13 Şubat 2019 Çarşamba

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…

Otosansür: Yazarın Kendi Kendine Ettiği Zulüm…


Bir cümleyle otosansür nedir? diye sorulsa bana, ‘Yazarın kendi kendine ettiği zulümdür’ derim. Bu zulüm başka bir zulüm! Sanırım bu konuda en dertli olanlar mahpus yazarlardır. İki yıl önce ‘Hapiste Yazmak’ adlı bir derleme yapmaya başladığımda içerden gelen yazılarda otosansür denilen şeyi tüm ayrıntılarıyla görmüş oldum. Daha önce de benzer şeyleri kendim yaşadığım için gelen her yazıda kendimi gördüm. Hapiste yazdığım mektup ve yazılara yeniden baktım. Her defasında gördüğüm ve anladığım şu: Hapiste yazılan her yazılı metin yarım metindir; henüz bitmediği için yarım değildir; kaygılarla yazıldığı için yarım metindir. Eğer dikkat edilirse korkularla yazılmış demiyorum kaygılarla yazılmış metinler diyorum. Gerçi kaygı korkuyu da içinde barındırıyor ama korku bir çok kaygıdan biri olabilir ancak. Korku dışsal, kaygı ise içseldir: Dışsal olana tepki yazana bir yazma nedeni yaratırken, içsel olan kaygı yazanı köreltir. İçsel olan kanıksanmış bir dengecilikle açıklanabilirken dışsal olan geçici bir tutumla açıklanabilir.

Buradan söylemek istediğim şey şu: sansür korkunun, otosansür kaygının sonucudur. Hapiste yazanlar her ikisine de maruz kalıyor. Hapishanede yazanı sınırlayan ya da kaygı duymasına neden olan o kadar şey var ki ‘Kaygısız yazmalıyım’ dediğimde bile kafamda bir çok kaygının olduğunu anlıyordum. Hapiste yazılan her şey başkaları tarafından okunup incelendikten sonra dışarı gönderiliyor. Şu başkaları dediğim ise oldukça titiz çalışan mektup okuma ve mektup inceleme komisyonlarıdır. Bu komisyonlardan biri devletin diğeri eğer birlikte kalıyorsanız örgüte aittir. Eğer içerde yazıyorsanız dışarı göndereceğiniz her yazılı metini örgütün mektup inceleme komitesine vermeniz gerekiyor. Bu komite yazınızı inceledikten sonra gidip-gitmeyeceğine karar veriyor. Buradan okey alan yazı ya da mektup idareye verilir bu kez idarede mektup okuma komisyonu tarafından incelenir eğer uygun görülürse dışarı gönderilir. Benim mektup ve yazılarım bazen örgütün MİK’ine (mektup inceleme komitesi) bazen de idarenin MOK’una (mektup okuma komisyonu) takılırdı. Dışardan gelen mektup ve yazılarda aynı yolu takip eder. İki okuma ve inceleme komisyonunun ardından sahibine ulaşır. Bu komisyonlara takılmadan gidip gelen yazılar yazılmasa da yazın dünyasından pek bir şey eksilmezdi. 1990 sonrası hapishane kuşağının yazın ve edebiyat alanında nitelikli ürünler verememesi bu anlatmaya çalıştığım nedenlerle ilgilidir. Çok aşırı denetim insanlardaki yazma şevkini kırdı. Bu sıkı denetim ve uygulamadan dolayı bir çok insan yazmadı. 10 yıl kaldığım hapishanelerde dışardan mektup arkadaşım olmadı. Bu sıkı denetleme komisyonlarına olan tepkiden dolayı yazmayı düşünmedim. Kaldı ki yazanlarda içlerinden geçeni yazamadılar. Bir kişinin yazdığı mektubu topluca okuyan gruplardan yazarların çıkması beklenmemelidir. Aşkı yasaklayan gruplardan edebiyatçı çıkması mümkün değildir. Zaman zaman içerde birlikte kaldığım mahpusların yazdığı öyküleri okudum. Bu öykülerde Kadın ve Aşk yoktu. Sol gruplarda edebiyatçıların ortaya çıkmayışı dıştan (devletin) sansürüyle ilgili değildir. İçten kaynaklı dediğim (örgüt) otosansürdür. Edebiyata dair kuracağı her cümleden kaygı duyan bir insandan nitelikli edebiyat eserleri beklemek pek gerçekçi olmaz. 

Sonuç olarak bu konuda diyeceğim şu: hapiste yazanın maruz kaldığı sansür yani dışsal dediğim şey yazanları daha çok yazmaya iterken sansürün kendisi bile yazanın yazma nedeni olmaktadır. Kaygılardan kaynaklı içsel nedenler dediğim otosansür ise yazanı etkisiz bırakarak yeteneklerinin önünü almaktadır. Yazarın asıl yazmak istediği şeyleri yazdırtmamaktadır. İçinde bulunduğu grubun dışına itilmeyi göze alamamaktadır. Oysa her türlü yazınsal üretim bağımsız düşünmeyi gerektirir. Bağımsız olmayanlar özgür düşünce geliştiremeyeceği gibi özgün eserler de veremezler.

3 Şubat 2019 Pazar

The “Revolutionary” Prisons in Turkey

The “Revolutionary” Prisons in Turkey
I spent 10 years in Turkish prisons in the 90’s, during which there were prisons inside prisons. The inner prisons were run by the radical left revolutionary organizations.  I already documented the horrible practices at these inner prisons in my books.   In this article I will give the reader a comparison of two different prisons in two different periods:  Diyarbakir in 1980’s under government control and Bayrampasa in 1990’s under the control of radical revolutionary left.  I was not in Diyarbakir in 1980’s but was in prison with the people who were in Diyarbakir during 1980’s.  There is ample research, written and visual evidence about this period.  Under the 1980 coup regime torture and mistreatment was rampant in Diyarbakir.  As a result, many inmates lost their lives or were permanently disabled.  That said, we know that the torture and mistreatment neither changed the beliefs of the inmates nor did it prevent resistance. The political prisoners showed solidarity against systemic torture.  They often launched hunger strikes sometimes indefinitely.  I listened first-hand how the resistance boosted the morale from prisoners themselves.  In fact, the resistance in Diyarbakir galvanized support for PKK in the following period.  We know that PKK used Diyarbakir as propaganda material to support its own resistance literature.  Not only in media controlled by PKK but also numerous Turkish journalists and intellectuals wrote about 1980’s Diyarbakir.  
Developments during the 1990’s took a different path.  I was set foot in Bayrampasa prison which was reserved exclusively? for leftist and PKK sympathizers.    I was completely unprepared for what I would observe and experience in Bayrampasa in the next few years.   The wards in the C Bock were completely under the control of the revolutionaries and PKK.  The daily life was more like one in a concentration camp rather in a prison ward. Military discipline was upheld. During my early days, looking out from the windows of 15-16thward in C Block I saw a group of prisoners with guns doing a military exercise.  I thought special operations teams of the government was using the facility. When I asked about what I saw to the XXX in charge of our ward, the response was “Those two wards belong to Revolutionary Left (“Dev-Sol”).” My preconceptions about prison life was shattered. How could it happen?  Dev-Sol was literally conducting an armed exercise in the prison complex.  
As Chekhov says if in the first act there is a rifle hanging on the wall in the second or third act it must absolutely go off.  Those guns that I saw went off in exactly a year.  It happened in the adjacent ward:  Dursun Karatas supporters, a faction within Dev-Sol raided a ward populated by Bedri Yagan supporters, another faction.  Both groups were armed.  As a result, Erdogan Eliuygun was murdered and and a few others were wounded on July 22nd1993.  
Another prisoner told me that he saw long heavy arms, though I did not see it myself.  It is possible.  It was as if the state designed Bayrampasa as a camp for the revolutionary left.  It could be said that the place was better equipped than the camps outside.  After staying here for a few months some of the young members would hit the mountains. And some others (since they received their armed training) would get into armed conflict in Istanbul. Occasionally I would recognize some of these youngsters as killed in armed conflict by the security forces.  There were quite a few of these during 1991-93. 
When I asked the leading prisoners how this was possible, I was told that it had not been easy to wrestle control from the state, it was a fruit of resistance.   Yet years later I met with one of the directors of Bayrampasa in a conference. When I asked what his thoughts were about the C Block.  What he said was illuminating: “We were not involved in that section.  C Block was under the jurisdiction of Istanbul Police Department.  
In the 90’s journalists and politicians reported that the prisons became training camps for revolutionary left and PKK.  Yet the left did not take notice.  
When the oppressed becomes the oppressor
Who were the leaders of the revolutionaries and PKK in the prison?  There were 4 PKK wards in the prison.  The leaders of the wards were the ones who themselves were tortured in 1980’s at Diyarbakir.  They were appointed to their position by PKK precisely because of their experience in Diyarbakir.  They were now involved in systematic oppression and torture of their own comrades. Through my research I was yet to learn that the number of prisoners killed by the revolutionaries and PKK were more than the ones killed by the state in the same period when the revolutionaries controlled the prisons:  40 vs 28. 
Contrast these to F type prisons which replaced the wards with cells:  Between 2000 and 2018 not a single prisoner was killed neither by the revolutionaries nor by the prison management.  In the 90’s people were killed or permanently disabled as a result of hunger strikes in the prisons that was effectively controlled by the revolutionaries.   Not a single hunger strike between in the F type prisons, nicknamed “coffin cells” by the prisoners between 2000-2018.  
Between 1990 and 2000 PKK and the revolutionary left were effectively controlling 23 largest prisons in Turkey managing roughly 100,000 prisoners divided into 50 or 100 prisoners by ward.  40 prisoners were executed.  Not a single witness could stand up to these inside or outside the prisons.  By start contrast, a decade ago PKK had not only developed resistance against the treatment in Diyarbakir, they could legally challenge and thanks to the Human Rights NGO’s could document the torture and the mistreatment.  
The prisoners facing oppression by the revolutionary left and PKK stated to lose determination for the cause.  Most of them severed their relations with the organizations.  The control and oppression in the prisons were total, in a way reminiscent to concentration camps.  Despite numerous executions, there is no sign of questioning or resistance.  August 21st, 1994:  Simel Aydin,17 was suffocated to death by her comrades from Revolutionary People’s Liberation Party/Front (DHKP-C) in Bayrampasa Prison, Istanbul.  December 23rd, 1996: Ulas Sahinturk,17 was suffocated to death by DHKP-C in Ulucanlar Prison. Ankara.  July 23rd, 1994:  Ercan Y, Irfan D. and Sait F., all teenagers were suffocated to death at Erzurum Prison. All these prisoners were overtly executed in wards of 50 or 100 prisoners.  I learned first hand from the witnesses that nobody could bring an objection or later testify against the perpetrators.  Not before, during or following these crimes, even after the prisoners were released.  Nobody was able to talk about or write about them.  Nobody brought a lawsuit against the state, party legally responsible for the prisoners. When I asked about this radio silence to the families of the deceased, the response was that they feared retaliation by the revolutionary left.  When I wrote about some of the cases in “Killed by her Comrades”, reaction of the families is one of discomfort and nervousness not curiosity.  By contrast violations in Diyarbakir in 80’s were heavily documented, and many lawsuits against the government were filed, most of them making their way to European Human Rights Court.  
Between 1990 and 2000 about 100,000 people were in the prisons controlled by revolutionary left and PKK.  98% of the prisoners became informants under police pressure and 40 of them were overtly executed by the revolutionary left or PKK.  Many more were tortured or mistreated.  Thousands left traumatized.  
All countries manage prisons but in Turkey the revolutionary left managed their own prisons within the system.  

                                                                                Aytekin Yılmaz 15 Ocak 2019

Names of executed Prisoners by the Revolutionary Left and PKK between 1990-2000
1 -Ali Akgün Çanakkale Cezaevi, 1990, Dev-Sol
2 - Mehmet Ali Çelik, 1991 Bayrampaşa Cezaevi- Dev-Sol
3 -Ali Sinan Aksünger, 6 Eylül 1991, Bayrampaşa, Dev-Sol
3-Kemal Fırat, 4 Nisan 1991 Bayrampaşa-Dev-Sol
4 -Mehmet Sami Tarhan, 2 Mayıs 1992, Bayrampaşa, Dev-Sol
5 - Adnan Temiz, Adana Cezaevi, 10 Haziran 1992, Dev-Sol
6 -Osman Tim, Bayrampaşa Cezaevi, 22 Aralık 1992, PKK
7 - Mülkiye Doğan, Urfa Cezaevi, 12 Nisan 1993, PKK
8 -Sinan Er, 6 Mart 1993 Diyarbakır Cezaevi, PKK
9 - Ekrem Arslan, İzmir Buca Cezaevi, 1993, PKK
10 - Süleyman Aydın, İzmir Buca Cezaevi, 1993, PKK
11 - Mehmet Tuncay, İzmir Buca Cezaevi 1993 – PKK
12 -İsmi belirlenememiş iki kişi, Diyarbakır E Tipi Cezaevi 1994 PKK
13 -Erdoğan Eliuygun, Bayrampaşa Cezaevi 18 Temmuz 1993 Dev-Sol
14- Ali İhsan Kaymaz, 1994 Malatya E Tipi Cezaevi-PKK
15 - Şerif Mercan 1994 Bursa özel Tip Cezaevi – PKK
16 -İzzet Kaplan 1994 Diyarbakır Cezaevi, PKK
17 - Mehmet Kankaya- A. İhsan Soymaz (iki kişi) 1994 Malatya E Tipi Cezaevi-PKK
18 - Ercan Yıldız, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi- PKK
19 - İrfan Doğan, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi-PKK
20 - Sait Fidangil, 23 Temmuz 1994 Erzurum E Tipi Cezaevi-PKK
21 -Ahmet Celal Özkul, 1994 Ankara Ulucanlar Cezaevi-DHKP-C
22 -Şimel Aydın, Bayrampaşa Cezaevi 21 Ağustos 1994 –DHKP-C
23 -Hasan Hüseyin Kulaç, Bayrampaşa Cezaevi 21 Ağustos 1994 – DHKP-C
24 -Latife Ereren, Bayrampaşa Cezaevi 5 Mart 1995 – DHKP-C
25 -Hilal Fusün Ünlü, Ankara Ulucanlar kapalı Cezaevi 28 Haziran 1995 DHKP-C
26 -Fatma Özyurt, 22 Ekim 1996 Ankara Merkez Kapalı Cezaevi – DHKP-C
27 -İbrahim Sertel, 23 Ekim 1996 Buca Cezaevi- DHKP-C
28 -Ulaş Şahintürk, 23 Aralık Ankara Ulucanlar -1996-DHKP-C
29 -Şükrü Akın, Konya Cezaevi 5 Şubat 1996-PKK
30 -Emine Yavuz, Diyarbakır Cezaevi 8 Ağustos 1996 PKK
31 - Fikriye G. Muhammed, Diyarbakır Cezaevi, 1996, PKK
32 -Ramiz Şişman, Ankara Merkez Kapalı Cezaevi 4 Kasım 1996-TİKKO
33 -Hasan Hüseyin, Er Bayrampaşa Cezaevi 5 kasım 1996- TİKKO
34 -Mehmet Çakar, 20 Eylül 1998 Bursa Özel Tip Cezaevi TİKKO
35 –Adem Yeşildağ, 27 Ağustos 1998 Malatya Cezaevi- DHKP-C
36 -Turan Ünal, Çankırı Cezaevi 4 Temmuz 1999-DHKP-C
37 -Oktay Yıldırım, 19 Mayıs 1999 Bayrampaşa Cezaevi- DHKP-C
38-Haydar Akbaba, 19 Aralık 2000 - Ümraniye Cezaevi -MLKP
39-Muharrem Buldukoğlu, 19 Aralık 2000-Ümraniye Cezaevi MLKP
Executions by revolutionary organizations
DHKP-C - 17
PKK -17
TİKKO -3
MLKP - 2
Total 39












16 Ekim 2017 Pazartesi

Aytekin Yilmaz’s Literature: Turkey’s Kurdish Problem and the Critique of Revolutionary Violence

Aytekin Yilmaz’s Literature: Turkey’s Kurdish Problem and the Critique of Revolutionary Violence

The violent clashes between the Turkish State and the Kurdistan Worker’s Party (PKK) have been going on for almost four decades. Estimates suggest that more than 50.000 people were killed so far including armed groups and civilians. Today, the problem continues to cause detrimental effects on thousands of lives. 
Yet so far, there have only been few voices, which sound concerns towards what is going on in the mountains. As a Kurdish writer and a novelist, Aytekin Yilmaz devoted his entire career to point out the wrongdoings of the PKK in terms of human rights. As a former member of the PKK, Yilmaz spent nine years of his life in prison throughout the 1990s and was released in 2001. With what he has witnessed during this period, Yilmaz wrote two novels and two testimonies in the past 15 years, published by Turkey’s two biggest publishing houses, İletisim and Dogan. Yilmaz’s latest novel “Ernesto’nun Dağları” (The Mountains of Ernesto), a fiction that explores the PKK experience from the perspective of Cuban revolutionary Ernesto Che Guevara, is published in June 2017.
Yilmaz’s first work entitled “Labirentin Sonu: İçimizdeki Hapishane” (The End of the Labyrinth: The Prison within Us) was published in 2003. Written in the form of a testimony, it narrated the ways in which revolutionary parties, including the PKK, disciplined the everyday life of political prisoners. During the 1990s, these parties had complete control over prison spaces where inmates resided in large groups. After their incarceration by the state, political prisoners found themselves in an atmosphere dominated by the rules of these parties. The everyday life was regulated with a high amount of discipline that determined the activities of every member. In the name of the revolutionary laws, language was standardized, freedoms were limited, collective activities were held, reading assignments were distributed and gatherings to discuss the revolution required the contribution of all members. The organizations had judging committees, which tried members who did not obey the rules. Yilmaz observes that the state was non-existent in prisons, yet the PKK and others were acting like state apparatuses.
In his testimonies, Yilmaz narrates his disillusionment with the PKK and their methods. The everyday life is so densely controlled by the party that there remains too little room for individuality and creativity. The first time when Yilmaz becomes interested in reading materials other than the writings of Stalin, he is mockingly warned not to develop “a bourgeoisie behavior”. Undermining the discontents, Yilmaz begins to read the works of Adorno and Foucault, and eventually distances himself from the party’s Stalinist projects. Foucault teaches him about the transforming boundaries of power as he realizes that relations of power can even be constructed and reproduced within a revolutionary party that is supposed to overthrow power relations. As Yilmaz gets more involved in critical readings other than the PKK library, he receives official warnings. He calls for the responsible party leaders to change their authoritarian style and embrace freedoms, creativities ad individualities. He thinks that this is the only way that the revolution can truly succeed to create a new life for all. However, Yilmaz gets labeled as a “liberal”, developing close ties with “bourgeoisie ideology” and continues a solitude life in prison.
Others were not as lucky as Yilmaz was. Many faced stronger punishments and even death sentences. Yilmaz’s two novels “Dağbozumu” (Mountain Harvest) (2011), “Sığınamayanlar” (Ones Who Cannot Take Refuge) (2016) and one testimony “Yoldaşını Öldürmek” (Murdering the Comrade) (2014) narrates the atrocities committed by the PKK in mountains and prisons. According to his testimonies, many party members were accused of “betrayal of the revolution” for various reasons and were therefore tortured, confined to solitude, imprisoned for life or sentenced to death. If a party member cannot resist the police torture and speaks while he/she is arrested, this is considered as a betrayal of the revolution. When the member is incarcerated by the state, the party’s leading committee initiates an investigation about the degree of betrayal. Yilmaz manages to stay silent under the police torture. In his later prison life, his resistance is considered as a crucial sign of his strong revolutionary character, therefore he is tolerated for his future actions that conflict with the party. Yilmaz claims that it is completely understandable for one not to be able to resist torture because, before the revolutionary identity, he/she is a human being. Yilmaz finds it very tragic for a revolutionary party to execute its fellow members just because they could not bear the pain. In “Murdering the Comrade”, he lists all 36 executions held by the parties, including the PKK, DHKP-C and others. He further narrates the execution processes of eight party members that he witnessed.
The executions did not only take place in prisons. Prisons were only the concentrated areas of revolutionary practice initiated at the mountains. Yilmaz’s two novels narrate the atrocities that took place in the party camps. These are narratives based on Yilmaz’s fictional accounts of the witnesses testifying him during and after his prison life. Yilmaz observes that political struggles between different power groups in the party led to the execution of many in mountains. Yet what he finds striking is that love and militarist ideology were the two major factors behind the executions.
Love is prohibited among party members. Homosexuality is strictly forbidden and is not considered legitimate. Loving is considered as a “bourgeoisie habit” which poses the danger to distance oneself from revolution. According to Yilmaz, members who felt in love with each other were prosecuted and couples who did not end their relations were executed. In “Ones Who Cannot Take Refuge”, Yilmaz introduces a feminist perspective by pointing out how women were subordinated by these practices. Young Kurdish women find it charming to join the party to be free from patriarchal Kurdish culture. However, Yilmaz warns that they find themselves under the disciplinary practices of a military-patriarchal ideology. There are several testimonies where women were raped, got pregnant and are executed for acting against the party laws, despite no prosecution done for the perpetrator. Besides, the militarist ideology does not allow the members who give up their struggle and wish to return to civilian life. The fates of these members also end up with escape attempts where few survive and most of them are sentenced to death.
Yilmaz’s literature declares that no revolution can be successful if it is the enemy of love and conscientious objection.  
In “Murdering the Comrade”, Yilmaz asserts that 1030 party members were murdered by the revolutionaries between 1990 and 1999 in the mountains, the PKK leading with 904 executions. He draws attention to the fact that although human rights associations hold the exact numbers of people arrested, prosecuted or killed by the Turkish police, there are no records regarding the atrocities committed by the PKK. According to Yilmaz, this is a tragic mistake, which leads to the legitimization of “revolutionary violence”. Today, we still see the weekly gatherings of “Saturday Mothers”, women whose children were lost throughout the 1990s, seeking answers from the state regarding the whereabouts of their beloved ones. Yilmaz reminds that the mothers of the party members who were executed by the PKK cannot get involved in these gatherings. They cannot even search for their beloved ones since if they do; they are labelled as the parents of traitors. Their testimonies are completely silenced.
Yilmaz’s last novel, “The Mountains of Ernesto” is a radical critique of Turkey’s leftist political circles, that sympathizes with revolutionary ideals. In his novel, Yilmaz creates a fictional account of the guerilla life in the mountains, placing the Argentine revolutionary Ernesto Che Guevara at the center of the narrative. Ernesto is a Kurdish guerilla who interrogates the party’s revolutionary methods, consisting of similar kinds of objections raised by Yilmaz’s previous novels. Ernesto is a disillusioned guerilla who struggles to negotiate his passion for revolutionary ideals with the misdeeds of the organization, which he considers as destroying any real chance of possibilities that would actualize the revolution. The narrative shows how the organization, implicitly pointing out the PKK and its leader Abdullah Ocalan, reproduces a totalitarian party with suppressing individualities, human reason, love for nature and humanity as well as a cult of leader personality, which actually contradicts with true revolutionary ethics. The narrative argues that a revolutionary agenda should be based on fostering the lives of humanity and the nature, rather than their destruction. Even a revolutionary like Che would be disillusionment with the party’s way of handling a revolution, becomes the main understanding conveyed by the novel.
Yilmaz’s literature points out the fundamental necessity to see the events from the perspective of victims, be it a Turkish soldier or a Kurdish warrior. It champions life, over death. For him, the life of one single individual is more precious than the kind of revolution that a party seeks. A revolutionary act, which disciplines lives, dehumanizes individuals, disseminates fear and promotes death, cannot be a true revolutionary struggle and is doomed to fail. Yilmaz precisely suggests that the PKK should end the military struggle and seek civilian, democratic politics. In recent years, pro-Kurdish HDP (People’s Democratic Party) appeared as a political alternative seeking a democratic solution. However, they also failed to face the atrocities committed by the PKK. For Yilmaz, their democratic success is also dependent upon their confrontation with the past, rather than solely targeting the Turkish state’s wrongdoings. This is the only way for a proper reconciliation to take place in the future.

                                                                                                                       N. Özdemir 

4 Eylül 2017 Pazartesi

Qırıklar ve Paçukolar…

Qırıklar ve Paçukolar…

Diyarbekir Qırık’ları üzerine yazıp düşünürken, bir yandan da acaba dünyanın başka bir ülkesinde Qırıklara benzer özgün bir grup yok mudur? Bir süre bunun izini sürdüm, yolum Meksika’nın Paçuko’larıyla kesişti. Octavio Paz’ın  “Yalnızlık Dolambacı” adlı kitabından bahsediyorum. Paz bu kitabında Meksika’nın tarihsel yalnızlığından bahseder. Koyu bir yalnızlık Meksika’nın tarihsel bir kaderi miydi? Yoksa yabancı devletlerin ve kendi zorba egemen güçlerinin sonucu mu? Paz, bu kitabında bu sorunun izini sürer ve  tartışır. Meksikanın bu özgün insanları Paçukolardan da bu kitabı vesilesiyle haberim oldu. İlk okuduğumda ‘olamaz’ diyordum, sanki Diyarbekir’in Qırıklarının bir benzeri de orada yaratılmışlardı. Karşılaştırmalı bir şey yaptım, işte benzerlikleriyle benzemez yanlarıyla Meksika’da Paçukolar, Diyarbekir’de Qırıklar.
Önce Octavıo Paz’ın kaleminden Paçuko’lar:
Paçuko’lar, delikanlı gençlerdir. Güney kentlerindeki çetelerin çoğu ve Meksika kökenli olan tayfalar, onların arasından çıkar. Onları dillerinden, davranışlarından ve giysilerinden tanıyabilirsiniz. Kuzey Amerika ırkçılığının öfkesini çektikleri için içgüdüleriyle kurulu düzene karşıdırlar, ne var ki, Paçuko’lar atalarının ulusuna, ırkına da sahip çıkmazlar, onlarınki, eğilmeyen, neredeyse bağnaz diyebileceğimiz bir yaşam gücüdür. Bu güç, belli bir hedefe yönelmek yerine, oluşa karşıdır, çevresindekilere uymamaya çabalar.
Diyarbakır Qırık’ı, Paçuko’nun aksine ulusal değerlerini inkâr etmez. Belki ulusal anlamda kültürünün gelişmesi için çaba içerisinde olmaz fakat toprağına, ülkesine bağlıdır.
Paçuko, yeniden Meksikalı olmak istemez ama Kuzey Amerikalı ile kaynaşmaz da. Bütün varlığıyla karşı bir güç ya da başkaldırmacıdır, bir karşıtlıklar çıkmazı, bir bilmece, gibi kökeni belli olmayan bir bilmecedir.
Qırık’lar ise ulusal kimliklerini hor görmezler, çoğu defa “Nerelisin”diye sorulduğunda kelimeyi vurgulu biçimde uzatarak “Diyaaarbakırlıyız!” derler. Qırık için Diyarbakırlı olmak bir övünç, onur kaynağıdır.
Paçuko’lar ‘Kökeni belli olmayan bir bilmece’ olurken, Qırık’lar kökeni muğlak olan insanlar değildir. Diyarbakır’da Qırık’ların en yoğun yaşadığı semt Xançepek’tir. Diğer adı Gâvur Mahallesi’dir. Bu mahalleye ‘Gavur Mahallesi’ denilmesinin nedeni eski dönemlerde gayrimüslim halklardan da insanların yaşıyor olmalarıdır. Ermeni, Süryani gibi Hristiyan gruplar da yaşarmış bu mahallede. Qırık da bu gruplardan birinin mensubu olabilir ve Qırık bunu söylemekten çekinmez. Qırık için önemli olan etnik- dinsel kimliği değil, Diyarbakırlı olmak, hele bir de Xançepek’li ise ona yeter. Qırık’ın kimlik sorunu yoktur. Kimliksizlik onun için bir utanç, onursuzluk değildir, o her şartta kendisi olmak ister. Kişinin bir türlü kendisi olamadığı, sürekli egemen merkezci sistemlere çağrıldığı bir coğrafyada Qırık kendi yolunu bulmuş bir insandır. Kendisine dayatılan, dışarıdan verilmek istenen hiçbir etnik kimliği kabul etmez. O tüm zamanlarda kendi namıyla ortaya çıkar. Qırık için de en değerli olan çevresinin de kabul ettiği nam, şöhrettir.
 Peki kim bu Qırık? Nereden alıyor bu adı? Qırık önce sistem tarafından dışlanan bir garip ‘öteki’dir. ‘Kökeni belli olmayan bir bilmece’ hiç değildir. Tarihsel ve toplumsal olarak yaşadığı coğrafyanın özgün karakterli insanıdır. Onu çevresinden sorarsanız “O, bir Qırıktır.” Bununla anlatmak istediği, sağlam olmayan, bozuk olandır. “Qırık’lığı ise ayağına giydiği ucu sivri siyah kunduranın arka kısmını kırarak giydiği içinmiş.” Oysa Qırık ne o’dur, ne de o Qırık’tır. Qırık, Diyarbakır’da sistemin kırıldığı insandır. Qırık için yapılan tanımlar bunun dışında eksik kalır. Evet sistemin kırıldığı insandır Qırık çünkü egemen sistemle uzaktan yakından bir ilişkisi kalmamıştır. Bu yönü ile Qırık bir ret insanıdır düzeni reddir.Düzen kurumlarının hiçbiri Qırık’a cazip gelmez, hep kaçar ondan. Qırık bir düzensizlik insanıdır ve bu yüzden hiçbir sistem sevmez Qırık’ı. Sadece sistem değil birlikte yaşadığı toplum da sevmez. Tıpkı Paçuko’lar gibi Qırık’larda, “… yıkılması, ortadan kaldırılması gereken kişilik. Onunla ilişki kurulduğunu kimse görmemeli, bilmemelidir.” İşte tam da bu noktadan itibaren Qırık da ‘ötekinin ötekisi’ olur artık. Önce sistem dışlar onu, sonra da birlikte yaşadığı toplum ve yakın çevresi. En yakın çevresi bile Qırık’a tepkilidir. En başta da aile efradı tepkilidir. Babası çoğu zaman kovar evden. O yine de bir açık kapı bırakır yakınlarına…
Qırık genelde hiçbir işe bakmaz, zuladan yaşar. Düzenli bir işi yoktur, hazır bir iş, imkân sunulsa bile pek yanaşmaz. Disipline, düzene gelemez. Boşta gezer oluşu çevresinin tepkisine yol açar. Geleceğe dair hiçbir projesi yoktur. Daha gençliğinde kendisine sunulan birçok imkanı reddetmiştir. Önce başladığı okulu yarım bırakır, bazen yoksulluktan bazen de aşırı kışla disiplininden okulu bitiremez. Sekiz yaşında başladığı küçelerden on dördünde mezun olur. Görünürde Qırık’ın hiçbir yeteneği yoktur, uzaktan böyledir ama kendine özgü yanları birçok insanı çeker. Bir yanı ‘Qırık’ olanları daha çok çeker. Yaşadığı toplumun aykırı bir insanı olması insanlarda ilgi uyandırır. Octavio Paz da Paçuko’nun bu yanına vurgu yapar:
Paçuko, davranışlarıyla toplumu tedirgin ettiğini görür ve uyumcu çoğunluktan ayrılmanın sakıncalarını bile bile cıngar çıkarmaktan sakınmaz, ayrıcalık güdenlerin, kendini cezalandıracak durumda olanların üstüne üstüne gider. Temelden karşı çıktığı toplumla daha anlamlı ve geçerli ilişki kurmanın tek yolu budur. Toplumun öfkesini bir öksüz olarak kendisini tanımayan çevrede bir yer edinir ve o dünyanın ahlak dışı kesiminde ünlü bir kahramanı olur.
Paçuko’ların kahramanlık seviyelerini bilemiyoruz. Qırık’ın kahramanlığı zaman içerisinde yapabildiği namı kadardır. Ayrıca Qırık dağlarda yel olup estiği için kahraman olmaz, ya da bir kurşunla üç kişiyi birden vurduğu için de değil; Qırık yaşadığı toplumda bir denge insanıdır. Kavgalarda, dövüşlerde karakoldan önce mahallede Qırık’a gidilir. Qırık mahallesinde, muhitinde bir adalet insanıdır. Bu konuma gelmesi öyle kolay olmamıştır. En az beş-on yaralaması, yine bir o kadar mahpushanelere girip çıkmışlığı vardır. O bir vurmuşsa insanlar on abartmıştır. Qırık korkulması gereken bir insan imajı yaratmış olsa da toplumda gizliden gizliye, içten içe bir saygı vardır. Bu saygınlık ‘delikanlı’ diyebileceğimiz kimselere yanlış yapmayan, her şart altında mazlumun yanında, kötünün karşısında olmasından ileri gelir. Bazen Qırık denilince “Harbi delikanlı”diye tarif edenler olur. Qırık genelde kimsenin işine karışmaz ama bir sorun kendisine intikal ettirildi mi hemen müdahale eder, hatta gurur meselesi yapar “Git hemşerim sen evinde rahat et, o işi oldi bil .” Qırık, “O işi oldi bil” dedikten sonra o iş olur. İş’ten kastettiği mahallede yanlış yapan birinden hesap sorulmasıdır. Aynen öyle olur, aradan birkaç gün geçmez, yanlış yapan kişi gider muhatabından özür diler. Bu gibi olaylarda Qırık itibar kazanır. Bir iş başardığını görünce de iyice havalara girer, bu tavrından dolayı övgü dizene “Bu işler ufag tefeg işler.” diyerek başlar geçmişte hallettiği meseleleri anlatmaya.

Qırık usta bir satırcıdır. Tüm eylemlerini belinden hiç eksik etmediği satorla gerçekleştirir. ‘Emanet’ dediği sator bıçağı onun her şeyidir. Sator belinde oldukça bileği bükülmez bir delikanlıdır. Qırık’ın çevresi de en çok bu sator denilen aletinden korkar. Qırık’ın satoru mahalle aralarında abartılarak anlatılır. ‘Kıldan ince kılıçtan keskin bir ağzı varmış’ derler. Bir de esprisi vardır Qırık’ın. Qırık mahalle sokağında yürürken çocuklar etrafını kuşatır, Qırık’ı yakından görmek isterler. Qırık da elini belindeki satora götürür gibi yapar, bu el hareketini gören çocuklar koşarak dört bir yana dağılırlar. Çocukların gözünde Qırık bir masal kahramanı gibidir. Bu masalda Qırık ve satoru vardır. Qırık bu durumdan hoşnuttur. Arada bir satırını çıkarıp “xışt xışt” diye duvara sürter. Bazen de beton zemine sürter. Bunu gece yaptığında satorundan ateş kıvılcımları atar. Ateş kıvılcımlarını gören Vırıklar ertesi gün mahalle küçelerinde abartarak anlatırlar “Bir görecaxtın satori duvara vurır vırmaz ateş almaya başladi. Bele sator görmedım, adami qıtır qıtır eder.”
Vırık, Diyarbakır’da Qırıklığa henüz aday bir gençtir. Geleceğin Qırıkıdır. Qırık her zaman eyvallah ettiği büyük ağabediyidir. Qırıkın her hareketini yakından izler, her Vırıkın hayalinde nam yapmış bir Qırık gibi olmak yatar.
Yazar Paz’a göre, “Paçuko’nun kendine özgünlüğü Amerikalı’yı çileden çıkarır.” Paçuko bu noktada Qırık’la benzeşir. Qırık’a karşı da toplum sürekli kuşku ile yaklaşır. Qırık’la benzeşmeyen bir özelliği ise şöyle anlatılır:
“Paçuko, içinde yaşadığı topluma hem aldırmaz, hem de aşağılayıcı bir tutum içindedir. Bu türden çelişik izlenimlerin yığılıp birikmesine ve sonunda sancılı bir doğumla patlamasına izin veren Paçuko, kendini bir kavganın ya da çatışmanın ortasında bulur, soluğu gözaltında alır. Cezasını çekerken aklını başına toplar ve kendine gelir; yapayalnız bir “parya” olduğunun bilincine varır. Kışkırtma ile başlayan olaylar zinciri şimdi kapanmak üzeredir ve Paçuko, kendisini toplum dışı saymak isteyen topluma giriş ücretini ödemeye hazırdır.”
Qırık yaşadığı toplumu aşağılamaz, belki topluma yararlı biri olamamıştır ama zararlı da değildir. O, kendi dünyasında yaşayan bir yalnız çoğunluktur. Hem ruhsal hem de nicel bakımdan bir yalnız insandır. Buna rağmen çevresiyle olan ilişkilerinde duyarlıdır. Toplumla ilişkileri çok sıkı değildir.  Qırık ‘uzaklar’ toplamıdır dersek abartmış olmayız. Önce ailesine uzak, sonra topluma ve en çok da sisteme uzaktır.
Qırık, Paçuko gibi cezasını çekerken aklını başına toplama gibi bir pişmanlık duymaz, tam aksine o her mapushaneye düştüğünde namını daha da büyüterek çıkmanın yollarını arar. Paçuko gibi topluma giriş ücreti de ödemez. Her mahpus çıkışında namı büyüdüğünden ‘bilet’ ücretlerini daha çok ve peşin ister.
Qırık sabıkalı olduğundan çok kez gözaltına alınır. Gözaltılar Qırık’ın en zayıf ve çaresiz düştüğü yerdir. Başkalarının gözünde korkuluk olan Qırık, polis karşısında küçülür, Qırık’ın küçüldüğü yerdir karakollar. Çok zorda kaldı mı bazen iş verir, polisi bağlamaya çalışır. Kurtulunca da kapıdan çıkar çıkmaz sövmeye başlar. Kendince taktik yapıp polisi aldatmıştır, ‘Enayiler davayı çakmadiler’ deyip kendi deyimiyle toz olur. Mapusaneler Qırıkın pişman olduğu yerler değildir;
“Mapushane evimiz, demir kelepçe kol saatimiz” der ve mahpus yatmışlığıyla övünür.
 “Kimileri Paçuko’yu olağanüstü aşk yapma tekniğine sahip olmakla över; onu (cinsel yönden) sapık, ama taşkın ve saldırgan bulanlar da vardır. Bir aşk ve zevk simgesi olduğu kadar, bir korku ve nefret kaynağı, köleliğin düzensizliğin ve yasa dışılığın da ta kendisidir.
Qırık da aşklarına ve zevklerine düşkündür fakat aşkı platonik bir aşktır. Aşkların en büyüğünü Qırıklar yaşar. Öyle ki “dawam” dediği kız uğruna yapmayacağı şey yoktur, çok kez vurur-vurulur. O yine de vazgeçmez ‘dawam’ dediği aşkından. O sevdi mi sanat inceliğinde sever, sevdiğine şiirler yazar, türküler yakar. “Ben sevmişam bir defa” der. Ama bir defa olsun sevdiği kıza teklif etme cesaretini gösteremez. Gece gündüz yolunu bekler, izini sürer, bir türlü cesaret edip dili varmaz söylemeye “Alınıram, utanıram.” der. Bu yüzden de aşkta kaybeder hep. Yıllarca peşinde koştuğu, uğruna vurup vurulduğu “dawam” dediği kız gün gelir başkasıyla evlenir. Bunu duyan Qırık hayata isyan eder, yıkılır. Bunu kaderden bilir ve kendini şaraba verir. Artık bu andan itibaren Qırık, Diyarbakır Yıldız arkalarında şarap sohbetlerinin hiç susmayan, türkü tadında bir uzun havadır. Her gece kendi yalnızlığında mest olan bir uzun hava…
Yine Qırıklar boğaz zevklerine düşkündürler. Yiyeceklerini seçerler, çiğ köfte ve ciğer kebabını hiçbir yiyeceğe değişmezler. Dağkapı Suriçi’nin ciğer kebapçıları meşhurdur. Qırık önce mangalda birkaç şiş acılı ciğer kebabını götürür, bunun arkasından demli kaçak bir bardak çay, daha sonra da hemen yan caddedeki meşhur Saim Usta’nın kadayıfına…
Gecenin daha geç saatlerinde Dağkapı Suriçi’nde bekleyen faytonlardan birine atlar, doğru Xançepek’e aşağı mahalleye genelevdeki dostuna uğrar. Her dönem dostu vardır orada. Diyarbakır’da Qırıkın gecesefası denilen üçleme şöyledir; önce Yıldız’da, Hewsel’de şarap ve kerametlerin anlatıldığı SÖZ. Sonra Dağkapı Suriçi faytonları ve Xançepek’e faytonlu yolculuk….
Ulusal mücadelenin geliştiği 90’lı yıllarda bu üçlü mekân bozuldu; önce sokağa çıkma yasağı Qırık’ları şehir içine hapsetti. Qırık’lara vurulan en büyük darbe bu oldu. Sonra da genelev Xançepek’ten kaldırılınca Suriçi’ndeki faytonlara da gerek kalmadı.
 “Paçuko modayı en son sınırına kadar götürür ve burada bir güzelliğe dönüştürür(…) Paçuko estetik giyimiyle kişiliğini vurgular, ama yaşadığı topluma temelde bağlı, saygılı kalır.
Paçuko’ların tersine Qırık modaya ve estetiğe pek önem vermez. Moda olan hiçbir şey onlara cazip gelmez. Qırık her şart altında klasik giyim kuşamda ısrar eder. Normal insanın giydiği giysileri kendine uydurmaya çalışır. Hem şalvar hem de pantolon giyerler. İspanyol paçalı pantolon Qırık’ın tercihidir. Pantolon üzerine gömlek ve yelek giyer. Yazın o çok sıcağında bile ceketi omuzlardan eksik olmaz. Omuzlardaki caket ‘emanet’ dediği satoru kamufle eder fakat asıl Qırık’ın başkalarından ayıran şey onun yürüyüşü ve duruş tarzıdır. Normalde insan sokakta, caddede yürürken düz ve teke teke yürür, Qırık ise bir omuzu eğik, seke seke yürür. Yine başkalarından ayrı en belirgin yanlarından biri de Qırık’ın konuşma üslubudur; konuşma üslubuyla dinleyenleri etkilemesini bilir. Kendilerine has bir dil oluşturmuşlardır. Genelde Türkçe konuşurlar, fakat herkesin konuştuğu bir Türkçe değildir bu. Dil-gramer ölçülerine vurulduğunda konuştukları birçok kelimenin Türkçe de karşılığını bulamayız. Kelime hazneleri oldukça geniştir.
Giyim kuşam konusunda Qırık fazla demokrat değildir. Belki giyim kuşamlarından dolayı kimselerin yolunu kesip kavga etmez ama içten içe lüks modayı takip edenlere öfkelidir. Qırık’ın ölçüleri kapalı toplum bireyinin ölçüleridir. Kimselere gücü yetmez ama takıldığı kızı çekiştirir.
“Seni mersedeslere bindirip gezdiremem
 Nerde kaldı yayladaki eşeklerimiz
 Hani Ulu Cami önündeki kürsilerimiz”
Ya da;
“Sana delikli elbiseler giydiremem
Seni diskoteklerde gezdiremem
Alınıram, utanıram
Sonra arkadaşlar beni yanliş anlarlar
Dostlar yüz çevirir benden.”
            Qırık toplumun geleneksel ölçülerine de ahlaki değerlerine de bağlıdır. Toplum onu dışlamış olsa da o vazgeçmez, sorumlu hisseder kendini. Bağnaz, tutucu biri değildir ama kadın ve aile meselelerinde hassastır. Sokakta hep tek başına yürür. Öldürseler de kadınla yürümez. Bu kadın anası da olsa karısı da olsa sokakta birlikte yürümez. Çok mecbur kalırsa, yürürken bile en az on metre aralıklı yürür. Bir gören olursa ‘Alınır, utanır’.
Qırık bu yüzden Diyarbakır’da Ofis semtinde oturanlara öfkelidir. Sevmez Ofis’te oturanları. Ofis, Qırık için “sosyete” semtidir. Diyarbakırlı saymaz onları. Qırık’ın gözünde Ofis, malı varyemezlerin, bisküvi çocuklarının, zenginlerin semtidir. Kavga dövüşlerde Ofis çocuğu haklı da olsa tutmaz onu. Qırık’ın gözünde Ofis çocuğu yaramaz bir kelektir.
 “Paçuko tüm kültürel mirasını dilini, dinini, geleneklerin ve inançlarını- yitirmiştir. Ancak bedeni ve ruhu kalmıştır ona. Herkesin bakışları altında dünyayı göğüslemek için kıyafet değiştirmek istemesi bir korunma çabasıdır; onu hem saklar hem de ele verir.
Qırık ne dilini, dinini ne de kültürel mirasını reddeder. Kendini saklama gibi bir tutum içinde olmaz. Kimlik arayışında olmadığı için başkalarına benzeme gibi bir isteği de yoktur. Qırık’ın şahsında tüm resmi kimlikler hükümsüzdür. O bir “kimse”dir. Herhangi bir kimliği olmayan bir “kimse”dir. Eğer sayılırsa Qırık’ın kimliği lakabıdır. Her Qırık kendi lakabıyla tanınır. Kendileri “Qırık” denilmesinden hoşlanmazlar. Yüzlerine karşı kimse bunu diyemez. Her Qırık lakabıyla çağrılır. Genelde muhitlerin adını alırlar. “Dağkapılı Ceko”, “Xançepekli Azo”, “Alipaşalı Maho” gibi ….
Qırık kültürel geleneklerine çok yabancı, uzak biri değildir. Kapalı toplum bireyinin özelliklerini taşır. Bağnaz, tutucu biri de değildir. Camiye, mezara gitmez, bayramda bile gitmez ama ailesinden gidenler olursa da engel olmaz. Qırık’ın taptığı putları yoktur. Eğer tapılacak biri varsa o da “dawam” dediği platonik aşkıdır. Qırık hayatta kendisine ait hiçbir şeyi olmadığı için de Paçuko gibi bir şeyleri yitirmiş konumuna düşmez. Qırık’ın felsefesine göre felek ona dünyaya ilk gözlerini açtığında oyununu etmiştir. Bu yüzden de Qırık ne etse, gece-gündüz çabalasa hatta ağzı ile kuş da tutsa felek bir defa onun kaderini kötü yapmıştır. Bu yüzden de gelecek kaygısı yoktur, bütün sermayesi cebinde bulunan üç-beş lirasıdır. Sigarası, şarap parası eksik olmasın yeter.
Qırık her koşulda sistem karşıtı olduğundan, düzen karşıtı güçler onun doğal müttefikleridir. Qırık bu konuda tercihini “Siyasi abé” dediği devrimcilerden yana yapmıştır. Qırık normalde kimseye sempati duymaz ama devrimcilerin adının geçtiği yerde “eyvallah siyasi abé” diyerek selamlar. Elinden gelen bir şey olursa severek yapar.
90’lı yıllar Qırık’lar için bir yol ayrımıdır. Önce Qırık’ı ortaya çıkaran koşullar ortadan kalkmaya başladı. Qırık’ın beslendiği zemin sokaktır. Diyarbakır’da önce sokaklar kuşatıldı, bu durum Qırık’a vurulan en büyük darbeydi. Yine Qırık’ın olmazsa olmaz mekânları bir bir ortadan kaldırıldı. Diyarbakır’da halkın siyasetle tanışması Qırık’a vurulan son darbe oldu. Artık eskisi gibi mahallenin denge insanı Qırık’a ihtiyaç kalmamıştır. Her mahallede sorunları çözen “Siyasi abéler” vardır. Diyarbakır’ın değişen-dönüşen toplumsal yapısına rağmen halen bir yanı Qırık olan insanların sayısı az değildir çünkü Qırık’ı ortaya çıkaran koşullar tümüyle ortadan kalkmış değildir ve Qırık’ın öyküsü burada bitmez. O anlatılması güç, türkü tadında bir uzun havadır….


Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?

  İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş.  Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nı...