3 Aralık 2020 Perşembe

Doğu'ya Yamuk Bakmak...

Doğu’ya Yamuk bakmak…       

  

 

Doğulu olduğumuz halde doğuyu ne kadar tanıyoruz? Bu soru sorulduğunda çoğu defa olumsuz yanıtlar alınmıştır. Türkiye’de özellikle sol mahalleden aydınlar, gerçek anlamıyla Doğu’yu ve Doğu’nun tarihsel kültürel geçmişini, değerlerini genellikle küçümsedi ve görmezden geldiler. Doğu her zaman bir ‘Batılı’ kafasıyla düşünülmüş ve öyle değerlendirilmiştir. Ne zaman doğu kültüründen ve sanatından söz açılsa ‘geri’ ve ‘ortaçağ’ denilerek araya mesafe konulduğuna tanık oldum. Bu gerçeğin farkına varmış birisi olarak, Doğu (Şark) klasiklerini okumak istediğimde bu konuda çok şanslı olmadığımı anladım. Çünkü Türkiye’de Şark İslam klasiklerini çevirip yayınlatan kurumun TC Kültür Bakanlığı ve Milli Eğitim bakanlığı olduğunu gördüm. Her iki bakanlık da bazı dönemlerde diziler olarak yayınlamışlar bu eserleri. Bu kültür hizmetini yaparken kendi resmi ideolojilerine göre yaptıklarını anlıyoruz. Eserlerin içeriğini revize etmekten tutalım da birçok şark İslam düşünürünün ‘Türk’ sayılmasına kadar. Örneğin Farabi, İbni Sina, Biruni, Mevlana, Nesimi, Fuzuli gibi birçok İslam düşünürünü Türk asıllı ilan etmişlerdir. Gerçekte ise bunlardan bazıları Türk değil  bazılarının Fars, Kürt ve Arap asıllı oldukları biliniyor. Bursa hapishanesinde kaldığım dönemlerde koğuş kütüphanelerinde 20 bin civarında kitap vardı. Her türlü kitap vardı ama Şark Klasikleri dediğim, Doğu’ya ait eserler yoktu. Hapishane idaresinin kütüphanesinden istiyorduk bu kitapları. Doğu toplumlarına ilişkin bir kitap çalışması yaparken, ilk o zaman fark ettim bu konuda ciddi yanılgılarımızın olduğunu. Bu kadar yanılgıların içinde nasıl oldu da Doğu toplumları üzerine inceleme gereği duydum sorusuna cevap olarak biraz tesadüf, biraz da imkansızlıklar desem abartmış olmam sanırım. Siyasi mahpusların, örgütlerin olmadığı bir hapishanede keşfettim bu konuyu. Hapishane kütüphanesinden kitap alıp okumaya başladığımda fark ettim Doğu eserlerini. O güne kadar ben de bilmiyordum, Doğu’da kültür-sanat, felsefe olmaz diye düşünüyordum. Okumaya başlayınca yanıldığımı anladım. Bu keşif beni derin inceleme-araştırmalara yönlendirdi. 

 

Hristiyan Hegel İlerici, Müslüman İbn Rüşt neden Gerici?

 

Hapishane koğuşlarında sıradan bir sosyaliste, solcu mahpusa Batı felsefesini sorduğumda Voltaire’i, Descartes’i, Hegel’i tanıyordu. Ama aynı kişiler İbn Rüşt’ü, İbn Haldun’u tanımıyordu. İki kelimeyle “dincidir”, “gericidir” diyorlardı. Çok derin önyargıları vardı. İbn Rüşt müslüman olduğu için gerici oluyor ama diğer taraftan ilerici dediği Hegel’de Hıristiyan’dır. Her ikisi de farklı da olsa dinin etkisi altındadır. Ya da şöyle diyelim, Müslüman İbn Rüşt’ün Allahı var da, Hıristiyan Hegel’in yok mu? İşte burada Avrupa merkezci bakış açısı etkili oluyor, yoksa ki sorun ilerici-gerici sorunu değildir. Tarihteki uygarlıklar diyalektiği araştırıldığında, birbirlerini etkiledikleri anlaşılır. İlk uygarlıklar Doğu’da ortaya çıktı. Son Doğu uygarlıklarından birinin de İslam uygarlığı olduğu unutulmamalıdır. Birçok batılı tarihçi ve düşünce adamı bu gerçeği kabul etmektedir. 13. yüzyılda İbn Rüşd, Batı da Aristo’nun en büyük yorumlayıcısı sayılmıştır. İbn Rüşd İslam felsefesine de mal edildiği kadar, batı ortaçağ felsefesine de mal edilir. İbn Rüşd’ün yanı sıra diğer İbn Haldun gibi İslam bilginleri de birçok batılı düşünce insanını etkilemiştir. Türkiye’de Doğu kültürü ve sanatıyla araya mesafe koyan anlayışı incelemek oldukça önem taşıyor. Öz gerçeklikten bu kadar uzaklaşmış, Avrupa merkezci bir sol geleneğin gelişme şansı olabilir miydi? Bence olamazdı. Türkiye’de aydınlanma hareketinin gelişememesinin birçok nedeni var ama bu anlatmaya çalıştığım neden, yani kendi kültürel değerlerine yabancılaşması sorunu en önemli nedenlerden birisidir. PKK gibi Kürt sol örgütleri de bu eleştirilerin kapsamı içindedir. Kürtler Ortadoğu’nun ortasında bir halk olmasına rağmen, bu halka öncülük eden siyasi yapılara yakından bakıldığında batılı modelleri esas aldıkları, üst yapı kurumlarında batılı argümanlarla düşündükleri anlaşılır. Şunu rahatlıkla söylemek lazım, geniş anlamda Türkiye’de entelektüel saha Avrupamerkezcidir. Batılı kültürel değerler cazip, Doğulu, yani kendi kültürel değerleri aciz gelmiştir. Düşünce dünyamızda doğuya ait çok şey yer almamaktadır. Bunları belirtirken şöyle bir hataya düşmek istemem, batılı kültürel değerler yanlış mı ya da zararlı mı? Eleştiri konusu yaptığım şey, batılı değerlere gösterdikleri ilginin yarısını kendi değerlerine göstermemeleridir. Yine bu anlattıklarım batılı ve doğulu değerlerin yanlışlığı ve doğruluğu üzerine değildir. Eleştirim yönteme, yamuk bir bakış açısına yöneliktir. Tam da burada eleştiri konusu yaptığım bakış açısına biraz daha yakından bakalım. Avrupamerkezcilik sadece bir tarih anlayışı değildir, bundan daha kapsamlı bir şeydir. Oryantalizm, ırkçılık, pozitivizm gibi birçok akımı içine alır. Mesela felsefe alanında antik yunan felsefesi unsurlarından biridir. Hıristiyanlık bir başka düşünsel kaynağıdır. Sanayi uygarlığı dediğimiz endüstriyel ilerlemecilik ise baş unsurudur. Bu Avrupamerkezci tarih anlayışına göre tüm insanlık tarihsel ilerlemesini Avrupa uygarlığı üzerinden yapacaktır. Avrupa kültürel alanda ve sanayi alanında insanlığı en üst düzeyde temsil etmektedir. Avrupa’nın dışında kalan toplumlar, Avrupa’nın öncülük ettiği uygarlığa ulaşmak için Avrupa’yı kendilerine bir zorunluluk olarak model almalıdır! Avrupamerkezci bir Marksist anlayış ise, insanlığı ileriye götürecek en devrimci öznenin Avrupa proletaryası olduğunu söylüyordu. Avrupa’yı merkeze koyarak model alma alışkanlığı ya da hayranlığı genel anlamda Türkiye’nin 200 yıldır devam eden macerası. Dönem dönem gelgitler olmasına rağmen devam eden bir süreç. Bu sürecin olumlu ya da olumsuz yönleri ayrı bir yazı konusu olabilir. Ama sol  hareket açısından orta yerde model alınacak bir solun kalmadığını bilmemiz gerekir. 

 

Doğu-Batı Sorunu   

 

Doğu-batı sorunu tarihin en tartışmalı teorik konularından birisidir. Halen devam eden, başı sonu belli olmayan bir tartışma alanıdır. Hem siyaseten, hem de entelektüel alanda devam ediyor tartışmalar. 19. yüzyılda batının doğuya yayılışını dünyanın batılılaşması olarak değerlendirenler şimdi küreselleşen dünya olarak ifade ediyorlar. Sorunu ileri batı- geri doğu olarak adlandıranlar da var. Özellikle soruna Avrupamerkezci bakış açısı ile yaklaşanlar bu düzlemde ele aldılar sorunu. Tarihin çok ağır bir sorunu olan Doğu-Batı meselesinde ilerici-gerici gibi ifadeler kullanılmasını doğru bulmuyorum. ‘İleri’ ve ‘geri’ kavramları sorunlu kavramlardır. ‘ileri’yi daha sonra gelen anlamında değerlendirenler sınıfındayım. Coğrafi ayrımlar yapılarak, ‘ileri’ ve ‘geri’ olarak tanımlanması şoven-ırkçı yaklaşımlara götürür insanı. 

 

Batı da 16. yüzyıl Rönesans’ından beri böylesi bir bölünme yaratılmış. 18. yüzyılda ise batı kapitalizmi bu egemen ideolojisini bu ayrım üzerinden gerçekleştirip oryantalizm kavramı ile formüle etmiştir. Peki gerçekten böylesi bir batı-doğu var mıdır? Varsa ne kadar objektiftir? Batının ilericiliği, doğunun gericiliği kavramlarında kıstas nedir? Batılı egemen zihniyete göre doğu her şeyi ile geridir. İlk başta iktisadi alanda geri kalmıştır. Kültürel alanda geridir, doğu bilim ve sanattan anlamaz. Ayrıca da doğuluların düşünce dünyası felsefe yapmaya müsait değildir vb. vb.  Bu oryantalist-ırkçı tespitleri daha da çoğaltabiliriz. Batının ileri olduğuna kanıt ise kapitalist uygarlığın yaratıcısı olması gösteriliyor. Doğu, feodal, karanlık bir ortaçağ, batı ise modern uygarlık olarak değerlendirilmektedir. Batı kapitalizminin endüstriyel ilerlemeci anlayışına göre bilim, felsefe ve aydınlanma gibi girişimler Avrupa ile ortaya çıkmıştır. Bilinen nedenlerden ötürü kapitalizm batıda erken gelişti. Bir toplumda üretim güçlerinin ve araçlarının gelişmişlik düzeyi her zaman o toplumu iyi bir model kılmaz. Burada, ‘ileri’ bir toplumdan ne anladığımız ya da ‘ileri’ olgusuna nasıl yaklaştığımız önemli bence. Önce de belirttiğim gibi, bu konuda ‘ileri’ ve ‘ilericiliği’ ‘daha sonra gelen’ olarak kabul ediyorum. Yoksa ileri kavramına olumlu ve iyi bir toplumsal model olarak yaklaşırsak, sanayi uygarlığının tüm sonuçlarını da kabul etmiş oluruz. Eğer batılı kapitalist uygarlığı gelmiş geçmiş en ileri, en iyi toplumsal sistem olarak kabul edersek, 20. yüzyıldaki savaşları, Nazi faşizmini nereye koyacağız? Unutmamalıyız ki insanlık tarihi felaketlerin en büyüğünü 20. yüzyılda yaşadı. Yani batı uygarlığının en doruğa yükseldiği bir çağda! Bu kadar şey söyledikten sonra, o halde batı kötü mü? Eğer batı kötü ise doğu iyi mi? Ne batı kötü, ne de doğu iyi. Üzerinde tartıştığımız şey ‘iyi’ ve ‘kötü’lerin dışında ele alınarak tartışılması gereken sorunlar ve bu tarihin ya da entelektüel alanın ağır sorunlarıdır. Bu gibi sorunlara siyah-beyaz bakmak zorunda değiliz. Ve daha önemlisi, doğu-batı gibi geniş ve ağır bir problemi Avrupamerkezci bakış açısıyla tartışmamalıyız. Sorun, coğrafik bölgesel kavramlarla tarif edilemez. Toplumları toplum yapan bölgesel özellikleri değil, sınıfsal özellikleri, bileşenleri ve iç çelişkileridir. Doğu-batı sorunu sınıfsal çelişkileri yönünden ele alınmalıdır. Ne doğu ne de batı kendi içlerinde tek bir sınıf bileşeninden oluşmuyor. Sınıflardan oluşan her toplumsal sistemin birden fazla görünümü olur. Bu yüzden birden fazla bakış açısıyla ele alınmaları gerekir. 

 

Zulmün ve Özgürlüğün Coğrafyası Olmaz

 

Dönelim doğuya. Benzer şeyler doğu için de söylenebilir. Batıda düşüncelerinden dolayı Bruno’yu ateşte yakanlar, doğuda da Mansur’un derisini yüzdüler. Zulmün ve özgürlüğün coğrafyası olmaz. Geçmişten bugüne Batıda verilen özgürlükler mücadelesi elbette ki göz ardı edilmemelidir. Bugün batılı değerlerden söz ediyorsak, bu değerlerin çok zorlu mücadeleler sonucunda kazanıldığını unutmamak gerekir. Demokrasi, insan hakları, düşünce özgürlüğü ve daha buna benzer insanlığa mal olmuş bu ortak değerler önce Avrupa kıtasında ortaya çıktı. Kaldı ki bugün aynı Batının kendisi ‘batılı değerler’ dediğimiz birçok şeyden hızla uzaklaşıyor. Yukarıda andığımız demokratik değerlerin içi boşaltıldı. Çok ikiyüzlü siyasetlerle ayakta durmaya çalışan bir batıdan söz edebiliriz ancak. Türkiye Avrupa Birliği ilişkileri, Kürtler ve Avrupa birliği ilişkileri yakından incelendiğinde ikiyüzlülük daha net anlaşılmaktadır. 

 


23 Ekim 2020 Cuma

İRA ve PKK arasındaki 10 fark..

İRA ve PKK arasındaki 10 fark...


1-İRA eylemlerine başladığında İrlandalılar asıllarını inkar etmiyordu. Sadece dünya değil, İngilizlerde varlıklarını kabul ediyordu. Ama PKK kurulduğunda Kürtlerin varlığı Devlet tarafından inkar ediliyordu. 

2-İRA ve İrlandalıların mücadelesinde yüzyıllık bir devamlılık varken, PKK’ nin 40 yıllık bir geçmişi var.

3-İRA eylemlerine başladığında İrlandalıların desteğini alırken, PKK eylemlerine başladığında ilk önce Kürtlerin tepkisiyle karşılaştı. 

4- İRA ilk kurşunu İngiltere devletine sıkarken, PKK ilk kurşunu Türk sol örgütlerine ve Kürt örgütlerine sıkmıştır. 

5-İRA mücadeleye başladığında İrlandalılardan ve dünyadaki sol hareketlerden destek aldı. PKK ise eylemlerini Kürtlere rağmen başlattı. Sivillere yönelik eylemlerinden dolayı tepki aldı.

6-İRA -Kurtuluş ordusu şeklinde kolektif bir yönetimle örgütlenmişken, PKK (Abdullah Öcalan) Tek adam üzerinden örgütlenmiştir. 

7-İRA’nın mücadelesi dünya solu tarafından destek görürken, PKK’nin akıl almaz eylemleri sayesinde ilk günden itibaren terörizm olarak adlandırıldı. 

8- İRA her zaman anadilinde konuştu ve yazdı, PKK ise Kürtlerin anadilini değil, Türkçe konuşup Türkçe yazdı. Kürtçe anadilinde konuşup yazan örgütleri ilkel milliyetçilikle suçladı. 

9- Sinn Fein Partisi, İRA’yı silahsızlandırmak için legal meşru alana çekerken, HDP geleneğinden legal partiler, PKK’ye her defasında angaje oldu. Her dönem çözümün adresi olarak PKK’yi ve Öcalan’ı gösterdiler.

10- İRA örgütünün lideri Bobby Sands hapis edildiğinde siyasi taleplerinden dolayı ölüm orucunda yaşamını yitirdi. PKK lideri ise 22 yıldır mahpus olmasına rağmen bir tek gün bile açlık grevi yapmadı.

13 Şubat 2019 Çarşamba

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…


Bir cümleyle otosansür nedir? diye sorulsa bana, ‘Yazarın kendi kendine ettiği zulümdür’ derim. Bu zulüm başka bir zulüm! Sanırım bu konuda en dertli olanlar mahpus yazarlardır. İki yıl önce ‘Hapiste Yazmak’ adlı bir derleme yapmaya başladığımda içerden gelen yazılarda otosansür denilen şeyi tüm ayrıntılarıyla görmüş oldum. Daha önce de benzer şeyleri kendim yaşadığım için gelen her yazıda kendimi gördüm. Hapiste yazdığım mektup ve yazılara yeniden baktım. Her defasında gördüğüm ve anladığım şu: Hapiste yazılan her yazılı metin yarım metindir; henüz bitmediği için yarım değildir; kaygılarla yazıldığı için yarım metindir. Eğer dikkat edilirse korkularla yazılmış demiyorum kaygılarla yazılmış metinler diyorum. Gerçi kaygı korkuyu da içinde barındırıyor ama korku bir çok kaygıdan biri olabilir ancak. Korku dışsal, kaygı ise içseldir: Dışsal olana tepki yazana bir yazma nedeni yaratırken, içsel olan kaygı yazanı köreltir. İçsel olan kanıksanmış bir dengecilikle açıklanabilirken dışsal olan geçici bir tutumla açıklanabilir.

Buradan söylemek istediğim şey şu: sansür korkunun, otosansür kaygının sonucudur. Hapiste yazanlar her ikisine de maruz kalıyor. Hapishanede yazanı sınırlayan ya da kaygı duymasına neden olan o kadar şey var ki ‘Kaygısız yazmalıyım’ dediğimde bile kafamda bir çok kaygının olduğunu anlıyordum. Hapiste yazılan her şey başkaları tarafından okunup incelendikten sonra dışarı gönderiliyor. Şu başkaları dediğim ise oldukça titiz çalışan mektup okuma ve mektup inceleme komisyonlarıdır. Bu komisyonlardan biri devletin diğeri eğer birlikte kalıyorsanız örgüte aittir. Eğer içerde yazıyorsanız dışarı göndereceğiniz her yazılı metini örgütün mektup inceleme komitesine vermeniz gerekiyor. Bu komite yazınızı inceledikten sonra gidip-gitmeyeceğine karar veriyor. Buradan okey alan yazı ya da mektup idareye verilir bu kez idarede mektup okuma komisyonu tarafından incelenir eğer uygun görülürse dışarı gönderilir. Benim mektup ve yazılarım bazen örgütün MİK’ine (mektup inceleme komitesi) bazen de idarenin MOK’una (mektup okuma komisyonu) takılırdı. Dışardan gelen mektup ve yazılarda aynı yolu takip eder. İki okuma ve inceleme komisyonunun ardından sahibine ulaşır. Bu komisyonlara takılmadan gidip gelen yazılar yazılmasa da yazın dünyasından pek bir şey eksilmezdi. 1990 sonrası hapishane kuşağının yazın ve edebiyat alanında nitelikli ürünler verememesi bu anlatmaya çalıştığım nedenlerle ilgilidir. Çok aşırı denetim insanlardaki yazma şevkini kırdı. Bu sıkı denetim ve uygulamadan dolayı bir çok insan yazmadı. 10 yıl kaldığım hapishanelerde dışardan mektup arkadaşım olmadı. Bu sıkı denetleme komisyonlarına olan tepkiden dolayı yazmayı düşünmedim. Kaldı ki yazanlarda içlerinden geçeni yazamadılar. Bir kişinin yazdığı mektubu topluca okuyan gruplardan yazarların çıkması beklenmemelidir. Aşkı yasaklayan gruplardan edebiyatçı çıkması mümkün değildir. Zaman zaman içerde birlikte kaldığım mahpusların yazdığı öyküleri okudum. Bu öykülerde Kadın ve Aşk yoktu. Sol gruplarda edebiyatçıların ortaya çıkmayışı dıştan (devletin) sansürüyle ilgili değildir. İçten kaynaklı dediğim (örgüt) otosansürdür. Edebiyata dair kuracağı her cümleden kaygı duyan bir insandan nitelikli edebiyat eserleri beklemek pek gerçekçi olmaz. 

Sonuç olarak bu konuda diyeceğim şu: hapiste yazanın maruz kaldığı sansür yani dışsal dediğim şey yazanları daha çok yazmaya iterken sansürün kendisi bile yazanın yazma nedeni olmaktadır. Kaygılardan kaynaklı içsel nedenler dediğim otosansür ise yazanı etkisiz bırakarak yeteneklerinin önünü almaktadır. Yazarın asıl yazmak istediği şeyleri yazdırtmamaktadır. İçinde bulunduğu grubun dışına itilmeyi göze alamamaktadır. Oysa her türlü yazınsal üretim bağımsız düşünmeyi gerektirir. Bağımsız olmayanlar özgür düşünce geliştiremeyeceği gibi özgün eserler de veremezler.

3 Şubat 2019 Pazar

The “Revolutionary” Prisons in Turkey

The “Revolutionary” Prisons in Turkey
I spent 10 years in Turkish prisons in the 90’s, during which there were prisons inside prisons. The inner prisons were run by the radical left revolutionary organizations.  I already documented the horrible practices at these inner prisons in my books.   In this article I will give the reader a comparison of two different prisons in two different periods:  Diyarbakir in 1980’s under government control and Bayrampasa in 1990’s under the control of radical revolutionary left.  I was not in Diyarbakir in 1980’s but was in prison with the people who were in Diyarbakir during 1980’s.  There is ample research, written and visual evidence about this period.  Under the 1980 coup regime torture and mistreatment was rampant in Diyarbakir.  As a result, many inmates lost their lives or were permanently disabled.  That said, we know that the torture and mistreatment neither changed the beliefs of the inmates nor did it prevent resistance. The political prisoners showed solidarity against systemic torture.  They often launched hunger strikes sometimes indefinitely.  I listened first-hand how the resistance boosted the morale from prisoners themselves.  In fact, the resistance in Diyarbakir galvanized support for PKK in the following period.  We know that PKK used Diyarbakir as propaganda material to support its own resistance literature.  Not only in media controlled by PKK but also numerous Turkish journalists and intellectuals wrote about 1980’s Diyarbakir.  
Developments during the 1990’s took a different path.  I was set foot in Bayrampasa prison which was reserved exclusively? for leftist and PKK sympathizers.    I was completely unprepared for what I would observe and experience in Bayrampasa in the next few years.   The wards in the C Bock were completely under the control of the revolutionaries and PKK.  The daily life was more like one in a concentration camp rather in a prison ward. Military discipline was upheld. During my early days, looking out from the windows of 15-16thward in C Block I saw a group of prisoners with guns doing a military exercise.  I thought special operations teams of the government was using the facility. When I asked about what I saw to the XXX in charge of our ward, the response was “Those two wards belong to Revolutionary Left (“Dev-Sol”).” My preconceptions about prison life was shattered. How could it happen?  Dev-Sol was literally conducting an armed exercise in the prison complex.  
As Chekhov says if in the first act there is a rifle hanging on the wall in the second or third act it must absolutely go off.  Those guns that I saw went off in exactly a year.  It happened in the adjacent ward:  Dursun Karatas supporters, a faction within Dev-Sol raided a ward populated by Bedri Yagan supporters, another faction.  Both groups were armed.  As a result, Erdogan Eliuygun was murdered and and a few others were wounded on July 22nd1993.  
Another prisoner told me that he saw long heavy arms, though I did not see it myself.  It is possible.  It was as if the state designed Bayrampasa as a camp for the revolutionary left.  It could be said that the place was better equipped than the camps outside.  After staying here for a few months some of the young members would hit the mountains. And some others (since they received their armed training) would get into armed conflict in Istanbul. Occasionally I would recognize some of these youngsters as killed in armed conflict by the security forces.  There were quite a few of these during 1991-93. 
When I asked the leading prisoners how this was possible, I was told that it had not been easy to wrestle control from the state, it was a fruit of resistance.   Yet years later I met with one of the directors of Bayrampasa in a conference. When I asked what his thoughts were about the C Block.  What he said was illuminating: “We were not involved in that section.  C Block was under the jurisdiction of Istanbul Police Department.  
In the 90’s journalists and politicians reported that the prisons became training camps for revolutionary left and PKK.  Yet the left did not take notice.  
When the oppressed becomes the oppressor
Who were the leaders of the revolutionaries and PKK in the prison?  There were 4 PKK wards in the prison.  The leaders of the wards were the ones who themselves were tortured in 1980’s at Diyarbakir.  They were appointed to their position by PKK precisely because of their experience in Diyarbakir.  They were now involved in systematic oppression and torture of their own comrades. Through my research I was yet to learn that the number of prisoners killed by the revolutionaries and PKK were more than the ones killed by the state in the same period when the revolutionaries controlled the prisons:  40 vs 28. 
Contrast these to F type prisons which replaced the wards with cells:  Between 2000 and 2018 not a single prisoner was killed neither by the revolutionaries nor by the prison management.  In the 90’s people were killed or permanently disabled as a result of hunger strikes in the prisons that was effectively controlled by the revolutionaries.   Not a single hunger strike between in the F type prisons, nicknamed “coffin cells” by the prisoners between 2000-2018.  
Between 1990 and 2000 PKK and the revolutionary left were effectively controlling 23 largest prisons in Turkey managing roughly 100,000 prisoners divided into 50 or 100 prisoners by ward.  40 prisoners were executed.  Not a single witness could stand up to these inside or outside the prisons.  By start contrast, a decade ago PKK had not only developed resistance against the treatment in Diyarbakir, they could legally challenge and thanks to the Human Rights NGO’s could document the torture and the mistreatment.  
The prisoners facing oppression by the revolutionary left and PKK stated to lose determination for the cause.  Most of them severed their relations with the organizations.  The control and oppression in the prisons were total, in a way reminiscent to concentration camps.  Despite numerous executions, there is no sign of questioning or resistance.  August 21st, 1994:  Simel Aydin,17 was suffocated to death by her comrades from Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP-C) in Bayrampasa Prison, Istanbul.  December 23rd, 1996: Ulas Sahinturk,17 was suffocated to death by DHKP-C in Ulucanlar Prison. Ankara.  July 23rd, 1994:  Ercan Y, Irfan D. and Sait F., all teenagers were suffocated to death at Erzurum Prison. All these prisoners were overtly executed in wards of 50 or 100 prisoners.  I learned first hand from the witnesses that nobody could bring an objection or later testify against the perpetrators.  Not before, during or following these crimes, even after the prisoners were released.  Nobody was able to talk about or write about them.  Nobody brought a lawsuit against the state, party legally responsible for the prisoners. When I asked about this radio silence to the families of the deceased, the response was that they feared retaliation by the revolutionary left.  When I wrote about some of the cases in “Killed by her Comrades”, reaction of the families is one of discomfort and nervousness not curiosity.  By contrast violations in Diyarbakir in 80’s were heavily documented, and many lawsuits against the government were filed, most of them making their way to European Human Rights Court.  
Between 1990 and 2000 about 100,000 people were in the prisons controlled by revolutionary left and PKK.  98% of the prisoners became informants under police pressure and 40 of them were overtly executed by the revolutionary left or PKK.  Many more were tortured or mistreated.  Thousands left traumatized.  
All countries manage prisons but in Turkey the revolutionary left managed their own prisons within the system.  

                                                                                Aytekin Yılmaz 15 Ocak 2019

Names of executed Prisoners by the Revolutionary Left and PKK between 1990-2000
1 -Ali Akgün Çanakkale Cezaevi, 1990, Dev-Sol
2 - Mehmet Ali Çelik, 1991 Bayrampaşa Cezaevi- Dev-Sol
3 -Ali Sinan Aksünger, 6 Eylül 1991, Bayrampaşa, Dev-Sol
3-Kemal Fırat, 4 Nisan 1991 Bayrampaşa-Dev-Sol
4 -Mehmet Sami Tarhan, 2 Mayıs 1992, Bayrampaşa, Dev-Sol
5 - Adnan Temiz, Adana Cezaevi, 10 Haziran 1992, Dev-Sol
6 -Osman Tim, Bayrampaşa Cezaevi, 22 Aralık 1992, PKK
7 - Mülkiye Doğan, Urfa Cezaevi, 12 Nisan 1993, PKK
8 -Sinan Er, 6 Mart 1993 Diyarbakır Cezaevi, PKK
9 - Ekrem Arslan, İzmir Buca Cezaevi, 1993, PKK
10 - Süleyman Aydın, İzmir Buca Cezaevi, 1993, PKK
11 - Mehmet Tuncay, İzmir Buca Cezaevi 1993 – PKK
12 -İsmi belirlenememiş iki kişi, Diyarbakır E Tipi Cezaevi 1994 PKK
13 -Erdoğan Eliuygun, Bayrampaşa Cezaevi 18 Temmuz 1993 Dev-Sol
14- Ali İhsan Kaymaz, 1994 Malatya E Tipi Cezaevi-PKK
15 - Şerif Mercan 1994 Bursa özel Tip Cezaevi – PKK
16 -İzzet Kaplan 1994 Diyarbakır Cezaevi, PKK
17 - Mehmet Kankaya- A. İhsan Soymaz (iki kişi) 1994 Malatya E Tipi Cezaevi-PKK
18 - Ercan Yıldız, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi- PKK
19 - İrfan Doğan, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi-PKK
20 - Sait Fidangil, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi-PKK
21 -Ahmet Celal Özkul, 1994 Ankara Ulucanlar Cezaevi-DHKP-C
22 -Şimel Aydın, Bayrampaşa Cezaevi 21 Ağustos 1994 –DHKP-C
23 -Hasan Hüseyin Kulaç, Bayrampaşa Cezaevi 21 Ağustos 1994 – DHKP-C
24 -Latife Ereren, Bayrampaşa Cezaevi 5 Mart 1995 – DHKP-C
25 -Hilal Fusün Ünlü, Ankara Ulucanlar kapalı Cezaevi 28 Haziran 1995 DHKP-C
26 -Fatma Özyurt, 22 Ekim 1996 Ankara Merkez Kapalı Cezaevi – DHKP-C
27 -İbrahim Sertel, 23 Ekim 1996 Buca Cezaevi- DHKP-C
28 -Ulaş Şahintürk, 23 Aralık Ankara Ulucanlar -1996-DHKP-C
29 -Şükrü Akın, Konya Cezaevi 5 Şubat 1996-PKK
30 -Emine Yavuz, Diyarbakır Cezaevi 8 Ağustos 1996 PKK
31 - Fikriye G. Muhammed, Diyarbakır Cezaevi, 1996, PKK
32 -Ramiz Şişman, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi 4 Kasım 1996-TİKKO
33 -Hasan Hüseyin, Er Bayrampaşa Cezaevi 5 kasım 1996- TİKKO
34 -Mehmet Çakar, 20 Eylül 1998 Bursa Özel Tip Cezaevi TİKKO
35 –Adem Yeşildağ, 27 Ağustos 1998 Malatya Cezaevi- DHKP-C
36 -Turan Ünal, Çankırı Cezaevi 4 Temmuz 1999-DHKP-C
37 -Oktay Yıldırım, 19 Mayıs 1999 Bayrampaşa Cezaevi- DHKP-C
38-Haydar Akbaba, 19 Aralık 2000 - Ümraniye Cezaevi -MLKP
39-Muharrem Buldukoğlu, 19 Aralık 2000-Ümraniye Cezaevi MLKP
Executions by revolutionary organizations
DHKP-C - 17
PKK -17
TİKKO -3
MLKP - 2
Total 39












16 Ekim 2017 Pazartesi

Aytekin Yilmaz’s Literature: Turkey’s Kurdish Problem and the Critique of Revolutionary Violence

Aytekin Yilmaz’s Literature: Turkey’s Kurdish Problem and the Critique of Revolutionary Violence

The violent clashes between the Turkish State and the Kurdistan Worker’s Party (PKK) have been going on for almost four decades. Estimates suggest that more than 50.000 people were killed so far including armed groups and civilians. Today, the problem continues to cause detrimental effects on thousands of lives. 
Yet so far, there have only been few voices, which sound concerns towards what is going on in the mountains. As a Kurdish writer and a novelist, Aytekin Yilmaz devoted his entire career to point out the wrongdoings of the PKK in terms of human rights. As a former member of the PKK, Yilmaz spent nine years of his life in prison throughout the 1990s and was released in 2001. With what he has witnessed during this period, Yilmaz wrote two novels and two testimonies in the past 15 years, published by Turkey’s two biggest publishing houses, İletisim and Dogan. Yilmaz’s latest novel “Ernesto’nun Dağları” (The Mountains of Ernesto), a fiction that explores the PKK experience from the perspective of Cuban revolutionary Ernesto Che Guevara, is published in June 2017.
Yilmaz’s first work entitled “Labirentin Sonu: İçimizdeki Hapishane” (The End of the Labyrinth: The Prison within Us) was published in 2003. Written in the form of a testimony, it narrated the ways in which revolutionary parties, including the PKK, disciplined the everyday life of political prisoners. During the 1990s, these parties had complete control over prison spaces where inmates resided in large groups. After their incarceration by the state, political prisoners found themselves in an atmosphere dominated by the rules of these parties. The everyday life was regulated with a high amount of discipline that determined the activities of every member. In the name of the revolutionary laws, language was standardized, freedoms were limited, collective activities were held, reading assignments were distributed and gatherings to discuss the revolution required the contribution of all members. The organizations had judging committees, which tried members who did not obey the rules. Yilmaz observes that the state was non-existent in prisons, yet the PKK and others were acting like state apparatuses.
In his testimonies, Yilmaz narrates his disillusionment with the PKK and their methods. The everyday life is so densely controlled by the party that there remains too little room for individuality and creativity. The first time when Yilmaz becomes interested in reading materials other than the writings of Stalin, he is mockingly warned not to develop “a bourgeoisie behavior”. Undermining the discontents, Yilmaz begins to read the works of Adorno and Foucault, and eventually distances himself from the party’s Stalinist projects. Foucault teaches him about the transforming boundaries of power as he realizes that relations of power can even be constructed and reproduced within a revolutionary party that is supposed to overthrow power relations. As Yilmaz gets more involved in critical readings other than the PKK library, he receives official warnings. He calls for the responsible party leaders to change their authoritarian style and embrace freedoms, creativities ad individualities. He thinks that this is the only way that the revolution can truly succeed to create a new life for all. However, Yilmaz gets labeled as a “liberal”, developing close ties with “bourgeoisie ideology” and continues a solitude life in prison.
Others were not as lucky as Yilmaz was. Many faced stronger punishments and even death sentences. Yilmaz’s two novels “Dağbozumu” (Mountain Harvest) (2011), “Sığınamayanlar” (Ones Who Cannot Take Refuge) (2016) and one testimony “Yoldaşını Öldürmek” (Murdering the Comrade) (2014) narrates the atrocities committed by the PKK in mountains and prisons. According to his testimonies, many party members were accused of “betrayal of the revolution” for various reasons and were therefore tortured, confined to solitude, imprisoned for life or sentenced to death. If a party member cannot resist the police torture and speaks while he/she is arrested, this is considered as a betrayal of the revolution. When the member is incarcerated by the state, the party’s leading committee initiates an investigation about the degree of betrayal. Yilmaz manages to stay silent under the police torture. In his later prison life, his resistance is considered as a crucial sign of his strong revolutionary character, therefore he is tolerated for his future actions that conflict with the party. Yilmaz claims that it is completely understandable for one not to be able to resist torture because, before the revolutionary identity, he/she is a human being. Yilmaz finds it very tragic for a revolutionary party to execute its fellow members just because they could not bear the pain. In “Murdering the Comrade”, he lists all 36 executions held by the parties, including the PKK, DHKP-C and others. He further narrates the execution processes of eight party members that he witnessed.
The executions did not only take place in prisons. Prisons were only the concentrated areas of revolutionary practice initiated at the mountains. Yilmaz’s two novels narrate the atrocities that took place in the party camps. These are narratives based on Yilmaz’s fictional accounts of the witnesses testifying him during and after his prison life. Yilmaz observes that political struggles between different power groups in the party led to the execution of many in mountains. Yet what he finds striking is that love and militarist ideology were the two major factors behind the executions.
Love is prohibited among party members. Homosexuality is strictly forbidden and is not considered legitimate. Loving is considered as a “bourgeoisie habit” which poses the danger to distance oneself from revolution. According to Yilmaz, members who felt in love with each other were prosecuted and couples who did not end their relations were executed. In “Ones Who Cannot Take Refuge”, Yilmaz introduces a feminist perspective by pointing out how women were subordinated by these practices. Young Kurdish women find it charming to join the party to be free from patriarchal Kurdish culture. However, Yilmaz warns that they find themselves under the disciplinary practices of a military-patriarchal ideology. There are several testimonies where women were raped, got pregnant and are executed for acting against the party laws, despite no prosecution done for the perpetrator. Besides, the militarist ideology does not allow the members who give up their struggle and wish to return to civilian life. The fates of these members also end up with escape attempts where few survive and most of them are sentenced to death.
Yilmaz’s literature declares that no revolution can be successful if it is the enemy of love and conscientious objection.  
In “Murdering the Comrade”, Yilmaz asserts that 1030 party members were murdered by the revolutionaries between 1990 and 1999 in the mountains, the PKK leading with 904 executions. He draws attention to the fact that although human rights associations hold the exact numbers of people arrested, prosecuted or killed by the Turkish police, there are no records regarding the atrocities committed by the PKK. According to Yilmaz, this is a tragic mistake, which leads to the legitimization of “revolutionary violence”. Today, we still see the weekly gatherings of “Saturday Mothers”, women whose children were lost throughout the 1990s, seeking answers from the state regarding the whereabouts of their beloved ones. Yilmaz reminds that the mothers of the party members who were executed by the PKK cannot get involved in these gatherings. They cannot even search for their beloved ones since if they do; they are labelled as the parents of traitors. Their testimonies are completely silenced.
Yilmaz’s last novel, “The Mountains of Ernesto” is a radical critique of Turkey’s leftist political circles, that sympathizes with revolutionary ideals. In his novel, Yilmaz creates a fictional account of the guerilla life in the mountains, placing the Argentine revolutionary Ernesto Che Guevara at the center of the narrative. Ernesto is a Kurdish guerilla who interrogates the party’s revolutionary methods, consisting of similar kinds of objections raised by Yilmaz’s previous novels. Ernesto is a disillusioned guerilla who struggles to negotiate his passion for revolutionary ideals with the misdeeds of the organization, which he considers as destroying any real chance of possibilities that would actualize the revolution. The narrative shows how the organization, implicitly pointing out the PKK and its leader Abdullah Ocalan, reproduces a totalitarian party with suppressing individualities, human reason, love for nature and humanity as well as a cult of leader personality, which actually contradicts with true revolutionary ethics. The narrative argues that a revolutionary agenda should be based on fostering the lives of humanity and the nature, rather than their destruction. Even a revolutionary like Che would be disillusionment with the party’s way of handling a revolution, becomes the main understanding conveyed by the novel.
Yilmaz’s literature points out the fundamental necessity to see the events from the perspective of victims, be it a Turkish soldier or a Kurdish warrior. It champions life, over death. For him, the life of one single individual is more precious than the kind of revolution that a party seeks. A revolutionary act, which disciplines lives, dehumanizes individuals, disseminates fear and promotes death, cannot be a true revolutionary struggle and is doomed to fail. Yilmaz precisely suggests that the PKK should end the military struggle and seek civilian, democratic politics. In recent years, pro-Kurdish HDP (People’s Democratic Party) appeared as a political alternative seeking a democratic solution. However, they also failed to face the atrocities committed by the PKK. For Yilmaz, their democratic success is also dependent upon their confrontation with the past, rather than solely targeting the Turkish state’s wrongdoings. This is the only way for a proper reconciliation to take place in the future.

                                                                                                                       N. Özdemir 

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?

  İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş.  Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nı...