12 Haziran 2023 Pazartesi

Batı’nın PKK/YPG deki “Çocuk savaşçılar” sessizliği






 

Son 40 yılda PKK yaşları küçük binlerce çocuğu savaşçı yaptı ve bu çocukların çoğu çatışmalarda ve iç infazlarda öldü. Buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri de PKK’deki “Çocuk savaşçılar” konusunda epey bir dönem suskun kaldılar, sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibi bir tutum içinde oldular. Misal ’90 lı yıllarda bu konuda yazılmış herhangi bir yazı kitap hatırlayanımız var mı? Bu konularda yazınsal çalışmalar yapan biri olarak hatırlamıyorum. 

 

Başta hükümetler olmak üzere, sivil toplum örgütleri de “Çocuk savaşçılar” üzerine gündemler oluşturmadılar ve böyle bir sorun yokmuş gibi yaptılar. Örneğin BM’ye (Birleşmiş Milletler) şikayetçi olmadılar ve bu konuda uluslararası kamuoyunda görünürlük sağlayamadılar. Normalde çocukları savaştırmak BM müfredatında "insanlık suçu" olarak geçer. Bunu ister bir devlet isterse herhangi bir örgüt yapmış olsun. Çocuk çocuktur ve savaşta kullanılmaları bir insanlık suçudur. 

 

Türkiye’de Hükümetler BM’ye şikayetçi olmadılar, çünkü davacı olmaları durumunda BM’nin PKK’yi savaşın bir tarafı olarak kabul etmesi gündeme gelebilir kaygısı vardı. Bu yüzden de Türkiye’de hükümet yetkilileri her defasında ‘PKK savaşı’ yerine, terörle mücadele demeyi tercih ettiler. Bir bu yönüyle bir de şöyle bir durum var. Eğer PKK çocuk savaşçı kullanıyorsa ki kullanıyor, çatışmalarda devletin bu çocukları öldüren konumda olma durumu var. Bu konuyu araştırırken şöyle bir şey fark ettim. Devlet 1980’li yıllarda sağ ya da ölü ele geçirdiği militanların adını, yaşını ve nereli olduğunu açıklıyordu. ‘90’lı yıllardan sonra ise sadece sayı vererek şu kadar terörist ölü ele geçirildi açıklamasında bulunuluyor. Eğer ölenlerin kimliği açıklansa bazılarının 18 yaşın altında olduğu açığa çıkacaktır. Buna benzer nedenlerden dolayı çatışmalarda ölenlerin kimliğini basına açıklamıyorlar.

 

PKK çatışmalarda öldürülen “çocuk savaşçı” larının adını açıklamasına rağmen içerde ve dışarda bir sessizlik var.

 

PKK daha yakın döneme kadar “Çocuk savaşçılar” kategorisi diye bir şeyi tanımıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar da yılda bir defa yayınladıkları “Şehitler Albümü” kitaplarında çatışmalarda öldürülen çocukların adını (çocuk olduklarına dair hiçbir vurgu yapmadan) yetişkin savaşçılarla birlikte anıyorlardı. İlk o albümlerde fark etmiştim, çocuk gerillaların çatışmalarda öldürüldüğünü. Bunların arasında 14-16 yaşlarında olanlar da vardı. 2019’da “Onlar Daha Çocuktu” kitabımı yazarken araştırmıştım. O günlerde bana ilginç gelen şeylerden biri de, bir dönem dağda kalmış eski gerilla tanıkların anlatımlarıydı. Meğer bir çoğu dağda çocuk savaşçının ne olduğunu bilmiyormuş. Küçük yaştakilere “Gençler-Civanlar” olarak hitap edilirmiş. Yani dağda 13 yaşında da olsanız, 20 yaşında da olsanız genç olarak görülüyorsunuz. Dağ şartlarında yaş küçüklüğüne değil de, fiziki durumuna bakılıyor, eğer boyunuz posunuz yerindeyse 13 yaşında da olsanız sorun olarak görülmüyorsunuz ve çatışmalara katılabilirsiniz. Eski bir gerilladan dinlemiştim, “Çocuk silahı omzuna astığında, eğer namlunun ucu yere değmiyorsa o artık bir savaşçıydı ve çatışmalara katılabilirdi.” demişti. Dağlardaki kamplarda bu çocukların sayısının ne kadar olduğunu da sormuştum, bu konuda bir araştırma yapılmadığını ama bazı kamplarda (özellikle ’90 lı yıllarda) yarıya yakının çocuklardan oluştuğunu söylemişti. PKK 1984’ten beri (İlk çatışmaların başladığı tarih) her Kürt ailesinden bir çocuğu savaşçı yapma kararını uzun bir dönem etkili olduğu Kürt köylerinde hayata geçirdiğini, hem PKK’nin yazılı kaynaklarından okumuş, hem de o dönem dağda kalmış eski gerillalardan dinlemiştim. Yazılı kaynakların ve o dönemin tanıklarından edindiğim bilgilere göre, PKK son 40 yılda 20 bin civarında çocuğu saflarına katarak savaşçı yaptı. Bu çocukların büyük kısmı çatışmalarda öldürüldü, bir kısmı da hapis oldu. Bu çocuklardan bazılarıyla hapishane koğuşlarında birlikte kaldık. Bazılarının trajik hikayesini kitaplarımda konu ettim. Bazıları görmezlikten gelse de bu çocukların durumu bilinmeyen bir şey değil. Bu ülkede hatta Avrupa ülkelerinde bir çoğunun bildiği ama kimsenin konuşmak yazmak istemediği bir savaş gerçekliğidir. Üstü örtülerek kapanacak bir konu olmamalıdır. 

 

Bağımsız sivil örgütler ve hukukçular, neden BM ye ve uluslararası kurumlara başvurmuyorlar?

 

Araştırmalarıma göre bu konuda ciddi bir çalışma yapan sivil toplum örgütleri yok. Sol çevreden insan hakları örgütlerinin çoğu, mahallede ve yurtdışında PKK baskısı yüzünden dışlanacakları kaygısıyla pek çoğu bu konuyla ilgilenmiyor. PKK saflarında dağlarda öldürülen Kürt çocukları kimsenin pek umurunda değil. Bugün Türkiye’de onlarca insan hakları örgütü olmasına rağmen, çocuk hakları örgütleri olmasına rağmen bunlardan hiçbiri PKK deki “Çocuk savaşçılar” la ilgilenmiyor. Sadece yereldeki sivil örgütler değil, uluslararası sivil hak örgütleri de bu konuya dair pek duyarlı değiller. PKK yayınları son yıllarda çatışmalarda öldürülen yaşı küçük militanlarını, basın yayın organlarında adıyla haber yapıp anmasına rağmen bu durum, Batılı ülkelerde kimseyi rahatsız etmiyor. Hem Türkiye içinde hem de Suriye’de PKK/YPG saflarında savaştırılan bu çocuklar, Batılı çevreler de IŞİD’e karşı savaşan birer “Özgürlük savaşçısı” olarak bakılıyor ve Batı basınında değer görüyorlar. Son yıllarda özellikle kadın savaşçılar hakkında kitaplar yazılıp filmler çekiliyor. Batılı ülkeler bu konuda çok bariz bir ikiyüzlülük tutumu içindedirler. PKK/YPG ile Suriye’de iş tutukları için, yaşları küçük çocuklara ilgisiz kalıyorlar. Bu çocukların ölümlerinde bu ülkelerin de sorumlulukları olduğunu belirtmem gerekiyor. 

 

Batılı ülkelerin PKK/YPG’yi rahatsız etmeme tutumlarını, “Diyarbakır Anneleri” girişiminde de görüyoruz. Çocuklarını örgütten isteyen bu Annelerin eylemi son derece barışçıl olmasına rağmen, 4 yıldır ilgisiz kalan, adını anmayan ve haberini yapmaktan bile imtina eden bir Batı basını var. Bunlar Türkiye’deki sol muhalif basınla uyumlu görünüyorlar. Hem Batı’daki hem de Türkiye’deki muhalif sol basın Diyarbakır Annesinin dağdan sağ gelen çocuğunu değil, Kürt Annesinin dağda ölmüş/öldürülmüş çocuklarını daha çok seviyorlar. 

 

Batılı basın ve Türkiye’de sol muhalif basın “Diyarbakır Anneleri” gerçeğini görmek duymak istemese de, bu Annelerin eylemi bir çok ezberi yıktı. Özellikle insan hakları savunucularının ve sol duyarlı yazar sanatçılarının maskesini indirdi. Bu Annelerin girişimi sayesinde artık Kürt çocuklarını dağa çıkarmak, onlardan savaşçı yapmak kolay olmayacak! 

 

12 Mart 2023 Pazar

Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…


Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…

 

Neredeyse herkes geleceği bekliyor, eğer gelecek bir an evvel gelse sanki her şey daha güzel olacaktır. İnsandaki gelecek beklentisi, şimdiki an’ı yaşamaması için hazırlanmış bir tuzaktır. Bir yerden bir şeyin geleceği yok. Gelecek olan geldiğinde, insan beklediği yerde olmayabilir, ve çoğunlukla da olmaz zaten. İnsanlardaki gelecek beklentisi toplum mühendisleri tarafından uydurulmuş bir kuruntudur. Oysa insan her ne arıyorsa yakınında ve şimdi ki zamanda aramalı, yakınında ve şimdi yoksa hiçbir yerde yoktur. İnsan hiçbir şeyi ertelememelidir, ertelenmiş, yaşanmamış bir geçmişin telafisi yoktur. Her şey geçip gidiyor ve dünyanın kahrı bitmiyor.

 

Geçmişten günümüze solcu devrimcilerin ömrü geleceğin daha güzel olacağı hayaliyle geçti. Bu yüzden de özgürlüğü ve yaşanılacak bir dünyayı hep daha iyi bir gelecekte aradılar. Oysa Tolstoy, özgürlüğü şimdinin içinde arayın şimdinin içinde yoksa gelecekte de olmayacaktır diyordu. Şair Boris Pasternak ise, Rusya’da Ekim devrimi için “Yeryüzünün ilk aşkıyız” demişti. Ölümüne yakın ise, “Geleceği beklemekten ve sevmekten yoruldum artık.” cümlesini kurmuştu. Devrimden sonra 50 yıl geçmişti ve Pasternak halen daha gelecek beklentisi içindeydi. Artık nasıl bir gelecek beklentisi içindeydiyse bir türlü gelmiyordu.

Şair Yevtuşenko ise bir şiirinde, “Uzaktaki sonuçlara gönül vermiş insanlarız” diyordu.

Sadece Rusya’da değil, dünyanın bir çok yerinde geleceği bekleyen devrimciler, içinde bulundukları şimdiyi yaşayamadılar. Özel yaşamlarını inceleyelim, başta kendilerini, yakınlarını ve çocuklarını ihmal etmekle geçirilmiş bir yaşanmamışlık hikayesiyle karşılaşırız.

 

Şu üç günlük ömrümüzde azla yetinmeyi öğrenelim, fazlası başkalarınındır ve bu hayat denilen oyunun sonunda bize lazım olacak şey, iki metrelik bir çukurdur. Bu çukuru unutanların hepsi olmadık hayaller peşinde koşarak heder oldular. İnsanın bir hayali olmalı ama bu hayal başkalarının kabusuna yol açmamalıdır. Gelecek beklentisinin ömrünüzden çalmasına müsaade etmeyin. Gelecek dediğimiz şey geldiğinde biz orada olmayabiliriz… Tıpkı Tren istasyonunda saatini kaçırmış yolcu gibi… biri size seslenip, “Beklediğiniz Tren az önce geçip gitti buradan…” diyebilir. 

 

10 Ocak 2023 Salı

“Türkçe edebiyat” mı, “Türk edebiyatı” mı?





 

Arada bir rastlıyorum bu iki başlık üzerinden kavga edenlere… Araya girmek istemezdim. Ama madem ben de “Türkçe edebiyat” diyorum, o halde neden bu ifadeyi kullandığımı anlatayım. Yazdıklarımı “Türk edebiyatı” başlığı altında anmıyorum. Çünkü bu kavram derdimi tam açıklamıyor. Birincisi Türk değilim, Türkiyeli bir Kürdüm. Ama severek isteyerek Türkçe yazıyorum, iyi ki yazıyorum. Benim durumumda binlerce yazar meslektaşımın durumu da buna benzerdir. Biz “Türkçe edebiyat” dedikçe, bazıları hemen araya giriyor. “Fransızca edebiyat yok, Fransız edebiyatı var, Almanca edebiyat yok, Alman edebiyatı” var diyerek. Bizlerin yanlış yaptığını, “yerli ve milli” olmadığımızı söylüyorlar. 

 

Başka ülkeler kimseye bir şey dayatmadığı için olabilir mi? Avrupa’nın bazı ülkelerinde üç resmi dil var, İsviçre ve Belçika da mesela. Fransa ve Almanya’da hiçbir dil yasak değildir. Tüm diller Anayasal güvence altına alınmışlardır. Böyle olduğu için de o ülkelerin yazarları daha özgür olurlar. Çünkü Anadilleri yasal güvenceler altındadır. Sanatçılar hangi dilde şarkılarını söylerse söylesin konserleri yasaklanmıyor. Çocuklar Anadilinde eğitimlerini alabiliyorlar. Peki bizde böyle mi? Hayır! O yüzden Başka ülkeleri örnek verirken araştırın önce. Hal böyleyken bir Kürt yazarın, bir Süryani yazarın “Türkçe edebiyat” demesinden daha doğal ne olabilir. Ayrıca burada Türkçeyi, ya da “Türk edebiyatını” kimse yadsımıyor ve inkâr etmiyor. Herkes kendini özgürce ifade ediyor. Eğer unuttuysanız hatırlatayım, bu ülkede kaç etnik grup yaşarsa yaşasın bu farklılıklar en fazla nüfus sayımına kadar sürüyor. O gün geldiğinde hepimizi Türk’ten sayıyorlar. Yani siz “Türk” olmadığınız halde, Türkiyeli bir Kürt olduğunuz halde, Devlet sizin adınıza size rağmen karar veriyor. Yaşadığımız ülkede gerçek buyken bunları görmeden başka ülke örneklerini vermek hoş olmuyor. 

 

Fazla detaylara girmek istemiyorum, çünkü durum gayet çok açık ve anlaşılırdır. İnsanlar “Türk” olmadığı için, kendilerini “Türkiyeli” olarak tarif ettikleri için yazdıkları eserlerini de “Türkçe edebiyat” başlığı altında anıyorlar. “Türkiye edebiyatı” da diyebilirim, ama konu yazın-edebiyat olunca dile vurgu yapmak daha uygun gibi görünüyor. 

 

Bazı yayınevleri “Türk Edebiyatı” başlığı yerine, “Türkçe Edebiyat” koymuş. Ben olsam iki başlık açarım, tercihi yazara bırakırdım. Mesela yıllar önce iki kitabım (roman: dağbozumu ve Sığınamayanlar) Doğan Kitap’tan “Türk Edebiyatı” başlığı altında yayınlandı. Eğer “Türkçe Edebiyat” başlıkları olsaydı o başlık altında anılmasını isterdim. Peki “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkmasından rahatsız oldum mu, hayır olmadım. “Türk Edebiyatı” başlığı altında çıkan severek okuduğum çok kıymetli yazarların eserleri var. Bir Türk yazarının eseri elbette ki bu başlık altında yayınlanacaktır. Ama Türkçe yazan Türkiyeli bir Kürdün, Zaza’nın veya diğer etnik gruplardan olan yazarlara “Türkçe Edebiyat” tercihi neden çok görülüyor? “Türk Edebiyatı” dayatmasına niçin ihtiyaç duymaktadırlar? Bu dayatmayı yapanları, yazarların tercihlerine saygıya davet ediyorum…


Son bir şey daha edebiyatın haysiyeti gereği bir yazar milliyetiyle kimliğiyle değil, eseriyle övünmeli ve tartışılmalıdır. İnsanın o kadar değil de, bir yazarın şairin milliyetçisi hiç çekilir gibi değildir!

 

 

1 Ocak 2023 Pazar

Savaşa Karşı Barışı Savunmak...

Savaşa karşı Barışı savunmak!

 

 Savaş gibi bir konuda tutulacak her taraf, bu taraf zayıfın tarafı bile olsa, savaşı ve savaş literatürünü yeniden üretir. Bu konuda yazar Elias Canetti gibi düşünüyorum, “Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendi kendisine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.” Ayrıca Savaş bir kader değil, insanların başka insanları öldürme tercihidir. İnsanların öldürme tercihinde bulunduğu bir savaşa nasıl taraf olabilirim? Savaşı başlatana doğrudan tavır alınmalıdır. İnsanlar savaşla hiçbir şey elde etmemelidirler. İnsanların ölümü üzerine hiçbir şey kazanılmamalıdır. Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir. Hiçbir savaşın özgürlük getirdiğine inanmamak lazım. Eğer getirdikleri bir şey varsa, yıkılmış şehirler, ve büyük arazilere kurulmuş mezarlıklardır. Dünyanın her yanında geniş geniş mezarlıkların olmasına rağmen, hiçbir yerde geniş geniş özgürlükler göremiyoruz. 

 

Bir de başkalarının savaşına yüksek sesle “hayır!” diyenler var. “Savaşa hayır!” bu tavrı gördüğüm yerde sevinçten gözlerim yaşarıyor. Ama başkalarının savaşına çok rahatlıkla “hayır” diyenler, kendi savaşları söz konusu olduğunda “Biz kazanacağız!” diyorlar. Burada da sahici olmadıklarını görüyoruz. Yakın zamanda PKK’nin haber sitesinde okudum, PKK kadın merkez yönetimi, “Savaşı her alanda tırmandıracağız’” açıklaması yapmışlar. 40 yıldır savaştıkları halde, 100 binden fazla insanın ölümüne neden oldukları halde, halen savaşta ısrar edebiliyorlar. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşıyorlar. Avrupa ve Latin Amerika kendi tarihlerinin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

Görüldüğü üzere 40 yıllık Kürt dağındaki savaşta gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulmamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

Savaş karşıtlarının çoğalması gerekir

 

Bunun öyle kolay olmadığını geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Bir toplumda savaş karşıtlığının gelişmesi için öncelikle o toplumu bu konuda harekete geçirecek şeylerin olması lazımdır. İnsan hakları örgütlerinin ayrımsız biçimde hak savunuculuğu yapması, şiddete karşı olması, şiddet uygulayıcılarını eleştirebilecek konumda olması çok önemlidir. Peki, Türkiye’de böyle bir insan hakları örgütünüz var mı, yok. Savaş karşıtı yazarların olması gerekir. Türkiye’de sol mahallede savaş karşıtı yazar var mı? Rahatlıkla ‘Var’ diyemiyoruz. Devleti eleştiren sol mahalleden yazarlar aynı rahatlıkta PKK’nin şiddetini eleştiremiyor. Gerçek anlamda insan hakları örgütünüz yoksa, örgütten gelen şiddeti eleştiren yazarlarınız, gazetecileriniz yoksa, sivil toplum örgütleriniz yoksa gönül rahatlığıyla savaş karşıtlığından da bahsedemezsiniz. 

 

Bu ülkede çok uzun yıllar muhalif olmak, devlete karşı olmak olarak algılatıldı, algılandı. Yani devletin mağdurlarının yanında olmak, onları savunmak aydın yazarlara doğrudan muhaliflik, haklılık payesi verdiriyordu. PKK ve sol radikal örgütlerin kendi mahallelerinde yarattıkları mağduriyet bu büyüyü bozdu. Meğer anlaşıldı ki devlet mahallesinde mağdur olanlar kendi mahallelerinde zalim olmuşlar. Türkiyeli aydınların ve yazarların trajedisi tam da burada başladı. Devleti çok rahatça eleştirenler, PKK’yi ve sol örgütleri eleştiremediler ve hâlen eleştiremeyen bir çoğunluk var. Bu samimiyetsizlik, aydın ve yazarların muhalifliğinin sorgulanmasına neden oldu. PKK mağduriyetleri karşısında açıktan tavır alamayan, sinik hesapçı aydınlar ve yazarlar, muhalif olabilme özelliklerini yitirdiler. 

 

Yeni yılda Barışın iyiliği üzerinizden eksilmesin!

 

 


9 Mart 2022 Çarşamba

İçimizdeki Safiye



 

Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanından uyarlanan “Masumlar Apartmanı” dizisini izleyenler, Safiye hakkında ne düşünüyorlar? Dizinin bazı şeyleri fazla abarttığını düşünenler olmuştur. Ben ise gayet gerçekçi ve Safiye’nin içimizden biri olduğunu düşünüyorum. Belki her evde değil ama bir çok evde Safiyelerin olduğunu biliyorum. Bizim gibi toplumlarda şiddet evden başlıyor. Baba anneyi, Anne de çocuklarını dövüyor. Çocukluğum “Safiye” tipinde kadınlara komşuluk yaparak geçti. Beş komşu kadından beşi de çocuklarını dövüyordu. Üç ve fazlası çocuklu kadınlardan tümünün çocuklarına evde şiddet uyguladığına kefil olabilirim. Özellikle Taşrada çok çocuklu ailelerde Annesinden dayak yememiş çocuğa az rastlanır. Mesela benim ve komşu yaşıtlarımın çocukluğu banyo leğenlerinde çimdirilirken Annelerimizden dayak yemekle geçti. Başa sürülen yeşil sabunun göze kaçan yakıcı köpüğü yetmezmiş gibi, bir de bakır tasla dövülme seanslarına maruz kalmamak için leğenin içinden firar edip kaçanlar kuşağındanım. Bu toplum önemli oranda görücü usulüyle evlenmiş/evlendirilmiş aile topluluklarından oluşuyor. Evinde eşi tarafından sevilmemiş, horlanmış, dayak yemiş kadın, bütün öfkesini elinin altındaki çocuğundan çıkaranların sayısı bir hayli fazladır. Babadan anneye, anneden çocuklara uzanan uzun ince sevgisizlikten beslenen bir şiddet sarmalının devamcılarıyız. 

 

“Masumlar Apartmanı” bu anlamıyla oldukça gerçekçi ve yaşanmış dramları konu ediyor. Dizideki “Safiye” geçmişte annesi kendisine ne yapmışsa bir fazlasını kardeşlerine ve kendisine yapıyor. Aile bireyleri ruhlarının derinlerine ekilmiş, öğretilmiş bir şiddetin kurbanı ve geniş anlamda toplum bu ailelerden oluşuyor. İçimizdeki bu çöl, aile içindeki sevgisizlikten besleniyor. Sevgi hakkı yadsınmış olan her insan sakatlanmış, varlığının kökleri baltalanmış demektir. Bu gibi durumlarda sevgi, yaşanmamışlık haline gelince her tür şiddetin kaynağını oluşturabiliyor. Belki de öncelikle yüzleşmemiz gereken şey, içimizde özenle koruyup büyüttüğümüz sevgisizlikten beslenen çöllerimizdir. “Masumlar Apartmanı” sakinleri kendi çöllerini çöp olarak biriktirmişler. İnsanın geçmişi çöp değildir ki kapının önüne koysun. O yüzden de biriktirdikleri çöplerini kapının önüne koyamıyorlar. Geriye tek çare kalıyor, geçmişlerinde biriktirdikleri sevgisizlikle yüzleşmek!

 

 Dizi oyuncuları başta “Safiye” karakterini canlandıran Ezgi Mola ve tüm ekip işini iyi yapıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. 

 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

 


 

Yaşanan travmanın nedenini bilememek ve onunla baş edememek… 

 

Travmalara maruz kalmak kötü bir şeydir, ama daha kötüsü bu travmanın nedenini bilememektir. Türkiye toplumu kısırdöngü bir cenderenin içinde debelenip duruyor. Bunun temel sebebi geniş anlamda hem devlet, hem de toplum olarak maruz kaldığımız travmanın ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor. Eğer travmanızın ne olduğunu bilemezseniz onunla baş da edemezsiniz. 40 yıldır ülke PKK ile bir savaş içinde, ama adını koymamak için her yol yöntem deneniyor. Eskiye göre bugün PKK’nin gücü ve eylemleri azalmış gözüküyor. Ama uzun sürmüş bu savaşın yıllar içinde biriktirdiği sıkıntılar ve yıkımlar orta yerde duruyor. Ülke insanı PKK savaşı yorgunudur. Kürtler bu çatışmalı süreci daha yoğun yaşadılar. Bazıları çatışmalarda çocuklarını, bazıları evini köyünü kaybetti. Ama buna rağmen PKK yorgunu olduklarını halen daha dillendiremiyorlar. 

 

Sanırım bu konudaki kayıtsızlık şuradan kaynaklanıyor, Sol mahallede PKK'yi devletin karşısında bir hak/direniş örgütü görmekten kaynaklanıyor. Bazen eleştirilerime ilişkin şöyle yorumlar geliyor, “PKK’yi abartıyorsunuz, devletin baskısı ve yaptıklarının yanında devede kulak kalır.” Bir bakalım mı PKK devenin yanında nasıl gözüküyor? Savaşın 40 yılda verdiği insan kayıplarında tablo şöyle, içişleri ve savunma bakanlığının belgelerine göre, Devlet operasyonlarda toplamda 73 bin PKK’li öldürülmüş. (Faili meçhuller bu sayının dışında) PKK de 30 bin civarında öldürme gerçekleştirmiş. Bunların 25 bini polis - asker – korucu ve sivil. İmralı mahkemesinde Abdullah Öcalan’ın dediğine göre 15 bin de örgüt içi infaz var. (Bu örgüt içi infazların daha fazla olduğunu düşünüyorum) Bu tabloya bakılacak olursa PKK pek te hak örgütüne benzemiyor. Savaşın acılı bilançosuna biraz daha yakından bakalım mı? Son 36 yılda (1984-2020) Kürt dağındaki savaştaki çatışmalara 8 milyon asker katılmış…  askerlik süreleri boyunca çatışmalara operasyonlara katılanlar şimdi aramızda hep birlikte yaşıyoruz. Sonra da diyorlar ki bu ülke niye mutsuz! Savaştan çatışmadan dönen insanlar iyi olabilir mi?

 

1984 ten beri bu savaşta ölenlerin toplamı 100 bin civarında... savaşın ülke bütçesine zararı 3 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Uzun süren bu savaş nedeniyle 4 milyon insan köyünden şehrinden göç etmek zorunda kaldı. Toplamda 1 milyondan fazla insan mahkemelerde yargılandı, hapishanelere atıldı. Çatışmalarda ölen 25 bin asker - polis için Türkiye'de 81 ilde "Şehitler mezarlığı" yapıldı. Diğer taraftan dağlarda örgüt içi infaz olanların bir mezarı bile yok. Bunca yıkıma ölüme neden olmuş bu savaşa "savaş" dediğimizde "Savaş demeyin!" diyorlar. Ne diyelim peki...?

 

PKK’yi herhangi bir örgüt gibi görürseniz, savaşına da “savaş” demezsiniz. “Savaş iki devlet arasında yapılırmış.” PKK’nin Suriye’de (Rojava bölgesinde) oluşturduğu ordusu ve kitlesiyle Avrupalı bir çok ülkeden daha büyük olduğunu bilmek inanmak istemeyenler kendilerini kandırıyorlar. PKK Ortadoğu’da en uzun sürmüş, İran-Suriye ve Batılı devletlerin desteğini almış (40 yıllık) bir savaşın tarafıdır. Ortadoğu’da ve Avrupa’da toplamda 20 milyon kitleyi örgütlemiş istediği gibi yönetiyor. (Avrupa’da nüfusu 2-3 milyon olan devletler var) Suriye’de ki kolu olan YPG şu an son model ABD silahlarıyla donatılmış 60 bin kişilik bir orduya sahip. Türkiye’de seçimlerde HDP üzerinden 6 milyon oyu var. Bazıları için bu yukarıdaki sayıların bir kıymetinin olmadığını biliyorum. Bu ölenlerin her biri, bir can, bir baba bir evlat. Bilin bakalım en çok bu tabloyu sol mahallede görmek istemeyenler kim? Yazar, gazeteciler sanatçılar... en son bu tabloyu konuşan yazan birini tanıyor musunuz?

 

 Bu ülkede 1980 doğumlular hayata gözlerini açtıklarında kendilerini Kürt dağındaki savaşın içinde buldular. Bu nedenle de 40 yaş altı kuşak günlük hayatı çatışmalardan operasyonlardan ibaret sanıyor. Çatışmasız hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Daha korkunç olanı ise içinde yaşadıkları ortamın bir savaş ortamı olduğunu bilmemeleridir. Ülkenin Z kuşağı üzerine değerlendirme yapacak olanların bu gerçeği atlamamaları gerekiyor. Son 40 yılda çatışmalarda iki taraftan toplamda 100 bin e yakın insanımızı yitirdik. Yüz binlerce insan yıllarca hapishanelerde kaldı. Dört milyondan fazla insan şehrinden köyünden göç etmek zorunda kaldı. Bu savaş, son yüzyılda Ortadoğu’nun en uzun süren savaşıdır.  

 

Bu ülkede geniş anlamda bugün yaşanan travmanın nedeni yaklaşık 40 yıldır (1984) Kürt dağında süren, sürdürülen savaştır. Bu savaş ülkenin hem ekonomisini hem de enerjisini heba etti. Ülkenin sosyolojik/psikolojik ve demografik ayarlarını bozdu. Travmamızın/rahatsızlığımızın nedeni de burasıdır. Eskiden askeri vesayet bir gitsin her şeyin düzeleceğine inananlar, şimdi de AKP bir gitsin her şeyin daha güzel olacağını düşünüyorlar. Muhalefetin hükümet nefreti, sorunları ele alışları ve gerçeklikle kurdukları ilişki biçimi pek umut vermiyor. Travmada tam böyle bir şeydir zaten. Yani travmaya yol açan şeyi bilememek ve onunla baş edememektir. Ne kadar çok kutuplaşma o kadar çok iktidar anlayışıyla siyaset yapan bir hükümetle barışın/çözümün de bir yerinde değiliz. 

 

Biz Travmanın üçüncü kuşağıyız, savaş uzun sürdüğü için çatışmayla bir arada yaşamak normalleşti. Son 40 yılda çatışmalarda çok insanımızı kaybettiğimiz için, arada çatışmalarda duyduğumuz üç-beş insan kaybını artık kimseler pek dert etmiyor. Bir savaşın yapmak istediği ilk şey de budur, ölümleri sıradanlaştırmak. Bir savaş ölümü sıradanlaştırdığı yerde amacına ulaşmış demektir. 

 

Neyi yapmamalıyım.

 

Eğer bir yerde savaş çatışma varsa ne yapmam gerektiğini değil de neyi yapmamam gerektiğini biliyorum. Yıllar önce yeminli şiddet karşıtı olmaya karar vermiş biri olarak, başlamış bir savaşı durdurmaya gücüm yetmeyebilir, ama bir yazar olarak yazılarımda kitaplarımda teşhir edebilirim, ve hiçbir zaman savaş çığırtkanlığı yapmamalıyım. Eğer engel olamıyorsam daha da büyümesine neden olmamalıyım. Her ne yapmam gerekiyorsa meşru legal zeminde kalarak yapmalıyım. Özgürlük mücadelesi denilen şey, başkalarının varlığına kast ederek, onların özgürlüğüne son vererek kazanılacak bir şey değildir. Her zaman her yerde ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir. Sorunların çözüleceği yer gizli/illegal zeminler değil, meşru legal zeminler olmalıdır. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşırlar. Avrupa ve Latin Amerika, tarihin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

 

Görüldüğü üzere 40 yıllık PKK savaşında gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulamamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

 

 

 

 

 

17 Ekim 2021 Pazar

Ulucanlar Cezaevi Hafıza Müzesinin neyi eksik?


 


Türkiye’de toplumun hafızasızlaştırma nasıl yapılıyor? Yazarlar, PKK ve sol örgütlerin mağdur ettiği insanları romanlarına öykülerine konu etmeyerek, şairler şiirlerine, ressamlar resimlerine, yönetmenler filmlerine…insan hakları örgütleri raporlarına, gazeteciler de haberlerine yazılarına konu etmeyerek. 

 

Peki Türkiye'de yapılan hafızasızlaştırmaya Batılı ülkeler nasıl katkı sunuyor? Şöyle: PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetlerle ilgili projelere destek olmuyorlar. STK'larda bunu bildikleri için bu konulara girmiyorlar. Bugün Türkiye’de bir çok insan hakları örgütünde, devletin yol açtığı binlerce mağduriyet üzerine belge, rapor ve yazılar bulabilirsiniz. Ama PKK ve sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetler üzerine bir tane rapor ve belge bulamazsınız. Çünkü kimse tutmuyor bunların kayıtlarını. Geçmişle yüzleşme, toplumsal bellek ve hafıza gibi konularda çalışma yapan dernek ve örgütler adeta işbirliği yapmışçasına bu konulardaki çalışmalarına PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış oldukları mağduriyetleri dahil etmiyorlar. Yakın dönemde eski bir hapishane olan, Ulucanlar hapishanesi, hafıza müzesi oldu. Bu müzede de yapılan şey, sözünü ettiğim hafızasızlaştırmaya iyi bir örnek teşkil ediyor. 

 

Ulucanlar Hapishane Hafıza Müzesinin Neyi Eksik?

 

Müzede hapishane geçmişine dair neredeyse her şey var. geçmişte bu hapishanede olup bitenler birer eşya ile fotoğraflarla anlamlandırılmış. Deniz Gezmiş’in hırkası, Ahmet Arif’in ayakkabısı, Nazım Hikmet’in bir şiiri, hiç adı sanı duyulmamış ama orada bir dönem mahpus olmuş onlarca insanın adını görebiliyorsunuz. Peki bunda ne var, ne güzel işte dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki olmalı, zaten beni rahatsız eden şey ismi olanlar değil, ismi yazılmayanlardır. Mesela 1996 yılında bir görüş günü sevgilisiyle ziyaret yerinde görüş yaparken yoldaşları tarafından kör bir bıçakla öldürülen Ramiz Şişman’a ait bir şey göremedim. Ramiz öldüğünde hızını alamayan katil yoldaşı elindeki bıçağı Ramiz’in kalbine saplıyor. O bıçak uzun bir süre öylece bağrına saplı kalıyor. Mesela o bıçak müzede neden olmaz?

 

Yine aynı yıllarda radikal sol örgütler tarafından  bu hapishanede öldürülen Ulaş Şahintürk, Fatma Özyurt ve Hilal Füsun’a ait bir işarete belgeye de rastlayamadım. Halbuki koğuşlarında aylarca yoldaşları tarafından işkence yapılarak 1995 ve 96 yılında koğuşlarında öldürüldüler. Denizleri asan darağaçları dimdik duruyordu orada. Ama sol örgütler tarafından öldürülen kurbanlara ait hiçbir şey yok o müzede.

Şimdi tekrar soralım o müzenin neyi eksik? Vicdanı eksik vicdanı! 

Bir ülke hafıza müzelerinde işte böyle
 hafızasızlaştırılıyor!

Herkes Dünyayı kendi bakışında taşır…

  Bir Sufi mankıbesinde okumuştum Dervişin biri günün belli saatlerinde şehrin hemen girişinde Dut ağacının gölgesinde dinlenirmiş. Şehrin g...