazdıkları çukurun içine bırakırlar. Aynı hızlılıkta çukurun üstünü toprakla kapatırlar. 


Civan’ı çukura atanlardan biri daha sonra tetikçi Osman’a, “Civan’ı mezara koyduğumuzda henüz canı tam çıkmamıştı, vücudu sıcaktı!” der. 

Devrim mahkemesi devrimci adaleti yerine getirdiği için kamptaki devrimciler gururlanırlar. İçlerindeki bir “hain” i cezalandırarak devrimci bir hamle daha kazandıkları için, devrim lehine sadece dağların dinleyeceği biçimde sloganlar atmışlardır. 


Civan olayının bir ay sonrası dağdaki örgüt dağılır, kaçanlar olur, kalanlardan bazıları şehre gelir gelmez yakalanırlar. Bazıları poliste konuşur, Civan’ın durumunu anlatır. Polis ve Jandarma birlikte Civan’ın konulduğu çukura gelirler. Çukurun başına geldiklerinde Civan’ın bir kolunun dışarı sarktığını görürler. Polislerden biri Civan’ın gömlekli koluna dokunur. Kolundaki saate gözü takılır. Saat çalışıyordur, polis birden panik olur. “Bu yaşıyor!” der. Herkes şaşkın hızlıca çukurdan çıkarırlar Civan’ı ama ölü olarak. Dediklerine göre, Polis saatin çalıştığından hareketle Civan’ın da yaşıyor olabileceğini düşünmüş. Aynı polisin sinirden ve heyecandan sinir krizleri geçirdiği söyleniyor. 


Bu korkunç olay bundan 30 yıl önce Tokat’ta dağın birinde birebir gerçek olarak yaşanmış ve üstü herkes tarafından kapatılmıştır. Önce ailesi 30 yıldır Civan’ı anmamakta, sahiplenmemektedir. Sonra da insan hakları örgütleri bildikleri halde savunmamışlardır, gazeteciler bildikleri halde haberini yapmamışlardır. 

Bu hikaye “Sığınamayanlar” adlı romanımdan kısaltılarak alınmıştır.

 

12 Haziran 2023 Pazartesi

Batı’nın PKK/YPG deki “Çocuk savaşçılar” sessizliği






 

Son 40 yılda PKK yaşları küçük binlerce çocuğu savaşçı yaptı ve bu çocukların çoğu çatışmalarda ve iç infazlarda öldü. Buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri de PKK’deki “Çocuk savaşçılar” konusunda epey bir dönem suskun kaldılar, sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibi bir tutum içinde oldular. Misal ’90 lı yıllarda bu konuda yazılmış herhangi bir yazı kitap hatırlayanımız var mı? Bu konularda yazınsal çalışmalar yapan biri olarak hatırlamıyorum. 

 

Başta hükümetler olmak üzere, sivil toplum örgütleri de “Çocuk savaşçılar” üzerine gündemler oluşturmadılar ve böyle bir sorun yokmuş gibi yaptılar. Örneğin BM’ye (Birleşmiş Milletler) şikayetçi olmadılar ve bu konuda uluslararası kamuoyunda görünürlük sağlayamadılar. Normalde çocukları savaştırmak BM müfredatında "insanlık suçu" olarak geçer. Bunu ister bir devlet isterse herhangi bir örgüt yapmış olsun. Çocuk çocuktur ve savaşta kullanılmaları bir insanlık suçudur. 

 

Türkiye’de Hükümetler BM’ye şikayetçi olmadılar, çünkü davacı olmaları durumunda BM’nin PKK’yi savaşın bir tarafı olarak kabul etmesi gündeme gelebilir kaygısı vardı. Bu yüzden de Türkiye’de hükümet yetkilileri her defasında ‘PKK savaşı’ yerine, terörle mücadele demeyi tercih ettiler. Bir bu yönüyle bir de şöyle bir durum var. Eğer PKK çocuk savaşçı kullanıyorsa ki kullanıyor, çatışmalarda devletin bu çocukları öldüren konumda olma durumu var. Bu konuyu araştırırken şöyle bir şey fark ettim. Devlet 1980’li yıllarda sağ ya da ölü ele geçirdiği militanların adını, yaşını ve nereli olduğunu açıklıyordu. ‘90’lı yıllardan sonra ise sadece sayı vererek şu kadar terörist ölü ele geçirildi açıklamasında bulunuluyor. Eğer ölenlerin kimliği açıklansa bazılarının 18 yaşın altında olduğu açığa çıkacaktır. Buna benzer nedenlerden dolayı çatışmalarda ölenlerin kimliğini basına açıklamıyorlar.

 

PKK çatışmalarda öldürülen “çocuk savaşçı” larının adını açıklamasına rağmen içerde ve dışarda bir sessizlik var.

 

PKK daha yakın döneme kadar “Çocuk savaşçılar” kategorisi diye bir şeyi tanımıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar da yılda bir defa yayınladıkları “Şehitler Albümü” kitaplarında çatışmalarda öldürülen çocukların adını (çocuk olduklarına dair hiçbir vurgu yapmadan) yetişkin savaşçılarla birlikte anıyorlardı. İlk o albümlerde fark etmiştim, çocuk gerillaların çatışmalarda öldürüldüğünü. Bunların arasında 14-16 yaşlarında olanlar da vardı. 2019’da “Onlar Daha Çocuktu” kitabımı yazarken araştırmıştım. O günlerde bana ilginç gelen şeylerden biri de, bir dönem dağda kalmış eski gerilla tanıkların anlatımlarıydı. Meğer bir çoğu dağda çocuk savaşçının ne olduğunu bilmiyormuş. Küçük yaştakilere “Gençler-Civanlar” olarak hitap edilirmiş. Yani dağda 13 yaşında da olsanız, 20 yaşında da olsanız genç olarak görülüyorsunuz. Dağ şartlarında yaş küçüklüğüne değil de, fiziki durumuna bakılıyor, eğer boyunuz posunuz yerindeyse 13 yaşında da olsanız sorun olarak görülmüyorsunuz ve çatışmalara katılabilirsiniz. Eski bir gerilladan dinlemiştim, “Çocuk silahı omzuna astığında, eğer namlunun ucu yere değmiyorsa o artık bir savaşçıydı ve çatışmalara katılabilirdi.” demişti. Dağlardaki kamplarda bu çocukların sayısının ne kadar olduğunu da sormuştum, bu konuda bir araştırma yapılmadığını ama bazı kamplarda (özellikle ’90 lı yıllarda) yarıya yakının çocuklardan oluştuğunu söylemişti. PKK 1984’ten beri (İlk çatışmaların başladığı tarih) her Kürt ailesinden bir çocuğu savaşçı yapma kararını uzun bir dönem etkili olduğu Kürt köylerinde hayata geçirdiğini, hem PKK’nin yazılı kaynaklarından okumuş, hem de o dönem dağda kalmış eski gerillalardan dinlemiştim. Yazılı kaynakların ve o dönemin tanıklarından edindiğim bilgilere göre, PKK son 40 yılda 20 bin civarında çocuğu saflarına katarak savaşçı yaptı. Bu çocukların büyük kısmı çatışmalarda öldürüldü, bir kısmı da hapis oldu. Bu çocuklardan bazılarıyla hapishane koğuşlarında birlikte kaldık. Bazılarının trajik hikayesini kitaplarımda konu ettim. Bazıları görmezlikten gelse de bu çocukların durumu bilinmeyen bir şey değil. Bu ülkede hatta Avrupa ülkelerinde bir çoğunun bildiği ama kimsenin konuşmak yazmak istemediği bir savaş gerçekliğidir. Üstü örtülerek kapanacak bir konu olmamalıdır. 

 

Bağımsız sivil örgütler ve hukukçular, neden BM ye ve uluslararası kurumlara başvurmuyorlar?

 

Araştırmalarıma göre bu konuda ciddi bir çalışma yapan sivil toplum örgütleri yok. Sol çevreden insan hakları örgütlerinin çoğu, mahallede ve yurtdışında PKK baskısı yüzünden dışlanacakları kaygısıyla pek çoğu bu konuyla ilgilenmiyor. PKK saflarında dağlarda öldürülen Kürt çocukları kimsenin pek umurunda değil. Bugün Türkiye’de onlarca insan hakları örgütü olmasına rağmen, çocuk hakları örgütleri olmasına rağmen bunlardan hiçbiri PKK deki “Çocuk savaşçılar” la ilgilenmiyor. Sadece yereldeki sivil örgütler değil, uluslararası sivil hak örgütleri de bu konuya dair pek duyarlı değiller. PKK yayınları son yıllarda çatışmalarda öldürülen yaşı küçük militanlarını, basın yayın organlarında adıyla haber yapıp anmasına rağmen bu durum, Batılı ülkelerde kimseyi rahatsız etmiyor. Hem Türkiye içinde hem de Suriye’de PKK/YPG saflarında savaştırılan bu çocuklar, Batılı çevreler de IŞİD’e karşı savaşan birer “Özgürlük savaşçısı” olarak bakılıyor ve Batı basınında değer görüyorlar. Son yıllarda özellikle kadın savaşçılar hakkında kitaplar yazılıp filmler çekiliyor. Batılı ülkeler bu konuda çok bariz bir ikiyüzlülük tutumu içindedirler. PKK/YPG ile Suriye’de iş tutukları için, yaşları küçük çocuklara ilgisiz kalıyorlar. Bu çocukların ölümlerinde bu ülkelerin de sorumlulukları olduğunu belirtmem gerekiyor. 

 

Batılı ülkelerin PKK/YPG’yi rahatsız etmeme tutumlarını, “Diyarbakır Anneleri” girişiminde de görüyoruz. Çocuklarını örgütten isteyen bu Annelerin eylemi son derece barışçıl olmasına rağmen, 4 yıldır ilgisiz kalan, adını anmayan ve haberini yapmaktan bile imtina eden bir Batı basını var. Bunlar Türkiye’deki sol muhalif basınla uyumlu görünüyorlar. Hem Batı’daki hem de Türkiye’deki muhalif sol basın Diyarbakır Annesinin dağdan sağ gelen çocuğunu değil, Kürt Annesinin dağda ölmüş/öldürülmüş çocuklarını daha çok seviyorlar. 

 

Batılı basın ve Türkiye’de sol muhalif basın “Diyarbakır Anneleri” gerçeğini görmek duymak istemese de, bu Annelerin eylemi bir çok ezberi yıktı. Özellikle insan hakları savunucularının ve sol duyarlı yazar sanatçılarının maskesini indirdi. Bu Annelerin girişimi sayesinde artık Kürt çocuklarını dağa çıkarmak, onlardan savaşçı yapmak kolay olmayacak! 

 

12 Mart 2023 Pazar

Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…


Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…

 

Neredeyse herkes geleceği bekliyor, eğer gelecek bir an evvel gelse sanki her şey daha güzel olacaktır. İnsandaki gelecek beklentisi, şimdiki an’ı yaşamaması için hazırlanmış bir tuzaktır. Bir yerden bir şeyin geleceği yok. Gelecek olan geldiğinde, insan beklediği yerde olmayabilir, ve çoğunlukla da olmaz zaten. İnsanlardaki gelecek beklentisi toplum mühendisleri tarafından uydurulmuş bir kuruntudur. Oysa insan her ne arıyorsa yakınında ve şimdi ki zamanda aramalı, yakınında ve şimdi yoksa hiçbir yerde yoktur. İnsan hiçbir şeyi ertelememelidir, ertelenmiş, yaşanmamış bir geçmişin telafisi yoktur. Her şey geçip gidiyor ve dünyanın kahrı bitmiyor.

 

Geçmişten günümüze solcu devrimcilerin ömrü geleceğin daha güzel olacağı hayaliyle geçti. Bu yüzden de özgürlüğü ve yaşanılacak bir dünyayı hep daha iyi bir gelecekte aradılar. Oysa Tolstoy, özgürlüğü şimdinin içinde arayın şimdinin içinde yoksa gelecekte de olmayacaktır diyordu. Şair Boris Pasternak ise, Rusya’da Ekim devrimi için “Yeryüzünün ilk aşkıyız” demişti. Ölümüne yakın ise, “Geleceği beklemekten ve sevmekten yoruldum artık.” cümlesini kurmuştu. Devrimden sonra 50 yıl geçmişti ve Pasternak halen daha gelecek beklentisi içindeydi. Artık nasıl bir gelecek beklentisi içindeydiyse bir türlü gelmiyordu.

Şair Yevtuşenko ise bir şiirinde, “Uzaktaki sonuçlara gönül vermiş insanlarız” diyordu.

Sadece Rusya’da değil, dünyanın bir çok yerinde geleceği bekleyen devrimciler, içinde bulundukları şimdiyi yaşayamadılar. Özel yaşamlarını inceleyelim, başta kendilerini, yakınlarını ve çocuklarını ihmal etmekle geçirilmiş bir yaşanmamışlık hikayesiyle karşılaşırız.

 

Şu üç günlük ömrümüzde azla yetinmeyi öğrenelim, fazlası başkalarınındır ve bu hayat denilen oyunun sonunda bize lazım olacak şey, iki metrelik bir çukurdur. Bu çukuru unutanların hepsi olmadık hayaller peşinde koşarak heder oldular. İnsanın bir hayali olmalı ama bu hayal başkalarının kabusuna yol açmamalıdır. Gelecek beklentisinin ömrünüzden çalmasına müsaade etmeyin. Gelecek dediğimiz şey geldiğinde biz orada olmayabiliriz… Tıpkı Tren istasyonunda saatini kaçırmış yolcu gibi… biri size seslenip, “Beklediğiniz Tren az önce geçip gitti buradan…” diyebilir. 

 

10 Ocak 2023 Salı

“Türkçe edebiyat” mı, “Türk edebiyatı” mı?





 

Arada bir rastlıyorum bu iki başlık üzerinden kavga edenlere… Araya girmek istemezdim. Ama madem ben de “Türkçe edebiyat” diyorum, o halde neden bu ifadeyi kullandığımı anlatayım. Yazdıklarımı “Türk edebiyatı” başlığı altında anmıyorum. Çünkü bu kavram derdimi tam açıklamıyor. Birincisi Türk değilim, Türkiyeli bir Kürdüm. Ama severek isteyerek Türkçe yazıyorum, iyi ki yazıyorum. Benim durumumda binlerce yazar meslektaşımın durumu da buna benzerdir. Biz “Türkçe edebiyat” dedikçe, bazıları hemen araya giriyor. “Fransızca edebiyat yok, Fransız edebiyatı var, Almanca edebiyat yok, Alman edebiyatı” var diyerek. Bizlerin yanlış yaptığını, “yerli ve milli” olmadığımızı söylüyorlar. 

 

Başka ülkeler kimseye bir şey dayatmadığı için olabilir mi? Avrupa’nın bazı ülkelerinde üç resmi dil var, İsviçre ve Belçika da mesela. Fransa ve Almanya’da hiçbir dil yasak değildir. Tüm diller Anayasal güvence altına alınmışlardır. Böyle olduğu için de o ülkelerin yazarları daha özgür olurlar. Çünkü Anadilleri yasal güvenceler altındadır. Sanatçılar hangi dilde şarkılarını söylerse söylesin konserleri yasaklanmıyor. Çocuklar Anadilinde eğitimlerini alabiliyorlar. Peki bizde böyle mi? Hayır! O yüzden Başka ülkeleri örnek verirken araştırın önce. Hal böyleyken bir Kürt yazarın, bir Süryani yazarın “Türkçe edebiyat” demesinden daha doğal ne olabilir. Ayrıca burada Türkçeyi, ya da “Türk edebiyatını” kimse yadsımıyor ve inkâr etmiyor. Herkes kendini özgürce ifade ediyor. Eğer unuttuysanız hatırlatayım, bu ülkede kaç etnik grup yaşarsa yaşasın bu farklılıklar en fazla nüfus sayımına kadar sürüyor. O gün geldiğinde hepimizi Türk’ten sayıyorlar. Yani siz “Türk” olmadığınız halde, Türkiyeli bir Kürt olduğunuz halde, Devlet sizin adınıza size rağmen karar veriyor. Yaşadığımız ülkede gerçek buyken bunları görmeden başka ülke örneklerini vermek hoş olmuyor. 

 

Fazla detaylara girmek istemiyorum, çünkü durum gayet çok açık ve anlaşılırdır. İnsanlar “Türk” olmadığı için, kendilerini “Türkiyeli” olarak tarif ettikleri için yazdıkları eserlerini de “Türkçe edebiyat” başlığı altında anıyorlar. “Türkiye edebiyatı” da diyebilirim, ama konu yazın-edebiyat olunca dile vurgu yapmak daha uygun gibi görünüyor. 

 

Bazı yayınevleri “Türk Edebiyatı” başlığı yerine, “Türkçe Edebiyat” koymuş. Ben olsam iki başlık açarım, tercihi yazara bırakırdım. Mesela yıllar önce iki kitabım (roman: dağbozumu ve Sığınamayanlar) Doğan Kitap’tan “Türk Edebiyatı” başlığı altında yayınlandı. Eğer “Türkçe Edebiyat” başlıkları olsaydı o başlık altında anılmasını isterdim. Peki “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkmasından rahatsız oldum mu, hayır olmadım. “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkan severek okuduğum çok kıymetli yazarların eserleri var. Bir Türk yazarının eseri elbette ki bu başlık altında yayınlanacaktır. Ama Türkçe yazan Türkiyeli bir Kürdün, Zaza’nın veya diğer etnik gruplardan olan yazarlara “Türkçe Edebiyat” tercihi neden çok görülüyor? “Türk Edebiyatı” dayatmasına niçin ihtiyaç duymaktadırlar? Bu dayatmayı yapanları, yazarların tercihlerine saygıya davet ediyorum…


Son bir şey daha edebiyatın haysiyeti gereği bir yazar milliyetiyle kimliğiyle değil, eseriyle övünmeli ve tartışılmalıdır. İnsanın o kadar değil de, bir yazarın şairin milliyetçisi hiç çekilir gibi değildir!

 

 

1 Ocak 2023 Pazar

Savaşa Karşı Barışı Savunmak...

Savaşa karşı Barışı savunmak!

 

 Savaş gibi bir konuda tutulacak her taraf, bu taraf zayıfın tarafı bile olsa, savaşı ve savaş literatürünü yeniden üretir. Bu konuda yazar Elias Canetti gibi düşünüyorum, “Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendi kendisine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.” Ayrıca Savaş bir kader değil, insanların başka insanları öldürme tercihidir. İnsanların öldürme tercihinde bulunduğu bir savaşa nasıl taraf olabilirim? Savaşı başlatana doğrudan tavır alınmalıdır. İnsanlar savaşla hiçbir şey elde etmemelidirler. İnsanların ölümü üzerine hiçbir şey kazanılmamalıdır. Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir. Hiçbir savaşın özgürlük getirdiğine inanmamak lazım. Eğer getirdikleri bir şey varsa, yıkılmış şehirler, ve büyük arazilere kurulmuş mezarlıklardır. Dünyanın her yanında geniş geniş mezarlıkların olmasına rağmen, hiçbir yerde geniş geniş özgürlükler göremiyoruz. 

 

Bir de başkalarının savaşına yüksek sesle “hayır!” diyenler var. “Savaşa hayır!” bu tavrı gördüğüm yerde sevinçten gözlerim yaşarıyor. Ama başkalarının savaşına çok rahatlıkla “hayır” diyenler, kendi savaşları söz konusu olduğunda “Biz kazanacağız!” diyorlar. Burada da sahici olmadıklarını görüyoruz. Yakın zamanda PKK’nin haber sitesinde okudum, PKK kadın merkez yönetimi, “Savaşı her alanda tırmandıracağız’” açıklaması yapmışlar. 40 yıldır savaştıkları halde, 100 binden fazla insanın ölümüne neden oldukları halde, halen savaşta ısrar edebiliyorlar. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşıyorlar. Avrupa ve Latin Amerika kendi tarihlerinin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

Görüldüğü üzere 40 yıllık Kürt dağındaki savaşta gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulmamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

Savaş karşıtlarının çoğalması gerekir

 

Bunun öyle kolay olmadığını geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Bir toplumda savaş karşıtlığının gelişmesi için öncelikle o toplumu bu konuda harekete geçirecek şeylerin olması lazımdır. İnsan hakları örgütlerinin ayrımsız biçimde hak savunuculuğu yapması, şiddete karşı olması, şiddet uygulayıcılarını eleştirebilecek konumda olması çok önemlidir. Peki, Türkiye’de böyle bir insan hakları örgütünüz var mı, yok. Savaş karşıtı yazarların olması gerekir. Türkiye’de sol mahallede savaş karşıtı yazar var mı? Rahatlıkla ‘Var’ diyemiyoruz. Devleti eleştiren sol mahalleden yazarlar aynı rahatlıkta PKK’nin şiddetini eleştiremiyor. Gerçek anlamda insan hakları örgütünüz yoksa, örgütten gelen şiddeti eleştiren yazarlarınız, gazetecileriniz yoksa, sivil toplum örgütleriniz yoksa gönül rahatlığıyla savaş karşıtlığından da bahsedemezsiniz. 

 

Bu ülkede çok uzun yıllar muhalif olmak, devlete karşı olmak olarak algılatıldı, algılandı. Yani devletin mağdurlarının yanında olmak, onları savunmak aydın yazarlara doğrudan muhaliflik, haklılık payesi verdiriyordu. PKK ve sol radikal örgütlerin kendi mahallelerinde yarattıkları mağduriyet bu büyüyü bozdu. Meğer anlaşıldı ki devlet mahallesinde mağdur olanlar kendi mahallelerinde zalim olmuşlar. Türkiyeli aydınların ve yazarların trajedisi tam da burada başladı. Devleti çok rahatça eleştirenler, PKK’yi ve sol örgütleri eleştiremediler ve hâlen eleştiremeyen bir çoğunluk var. Bu samimiyetsizlik, aydın ve yazarların muhalifliğinin sorgulanmasına neden oldu. PKK mağduriyetleri karşısında açıktan tavır alamayan, sinik hesapçı aydınlar ve yazarlar, muhalif olabilme özelliklerini yitirdiler. 

 

Yeni yılda Barışın iyiliği üzerinizden eksilmesin!

 

 


9 Mart 2022 Çarşamba

İçimizdeki Safiye



 

Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanından uyarlanan “Masumlar Apartmanı” dizisini izleyenler, Safiye hakkında ne düşünüyorlar? Dizinin bazı şeyleri fazla abarttığını düşünenler olmuştur. Ben ise gayet gerçekçi ve Safiye’nin içimizden biri olduğunu düşünüyorum. Belki her evde değil ama bir çok evde Safiyelerin olduğunu biliyorum. Bizim gibi toplumlarda şiddet evden başlıyor. Baba anneyi, Anne de çocuklarını dövüyor. Çocukluğum “Safiye” tipinde kadınlara komşuluk yaparak geçti. Beş komşu kadından beşi de çocuklarını dövüyordu. Üç ve fazlası çocuklu kadınlardan tümünün çocuklarına evde şiddet uyguladığına kefil olabilirim. Özellikle Taşrada çok çocuklu ailelerde Annesinden dayak yememiş çocuğa az rastlanır. Mesela benim ve komşu yaşıtlarımın çocukluğu banyo leğenlerinde çimdirilirken Annelerimizden dayak yemekle geçti. Başa sürülen yeşil sabunun göze kaçan yakıcı köpüğü yetmezmiş gibi, bir de bakır tasla dövülme seanslarına maruz kalmamak için leğenin içinden firar edip kaçanlar kuşağındanım. Bu toplum önemli oranda görücü usulüyle evlenmiş/evlendirilmiş aile topluluklarından oluşuyor. Evinde eşi tarafından sevilmemiş, horlanmış, dayak yemiş kadın, bütün öfkesini elinin altındaki çocuğundan çıkaranların sayısı bir hayli fazladır. Babadan anneye, anneden çocuklara uzanan uzun ince sevgisizlikten beslenen bir şiddet sarmalının devamcılarıyız. 

 

“Masumlar Apartmanı” bu anlamıyla oldukça gerçekçi ve yaşanmış dramları konu ediyor. Dizideki “Safiye” geçmişte annesi kendisine ne yapmışsa bir fazlasını kardeşlerine ve kendisine yapıyor. Aile bireyleri ruhlarının derinlerine ekilmiş, öğretilmiş bir şiddetin kurbanı ve geniş anlamda toplum bu ailelerden oluşuyor. İçimizdeki bu çöl, aile içindeki sevgisizlikten besleniyor. Sevgi hakkı yadsınmış olan her insan sakatlanmış, varlığının kökleri baltalanmış demektir. Bu gibi durumlarda sevgi, yaşanmamışlık haline gelince her tür şiddetin kaynağını oluşturabiliyor. Belki de öncelikle yüzleşmemiz gereken şey, içimizde özenle koruyup büyüttüğümüz sevgisizlikten beslenen çöllerimizdir. “Masumlar Apartmanı” sakinleri kendi çöllerini çöp olarak biriktirmişler. İnsanın geçmişi çöp değildir ki kapının önüne koysun. O yüzden de biriktirdikleri çöplerini kapının önüne koyamıyorlar. Geriye tek çare kalıyor, geçmişlerinde biriktirdikleri sevgisizlikle yüzleşmek!

 

 Dizi oyuncuları başta “Safiye” karakterini canlandıran Ezgi Mola ve tüm ekip işini iyi yapıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. 

 

 

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...