1 Ocak 2023 Pazar

Savaşa Karşı Barışı Savunmak...

Savaşa karşı Barışı savunmak!

 

 Savaş gibi bir konuda tutulacak her taraf, bu taraf zayıfın tarafı bile olsa, savaşı ve savaş literatürünü yeniden üretir. Bu konuda yazar Elias Canetti gibi düşünüyorum, “Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendi kendisine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.” Ayrıca Savaş bir kader değil, insanların başka insanları öldürme tercihidir. İnsanların öldürme tercihinde bulunduğu bir savaşa nasıl taraf olabilirim? Savaşı başlatana doğrudan tavır alınmalıdır. İnsanlar savaşla hiçbir şey elde etmemelidirler. İnsanların ölümü üzerine hiçbir şey kazanılmamalıdır. Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir. Hiçbir savaşın özgürlük getirdiğine inanmamak lazım. Eğer getirdikleri bir şey varsa, yıkılmış şehirler, ve büyük arazilere kurulmuş mezarlıklardır. Dünyanın her yanında geniş geniş mezarlıkların olmasına rağmen, hiçbir yerde geniş geniş özgürlükler göremiyoruz. 

 

Bir de başkalarının savaşına yüksek sesle “hayır!” diyenler var. “Savaşa hayır!” bu tavrı gördüğüm yerde sevinçten gözlerim yaşarıyor. Ama başkalarının savaşına çok rahatlıkla “hayır” diyenler, kendi savaşları söz konusu olduğunda “Biz kazanacağız!” diyorlar. Burada da sahici olmadıklarını görüyoruz. Yakın zamanda PKK’nin haber sitesinde okudum, PKK kadın merkez yönetimi, “Savaşı her alanda tırmandıracağız’” açıklaması yapmışlar. 40 yıldır savaştıkları halde, 100 binden fazla insanın ölümüne neden oldukları halde, halen savaşta ısrar edebiliyorlar. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşıyorlar. Avrupa ve Latin Amerika kendi tarihlerinin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

Görüldüğü üzere 40 yıllık Kürt dağındaki savaşta gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulmamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

Savaş karşıtlarının çoğalması gerekir

 

Bunun öyle kolay olmadığını geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Bir toplumda savaş karşıtlığının gelişmesi için öncelikle o toplumu bu konuda harekete geçirecek şeylerin olması lazımdır. İnsan hakları örgütlerinin ayrımsız biçimde hak savunuculuğu yapması, şiddete karşı olması, şiddet uygulayıcılarını eleştirebilecek konumda olması çok önemlidir. Peki, Türkiye’de böyle bir insan hakları örgütünüz var mı, yok. Savaş karşıtı yazarların olması gerekir. Türkiye’de sol mahallede savaş karşıtı yazar var mı? Rahatlıkla ‘Var’ diyemiyoruz. Devleti eleştiren sol mahalleden yazarlar aynı rahatlıkta PKK’nin şiddetini eleştiremiyor. Gerçek anlamda insan hakları örgütünüz yoksa, örgütten gelen şiddeti eleştiren yazarlarınız, gazetecileriniz yoksa, sivil toplum örgütleriniz yoksa gönül rahatlığıyla savaş karşıtlığından da bahsedemezsiniz. 

 

Bu ülkede çok uzun yıllar muhalif olmak, devlete karşı olmak olarak algılatıldı, algılandı. Yani devletin mağdurlarının yanında olmak, onları savunmak aydın yazarlara doğrudan muhaliflik, haklılık payesi verdiriyordu. PKK ve sol radikal örgütlerin kendi mahallelerinde yarattıkları mağduriyet bu büyüyü bozdu. Meğer anlaşıldı ki devlet mahallesinde mağdur olanlar kendi mahallelerinde zalim olmuşlar. Türkiyeli aydınların ve yazarların trajedisi tam da burada başladı. Devleti çok rahatça eleştirenler, PKK’yi ve sol örgütleri eleştiremediler ve hâlen eleştiremeyen bir çoğunluk var. Bu samimiyetsizlik, aydın ve yazarların muhalifliğinin sorgulanmasına neden oldu. PKK mağduriyetleri karşısında açıktan tavır alamayan, sinik hesapçı aydınlar ve yazarlar, muhalif olabilme özelliklerini yitirdiler. 

 

Yeni yılda Barışın iyiliği üzerinizden eksilmesin!

 

 


9 Mart 2022 Çarşamba

İçimizdeki Safiye



 

Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanından uyarlanan “Masumlar Apartmanı” dizisini izleyenler, Safiye hakkında ne düşünüyorlar? Dizinin bazı şeyleri fazla abarttığını düşünenler olmuştur. Ben ise gayet gerçekçi ve Safiye’nin içimizden biri olduğunu düşünüyorum. Belki her evde değil ama bir çok evde Safiyelerin olduğunu biliyorum. Bizim gibi toplumlarda şiddet evden başlıyor. Baba anneyi, Anne de çocuklarını dövüyor. Çocukluğum “Safiye” tipinde kadınlara komşuluk yaparak geçti. Beş komşu kadından beşi de çocuklarını dövüyordu. Üç ve fazlası çocuklu kadınlardan tümünün çocuklarına evde şiddet uyguladığına kefil olabilirim. Özellikle Taşrada çok çocuklu ailelerde Annesinden dayak yememiş çocuğa az rastlanır. Mesela benim ve komşu yaşıtlarımın çocukluğu banyo leğenlerinde çimdirilirken Annelerimizden dayak yemekle geçti. Başa sürülen yeşil sabunun göze kaçan yakıcı köpüğü yetmezmiş gibi, bir de bakır tasla dövülme seanslarına maruz kalmamak için leğenin içinden firar edip kaçanlar kuşağındanım. Bu toplum önemli oranda görücü usulüyle evlenmiş/evlendirilmiş aile topluluklarından oluşuyor. Evinde eşi tarafından sevilmemiş, horlanmış, dayak yemiş kadın, bütün öfkesini elinin altındaki çocuğundan çıkaranların sayısı bir hayli fazladır. Babadan anneye, anneden çocuklara uzanan uzun ince sevgisizlikten beslenen bir şiddet sarmalının devamcılarıyız. 

 

“Masumlar Apartmanı” bu anlamıyla oldukça gerçekçi ve yaşanmış dramları konu ediyor. Dizideki “Safiye” geçmişte annesi kendisine ne yapmışsa bir fazlasını kardeşlerine ve kendisine yapıyor. Aile bireyleri ruhlarının derinlerine ekilmiş, öğretilmiş bir şiddetin kurbanı ve geniş anlamda toplum bu ailelerden oluşuyor. İçimizdeki bu çöl, aile içindeki sevgisizlikten besleniyor. Sevgi hakkı yadsınmış olan her insan sakatlanmış, varlığının kökleri baltalanmış demektir. Bu gibi durumlarda sevgi, yaşanmamışlık haline gelince her tür şiddetin kaynağını oluşturabiliyor. Belki de öncelikle yüzleşmemiz gereken şey, içimizde özenle koruyup büyüttüğümüz sevgisizlikten beslenen çöllerimizdir. “Masumlar Apartmanı” sakinleri kendi çöllerini çöp olarak biriktirmişler. İnsanın geçmişi çöp değildir ki kapının önüne koysun. O yüzden de biriktirdikleri çöplerini kapının önüne koyamıyorlar. Geriye tek çare kalıyor, geçmişlerinde biriktirdikleri sevgisizlikle yüzleşmek!

 

 Dizi oyuncuları başta “Safiye” karakterini canlandıran Ezgi Mola ve tüm ekip işini iyi yapıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. 

 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

 


 

Yaşanan travmanın nedenini bilememek ve onunla baş edememek… 

 

Travmalara maruz kalmak kötü bir şeydir, ama daha kötüsü bu travmanın nedenini bilememektir. Türkiye toplumu kısırdöngü bir cenderenin içinde debelenip duruyor. Bunun temel sebebi geniş anlamda hem devlet, hem de toplum olarak maruz kaldığımız travmanın ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor. Eğer travmanızın ne olduğunu bilemezseniz onunla baş da edemezsiniz. 40 yıldır ülke PKK ile bir savaş içinde, ama adını koymamak için her yol yöntem deneniyor. Eskiye göre bugün PKK’nin gücü ve eylemleri azalmış gözüküyor. Ama uzun sürmüş bu savaşın yıllar içinde biriktirdiği sıkıntılar ve yıkımlar orta yerde duruyor. Ülke insanı PKK savaşı yorgunudur. Kürtler bu çatışmalı süreci daha yoğun yaşadılar. Bazıları çatışmalarda çocuklarını, bazıları evini köyünü kaybetti. Ama buna rağmen PKK yorgunu olduklarını halen daha dillendiremiyorlar. 

 

Sanırım bu konudaki kayıtsızlık şuradan kaynaklanıyor, Sol mahallede PKK'yi devletin karşısında bir hak/direniş örgütü görmekten kaynaklanıyor. Bazen eleştirilerime ilişkin şöyle yorumlar geliyor, “PKK’yi abartıyorsunuz, devletin baskısı ve yaptıklarının yanında devede kulak kalır.” Bir bakalım mı PKK devenin yanında nasıl gözüküyor? Savaşın 40 yılda verdiği insan kayıplarında tablo şöyle, içişleri ve savunma bakanlığının belgelerine göre, Devlet operasyonlarda toplamda 73 bin PKK’li öldürülmüş. (Faili meçhuller bu sayının dışında) PKK de 30 bin civarında öldürme gerçekleştirmiş. Bunların 25 bini polis - asker – korucu ve sivil. İmralı mahkemesinde Abdullah Öcalan’ın dediğine göre 15 bin de örgüt içi infaz var. (Bu örgüt içi infazların daha fazla olduğunu düşünüyorum) Bu tabloya bakılacak olursa PKK pek te hak örgütüne benzemiyor. Savaşın acılı bilançosuna biraz daha yakından bakalım mı? Son 36 yılda (1984-2020) Kürt dağındaki savaştaki çatışmalara 8 milyon asker katılmış…  askerlik süreleri boyunca çatışmalara operasyonlara katılanlar şimdi aramızda hep birlikte yaşıyoruz. Sonra da diyorlar ki bu ülke niye mutsuz! Savaştan çatışmadan dönen insanlar iyi olabilir mi?

 

1984 ten beri bu savaşta ölenlerin toplamı 100 bin civarında... savaşın ülke bütçesine zararı 3 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Uzun süren bu savaş nedeniyle 4 milyon insan köyünden şehrinden göç etmek zorunda kaldı. Toplamda 1 milyondan fazla insan mahkemelerde yargılandı, hapishanelere atıldı. Çatışmalarda ölen 25 bin asker - polis için Türkiye'de 81 ilde "Şehitler mezarlığı" yapıldı. Diğer taraftan dağlarda örgüt içi infaz olanların bir mezarı bile yok. Bunca yıkıma ölüme neden olmuş bu savaşa "savaş" dediğimizde "Savaş demeyin!" diyorlar. Ne diyelim peki...?

 

PKK’yi herhangi bir örgüt gibi görürseniz, savaşına da “savaş” demezsiniz. “Savaş iki devlet arasında yapılırmış.” PKK’nin Suriye’de (Rojava bölgesinde) oluşturduğu ordusu ve kitlesiyle Avrupalı bir çok ülkeden daha büyük olduğunu bilmek inanmak istemeyenler kendilerini kandırıyorlar. PKK Ortadoğu’da en uzun sürmüş, İran-Suriye ve Batılı devletlerin desteğini almış (40 yıllık) bir savaşın tarafıdır. Ortadoğu’da ve Avrupa’da toplamda 20 milyon kitleyi örgütlemiş istediği gibi yönetiyor. (Avrupa’da nüfusu 2-3 milyon olan devletler var) Suriye’de ki kolu olan YPG şu an son model ABD silahlarıyla donatılmış 60 bin kişilik bir orduya sahip. Türkiye’de seçimlerde HDP üzerinden 6 milyon oyu var. Bazıları için bu yukarıdaki sayıların bir kıymetinin olmadığını biliyorum. Bu ölenlerin her biri, bir can, bir baba bir evlat. Bilin bakalım en çok bu tabloyu sol mahallede görmek istemeyenler kim? Yazar, gazeteciler sanatçılar... en son bu tabloyu konuşan yazan birini tanıyor musunuz?

 

 Bu ülkede 1980 doğumlular hayata gözlerini açtıklarında kendilerini Kürt dağındaki savaşın içinde buldular. Bu nedenle de 40 yaş altı kuşak günlük hayatı çatışmalardan operasyonlardan ibaret sanıyor. Çatışmasız hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Daha korkunç olanı ise içinde yaşadıkları ortamın bir savaş ortamı olduğunu bilmemeleridir. Ülkenin Z kuşağı üzerine değerlendirme yapacak olanların bu gerçeği atlamamaları gerekiyor. Son 40 yılda çatışmalarda iki taraftan toplamda 100 bin e yakın insanımızı yitirdik. Yüz binlerce insan yıllarca hapishanelerde kaldı. Dört milyondan fazla insan şehrinden köyünden göç etmek zorunda kaldı. Bu savaş, son yüzyılda Ortadoğu’nun en uzun süren savaşıdır.  

 

Bu ülkede geniş anlamda bugün yaşanan travmanın nedeni yaklaşık 40 yıldır (1984) Kürt dağında süren, sürdürülen savaştır. Bu savaş ülkenin hem ekonomisini hem de enerjisini heba etti. Ülkenin sosyolojik/psikolojik ve demografik ayarlarını bozdu. Travmamızın/rahatsızlığımızın nedeni de burasıdır. Eskiden askeri vesayet bir gitsin her şeyin düzeleceğine inananlar, şimdi de AKP bir gitsin her şeyin daha güzel olacağını düşünüyorlar. Muhalefetin hükümet nefreti, sorunları ele alışları ve gerçeklikle kurdukları ilişki biçimi pek umut vermiyor. Travmada tam böyle bir şeydir zaten. Yani travmaya yol açan şeyi bilememek ve onunla baş edememektir. Ne kadar çok kutuplaşma o kadar çok iktidar anlayışıyla siyaset yapan bir hükümetle barışın/çözümün de bir yerinde değiliz. 

 

Biz Travmanın üçüncü kuşağıyız, savaş uzun sürdüğü için çatışmayla bir arada yaşamak normalleşti. Son 40 yılda çatışmalarda çok insanımızı kaybettiğimiz için, arada çatışmalarda duyduğumuz üç-beş insan kaybını artık kimseler pek dert etmiyor. Bir savaşın yapmak istediği ilk şey de budur, ölümleri sıradanlaştırmak. Bir savaş ölümü sıradanlaştırdığı yerde amacına ulaşmış demektir. 

 

Neyi yapmamalıyım.

 

Eğer bir yerde savaş çatışma varsa ne yapmam gerektiğini değil de neyi yapmamam gerektiğini biliyorum. Yıllar önce yeminli şiddet karşıtı olmaya karar vermiş biri olarak, başlamış bir savaşı durdurmaya gücüm yetmeyebilir, ama bir yazar olarak yazılarımda kitaplarımda teşhir edebilirim, ve hiçbir zaman savaş çığırtkanlığı yapmamalıyım. Eğer engel olamıyorsam daha da büyümesine neden olmamalıyım. Her ne yapmam gerekiyorsa meşru legal zeminde kalarak yapmalıyım. Özgürlük mücadelesi denilen şey, başkalarının varlığına kast ederek, onların özgürlüğüne son vererek kazanılacak bir şey değildir. Her zaman her yerde ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir. Sorunların çözüleceği yer gizli/illegal zeminler değil, meşru legal zeminler olmalıdır. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşırlar. Avrupa ve Latin Amerika, tarihin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

 

Görüldüğü üzere 40 yıllık PKK savaşında gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulamamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

 

 

 

 

 

17 Ekim 2021 Pazar

Ulucanlar Cezaevi Hafıza Müzesinin neyi eksik?


 


Türkiye’de toplumun hafızasızlaştırma nasıl yapılıyor? Yazarlar, PKK ve sol örgütlerin mağdur ettiği insanları romanlarına öykülerine konu etmeyerek, şairler şiirlerine, ressamlar resimlerine, yönetmenler filmlerine…insan hakları örgütleri raporlarına, gazeteciler de haberlerine yazılarına konu etmeyerek. 

 

Peki Türkiye'de yapılan hafızasızlaştırmaya Batılı ülkeler nasıl katkı sunuyor? Şöyle: PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetlerle ilgili projelere destek olmuyorlar. STK'larda bunu bildikleri için bu konulara girmiyorlar. Bugün Türkiye’de bir çok insan hakları örgütünde, devletin yol açtığı binlerce mağduriyet üzerine belge, rapor ve yazılar bulabilirsiniz. Ama PKK ve sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetler üzerine bir tane rapor ve belge bulamazsınız. Çünkü kimse tutmuyor bunların kayıtlarını. Geçmişle yüzleşme, toplumsal bellek ve hafıza gibi konularda çalışma yapan dernek ve örgütler adeta işbirliği yapmışçasına bu konulardaki çalışmalarına PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış oldukları mağduriyetleri dahil etmiyorlar. Yakın dönemde eski bir hapishane olan, Ulucanlar hapishanesi, hafıza müzesi oldu. Bu müzede de yapılan şey, sözünü ettiğim hafızasızlaştırmaya iyi bir örnek teşkil ediyor. 

 

Ulucanlar Hapishane Hafıza Müzesinin Neyi Eksik?

 

Müzede hapishane geçmişine dair neredeyse her şey var. geçmişte bu hapishanede olup bitenler birer eşya ile fotoğraflarla anlamlandırılmış. Deniz Gezmiş’in hırkası, Ahmet Arif’in ayakkabısı, Nazım Hikmet’in bir şiiri, hiç adı sanı duyulmamış ama orada bir dönem mahpus olmuş onlarca insanın adını görebiliyorsunuz. Peki bunda ne var, ne güzel işte dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki olmalı, zaten beni rahatsız eden şey ismi olanlar değil, ismi yazılmayanlardır. Mesela 1996 yılında bir görüş günü sevgilisiyle ziyaret yerinde görüş yaparken yoldaşları tarafından kör bir bıçakla öldürülen Ramiz Şişman’a ait bir şey göremedim. Ramiz öldüğünde hızını alamayan katil yoldaşı elindeki bıçağı Ramiz’in kalbine saplıyor. O bıçak uzun bir süre öylece bağrına saplı kalıyor. Mesela o bıçak müzede neden olmaz?

 

Yine aynı yıllarda radikal sol örgütler tarafından  bu hapishanede öldürülen Ulaş Şahintürk, Fatma Özyurt ve Hilal Füsun’a ait bir işarete belgeye de rastlayamadım. Halbuki koğuşlarında aylarca yoldaşları tarafından işkence yapılarak 1995 ve 96 yılında koğuşlarında öldürüldüler. Denizleri asan darağaçları dimdik duruyordu orada. Ama sol örgütler tarafından öldürülen kurbanlara ait hiçbir şey yok o müzede.

Şimdi tekrar soralım o müzenin neyi eksik? Vicdanı eksik vicdanı! 

Bir ülke hafıza müzelerinde işte böyle
 hafızasızlaştırılıyor!

21 Mayıs 2021 Cuma

Cumartesi Anneleri ve Diyarbakır Anneleri

 


 

                                                                “Her kayıp Annesinin içinde

                                                                   üstü örtülmemiş bir mezar vardır.” 

 

Türkiye’de 1990’lı yıllarda yoğunlaşan gözaltında kaybetmeler yeni bir arayışın başlangıcı oldu. 1995 yılında devlet yetkililerinin ve ana akım medyanın sessizliği karşısında kayıplarının akıbetini arayanlar seslerini duyurmak için Taksim'de bulunan Galatasaray Meydanı önünde sessiz oturma eylemi başlattı. Latin Amerika ülkelerindeki (Arjantin örneğinde) Las Madres de Plaza de Mayo annelerinin deneyimi olmak üzere, annelerden ilham alan kayıp yakınları, “Cumartesi Anneleri” bütün müdahalelere rağmen yakınlarını aramaktan vazgeçmedi. Tam 25 yıldır, 1995 Mayıs’ından beri devletin güvenlik güçleri tarafından kaybedilmiş insanların akıbetini öğrenmek için kayıp yakınları her cumartesi öğle saatlerinde İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturuyorlar. Bana sorarsanız bu, yakın tarihin en haklı sivil ve masum girişimlerinden biridir. Ne yazık ki bu haklı girişimin 25 yılda amacına ulaşamadığı görüldü. Latin Amerika ülkelerinde bu türden girişimler önemli ölçüde amacına ulaşabilmişti. Demek ki bir eylem türü her ülkede benzer sonuç vermeyebiliyor. Bu geçen 25 yılda çocuklarını kaybeden anne ve babaların çoğu yaşlılıktan öldü. Her hafta toplanılan meydan ise zamanla ağlama duvarı işlevi gören bir yere dönüştü. Aileler de kayıplarının sağ gelmeyeceğini artık biliyor. O yüzden de kaybedilmiş yakınlarının mezarlarını devletten istiyorlar. Nitekim oturma eyleminin 700. haftasında ailelerden bazıları devlete seslendi. 1990’lı yıllarda kardeşleri Ali ve Mehmet Tekdağ’ın faili meçhul cinayete kurban gittiğini belirten İffet Tekdağ, “Yıllardır kemiklerini arıyoruz ama bulamıyoruz. Nerede olduklarını bilsek, oraya gidip mezarlarında bir dua okuruz. Ölünceye kadar da mücadelemi sürdüreceğim.” dedi. Hazro ilçesinde 1997 yılında gözaltına alınıp kaybedilen İbrahim Gündem’in ablası Feride Mafna da, “Kayıplarımızın bir mezarı olsun ve bayramda onların mezarını ziyaret edelim. Cenazeleri nerede ise çıkarsınlar.” diye konuştu. Bu kayıp yakını aileleri meydanda ne zaman görsem içim burkuluyor.Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır.25 yıl gibi bir zaman dilimi uzun bir süre. Artık bu saatten sonra kayıplar sorunu bu ülkede devletin geçmişiyle yüzleşmesi sorunudur.

 

Bir eylem biçimi haklı da olsa her ülkede aynı sonucu doğurmuyor. Latin Amerika’da 10 yılda sonuç alanlar Türkiye’de ne yazık ki 25 yılda alamadı. Peki, gelinen aşamada bu aileler ne yapmalı? Bunca yılda bir yol alınamadı. Devletin tutumu ise ortada: çatışmalı bir dönemde bu gibi girişimleri görmek, duymak istemiyor. 2011-2013 arası dönemde bu konuda iyi bir ortam oluşmuştu. Dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan Cumartesi Anneleri’ni makamında kabul etmiş, dertlerini dinlemişti. Bu kabul o güne kadar devletin bu konuda attığı en olumlu adımdı. Çözüm süreci sekteye uğrayınca, sonrasında bir gelişme olmadı.

 

Kayıplar meselesi artık geçmişle yüzleşme sorunudur

 

Bu ülkede “faili meçhul kayıplar” sorunu artık bir geçmişle yüzleşme sorunu olarak ele alınmalıdır. Devlet geçmişiyle yüzleşme kıvamına gelmedikçe, bu türden eylemlerin gündelik hayatta bir karşılığının olacağını düşünmemek lazım. Geçmişle yüzleşme meselesi ise çok boyutlu ve geniş bir meseledir. 1990’lı yıllardaki kayıplar da bunlardan biri olabilir ancak. Bu saatten sonra kayıp yakınları gerçekten yakınlarının hesabını sormak istiyorlarsa bunu tekil biçimde kayıpları aramak, sormak biçiminde değil de devletin geçmişle yüzleşmesi için verilecek meşru demokratik sivil mücadelenin içinde kalarak yapmalıdır. Bir toplum, bir ülke ancak şu durumlarda geçmişle yüzleşme çabası içine girebilir. Eğer bir ülkede çatışmalar sürüyorsa, o çatışmanın sonlandırılması için uğraşılmalıdır; çünkü çatışmalar devam ettikçe geçmişin hesabını sormak mümkün olmaz. Tıpkı şimdi olmadığı gibi… Bir ülkede çatışmalar durduğunda, geçmişte yapılan kötü uygulamalar yüzleşme konusu yapılabilir.

 

Görüldüğü gibi Türkiye, PKK ile içeride ve dışarıda çatışmalı bir süreç yaşıyor ve bu süreç 40 yıldır devam ediyor. Bu çatışma içinde devletin “faili meçhuller”le ilgileneceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor. Eğer kayıp yakınları gerçekten devletten bir yüzleşme bekliyorlarsa, çatışmasızlığı savunmalıdırlar. Devlete “Operasyonları durdurun” diyebildikleri gibi, örgüte de “Eylemlerinize son verin” diyebilmelidirler. Gelinen aşamada İnsan Hakları Derneği (İHD) açısından sahicilik ve hakkaniyet sorunu da yaşanıyor. Devlet mağduru ailelerin kayıplarına sahip çıkarken, örgüt mağduru ailelerin kayıplarını görmezden geldiği için sahiciliğini tartışma konusu yapıyor. Bir yandan devletin mağdurlarının çetelesini tutarken, diğer yandan örgüt mağdurlarına ilgisiz kalması birer ayrımcılıktır ve insan hakları ihlalidir. Buna benzer nedenlerden ötürü İHD’nin bu türden girişimleri geniş kesimler tarafından kabul görmüyor. 

 

“Diyarbakır Anneleri” ezber bozdu

 

Yaklaşık 20 yıldır PKK ve radikal sol örgüt mağdurlarını yazılarıma ve kitaplarıma konu ediyorum. Bu zaman diliminde edindiğim izlenim ve deneyim şu olmuştu. Devlet mağduru olduğunuzda bu ülkede sahipleneniz savunanız çok olmasına rağmen, örgüt mağdurlarını pek kimseler savunmuyor. Özellikle sol ve HDP Kürt mahallesinde örgüt mağduru olmanın hiçbir getirisi olmadığı gibi, “hain” damgasıyla etiketleniyorsunuz. Geçmişten bugüne son 40 yılda devlet mağdurları kayıp yakınlarına her ortamda sahip çıkıp savunabilmelerine rağmen, örgüt mağduru bir tek aile çıkıp da hiçbir platformda örgüt mağduru yakınını savunamamaktadır. PKK ve radikal sol örgütler tarafından binlerce örgüt infazları yapılmış olmasına rağmen son 40 yılda bu ailelerden bir teki öldürülmüş çocuğunu savunamadı. Bu alanda durum bu iken, 2019’un Ağustos ayının son haftasında Hacire Akar adında bir Kürt anası dağa gönderilmek üzere olan oğlu Mehmet Akar’ı örgütün elinden almak için Diyarbakır HDP İl Başkanlığı binasının önünde oturma eylemine başladı. İlk duyduğumda inanamamıştım. “Diyarbakır gibi bir yerde bu ne cesaret!” dediğimi hatırlıyorum. Bu konularda yazan biri olarak ezberimin bozulduğunu itiraf etmem gerekiyor. Hacire Akar üç günlük oturma eyleminden sonra oğluna kavuştu. Bunu duyan, çocuğu örgüt tarafından dağa çıkarılmış başka aileler 3 Eylül 2019 tarihinden itibaren HDP önünde oturma eylemine başladı. İlk haftada beş aile, bir ayın sonunda 40 aile, altı ayın sonunda 105 aile, bir yılın sonunda ise 160 aile eyleme katıldı, bunlardan 18 aile evladına kavuştu. HDP’nin ilk tepkisi ise bu ailelerin sesine kulak vermek yerine il binasının kepengini kapatmak oldu. Sonraki günlerde ise bu kez, “Bu aileleri devlet gönderiyor kapımıza…” açıklamasını yapmaya başladılar. 1990’lı yılları bilen biri olarak HDP’nin bu tepkisi bende bir şeyleri hatırlattı. 1995’te Cumartesi Anneleri ilk oturma eylemi yaptığı dönemde hükûmetten bazı yetkililerin tepkisi de aynen şöyle olmuştu: “Bu aileleri o meydana örgüt gönderiyor.”  HDP’nin bu tepkisi o günlerde bana şu cümleyi kurdurmuştu: “Sırası gelen nasıl da zalim oluyor.” 30 yıl önce devletin kendilerine kurduğu cümleyi bu defa onlar çocukları dağa çıkarılmış yoksul Kürt analarına karşı kuruyorlardı. HDP başka konuları olduğu gibi Diyarbakır Anneleri sürecini de iyi yönetemedi. Anaların çığlığına kulak verip empati yapacakları yerde, polisiye açıklamalarla bu annelerin eylemini itibarsızlaştırmayı tercih ettiler. 

 

Anaların acılarını yarıştırmadan paylaşmak gerekir

 

Diyarbakır Anneleri dağa çıkarılmış çocuklar için HDP önünde oturmaya başladıklarında, Cumartesi Anneleri’nin bu annelerle empati yapması gerektiğini beklerdim, ama beklemedim. Çünkü zaman içinde bu ailelerin HDP ve çevresine angaje olduklarını, bunun için de HDP’ye rağmen bağımsız bir tavır geliştiremeyeceklerini biliyordum. Sonrasında ise yanılmadığımı anlamış oldum. Ben bu satırları yazarken takvime baktığımda, Diyarbakır Anneleri oturma eylemlerine başlayalı bir yıldan fazla olmuştu. Bu zaman zarfında Cumartesi Anneleri bu ailelerle dayanışma içine girmedi. Onlar da HDP gibi Diyarbakır’daki annelerin devletin anneleri olduğu inancıyla uzak durmayı tercih etti. Tersinden benzer şey Diyarbakır anneleri için söylenebilir. Bu anneler de Cumartesi Anneleri’ni anmadı. Bu anneleri biraz daha yakından incelediğimde gördüm ki aslında bu anneler aynı mahallelerde oturuyorlar ve benzer mağduriyetler yaşıyorlar. Acıları ortak olmasına rağmen eylemlerini ortaklaştıramadılar. Bu anlamıyla bu aileler özelinde görünen şey, bu gibi konularda yüzleşmekten ne kadar uzak olduğumuzdur. 

 

Cumartesi Anneleri girişiminin örgütün etkisinde olması, bu kayıp ailelerinin girişimini haksız kılmaz. Çok haklı bir talepleri var; devletten bir mezar yeri istiyorlar onların sesine ilgisiz kalınamaz. Benzer şey Diyarbakır Anneleri için de söylenebilir. Bu ailelerin girişimini devlet destekliyor diye görmemezlikten gelinemez. Bu anneler de örgüt tarafından dağa çıkarılmış, birçoğu küçük yaştaki çocuklarını sağ istiyorlar. 15 yaşlarındaki çocukların dağa çıkarılması, savaştırılması bir insanlık suçudur. Bu yaştaki çocuklar akşam gün karardığında ebeveynlerinden izinsiz çarşıya çıkamazken, ailelerinden habersiz dağa çıkarılmaları onlara uygulanmış şiddettir. Bu ailelerin dağa çıkarılmış çocuklarını örgütten isteme hakları vardır. Bu hak, analık babalık hakkıdır ve çok değerlidir. İşte buna benzer gerekçelerden dolayı ilk günden itibaren bu ailelerin eylemini siyasi hesaplardan uzak durarak destekledim; tıpkı Cumartesi Anneleri’ni desteklediğim gibi. Bu iki acılı anne grubunun girişimi bir şeyi bize çok net biçimde gösterdi: Bu ülkede kimse geçmişten henüz ders çıkarmamış. Bu yüzden de geçmişle yüzleşmenin henüz bir yerinde değiliz.

 


 

 

 

 

10 Mayıs 2021 Pazartesi

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Kürt sorunu bu ülkede neden çözülemiyor? Bu sorunun en açık cevabı kanımca şudur: T. C. devleti hükûmetleri sahici anlamda çözüm istemiyor! Bazen derler ya 12 Eylül bu topluma giydirilmiş bir deli gömleğidir. Bence bu gömlek 12 Eylül’de değil, 1923′te giydirildi (Cumhuriyetin tekçi anlayış üzerine inşa edilmesi, Kürtlerin varlığını inkâr etmesi, asimile yöntemine başvurması çok yanlış şeylerdi). 12 Eylül 1980′de bu inkâr ve asimile çalışmalarına güncelleme yapıldı. Tekçi cumhuriyetin yanlışlarını burada bir bir saymayayım ama demokratik değerlerden yoksun kurulmuş, yanlış geliştirilmiş bir cumhuriyettir. Sorunun çözümü de bu tekçilik üzerine kurulmuş, tek kolonlu bir cumhuriyetten çıkmakla mümkün olacaktır. Yeni bir anayasa Kürtlerin inkârı üzerine inşa edilmiş, tekçi zihniyetten arınarak yapılmalıdır. Bununla birlikte T.C. devleti hükûmetleri başta 1915 olmak üzere, Dersim (1938)’le, 6-7 Eylül linçleriyle, Maraş (1978)’la, Sivas Madımak (1993)’la ve tabi ki 1990’lı yıllarla yüzleşerek yeni bir başlangıç yapabilirler. İki yüz yıldır devam eden bir sorunu beş on yılda çözüme kavuşturmak kolay olmayacaktır. Hadi Osmanlı dönemini bir yana bırakalım,  yüz yıldır cumhuriyet hükûmetlerinin çözemediği, çözmek istemediği bir sorundur bugünkü sorun. Bazıları yıllardır Kürtlere özerklik istiyor, başka çözüm modelleri önerenler var. Aslında iki yüzyıldır devam ettirilen sorunun çözümü o kadar da karmaşık, zor bir şey değildir. Çözüm öncelik olarak özgürlüktedir. İçinde özgürlüğün olmadığı hiçbir proje Kürt sorununun çözümü olamaz. İçinde özgürlük olan her türlü modelle de çözülebilir bir sorundur Kürt sorunu. Dünyada nüfusu bir milyon olan devletler varken, Orta Doğu’da 25-30 milyon nüfuslu Kürtlerin bir devleti henüz yok. Güney’de Barzani yönetimi bağımsızlığını ilan etmek istediğinde neredeyse tüm dünya karşı çıktı. Dünyanın Kürtlere yapmış olduğu büyük bir haksızlıktır bu. Türkiye’deki hükûmetler Kürt sorununa güvenlikçi politikalar açısından yaklaştıkları için çözüm projeleri de üretememişlerdir. Son 30 yıla baktığımızda şöyle bir yaşanmışlığa tanık oluyoruz. PKK eylemlerinden sonra 1990’ların başından itibaren hükûmet olanlar, önce “Kürt realitesini tanıyoruz.” demişler, aynı hükûmetin ilgili siyasileri bir süre sonra “Kürt sorunu yoktur” ayarına geri dönmüşlerdir. Bu eski devlet ayarlarına dönme en son AKP hükûmetleri döneminde yaşandı. 2013’te Çözüm Sürecinin sekteye uğratılması, ardından hendeklerin kazılması, Rojava’daki gelişmeler ve en son FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olumlu giden bu süreci tamamen başka mecralara soktu. Sonuçta AK Parti hükûmetinin de geldiği yer, “Kürt sorunu yoktur.” oldu. AK Parti Hükûmeti, MHP ile kurduğu ittifak sonucunda ilk kurulduğunda savunduğu siyasetlerden uzaklaştı. İktidarının devam etmesi adına geçmişte eleştirdikleri şeyleri yapmaya başladı. 

 

1990’larla yüzleşmek

 

Devletin 1990’lardaki suç karnesi bayağı kabarık gözüküyor. Başta faili meçhul cinayetler olmak üzere, köy boşaltmalar sonucu insanların evinden, yerinden edilmesi ilk akla gelenler… Faili meçhul cinayetlerde siyasetçi, gazeteci ve yazarların da olması bu dönemin ne derece karanlık bir dönem olduğunu gösteriyor. Çetin Emeç (1990), Turan Dursun (1990), Muammer Aksoy (1990), Bahriye Üçok (1990), Musa Anter (1992), Uğur Mumcu (1993), Ahmet Taner Kışlalı (1999) vd. Bu cinayetlerin ortak noktası, faili meçhul olarak anılmalarıdır. Yıllar geçmesine rağmen faillerinin bulunamamış olması, bulunsa bile mahkemelerdeki cezasızlık durumu bu cinayetlerin siyasi cinayetler olduğunu gösteriyor. Belli ki bu cinayetlerin failleri dönemin hükûmetleri tarafından kollanmışlardır. Son 30 yılda bu cinayetler çok konuşulup tartışılmasına rağmen failler bulunamadı ve bu cinayetlerle de yüzleşilemedi. Bunun yanında silahlı solun ve PKK’nin sivillere yönelik cinayetleri konuşulmadı bile. Bu konuşulmayan ve yüzleşilmeyen konuda da durumlar hiç iç açıcı değil. 1990’lı yıllarda PKK ve radikal sol örgütlerin sivillere yönelik saldırıları korkunç boyutlarda olmuştur. Ölüm listelerini incelediğimizde şöyle bir gerçekle karşılaştım. Sivilleri en çok öldürdükleri yıllar, bu örgütlerin eylem yapabilme kabiliyetleri bakımından en güçlü oldukları yıllardır. Mesela PKK’nin sivillere yönelik en saldırgan olduğu yıllar, silahlı saldırıya başladığı ilk yıllar olmuştur (1984-1994 arasındaki durum bunu doğruluyor). Sol örgütlerin cinayetlerinde de benzer bir durum var. Özellikle TİKKO ve Dev-Sol/DHKP-C’nin 1991-1994 yıllarında yapmış oldukları saldırıların büyük çoğunluğunun korumasız sivillere yönelik olduğunu ulaşabildiğimiz bilgilerden öğreniyoruz. 

 

 

Araştırabildiğim kadarıyla 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerinde durum şöyledir: Bu konuya ilişkin konuşup yazanlar genellikle devletin 17 bin faili meçhulünden bahs ederler. Gazeteci Mehmet Hatman da bu konuyu iş edinip 1990-2000 yılları arasında 10 yıllık bir araştırma yaptı. Tüm Kürt kurumları ve Diyarbakır Barosu’nun yardımıyla yapılan çalışmanın sonucunda ulaşılan sayı 4653 faili meçhul. Mehmet Hatman ve ekibi 10 yıllık araştırmalarının sonucunda bir faili meçhul belgesel filmi yapar. Belgeselin adı: 4653.

 

Örgüt içi ve sivil infazlar konusunda kapsamlı çalışma yapan bir kurum henüz yok. Bazı baro ve İnsan hakları örgütünde ‘Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’na rastlamak mümkündür. Bu ülkede örgüt cinayetlerini araştıran bir kurum ise henüz yok. İmralı’da Abdullah Öcalan’ın 15 bin örgüt içi infazdan bahsettiği söylenip yazıldı. İllegal örgütlerde bu infazlar gizli yapıldığı için bir kaydı tutulmuyor. Bu anlamıyla da hiçbir zaman bu sayının tam olarak ne olduğunu bilmemiz mümkün olmayacaktır.

 

Türkiye’de devlet mağduru olmak, sol ve Kürt mahallesinde kıymetlendirilen bir şeydir. Ama PKK ve radikal sol örgütler tarafından mağdur edilmişliğin pek kıymeti yoktur; kıymeti olmadığı gibi birçok bakımdan dezavantajlı bir durumdur. Bu bakımdan sol mahallede ve Kürt mahallesinde kimse “hain” yakını olmak istemiyor. Son 40 yılda çatışmalı dönemin ortaya çıkardığı çok sıkıntılar oldu. Bu döneme ilişkin geçmişle yüzleşmek isteyenler özellikle sol mahalleden kişi ve örgütler sadece devletin ortaya çıkardığı mağduriyetlerle yüzleşmek istiyorlar. Dünya deneyimlerinde böyle bir yüzleşme deneyimi ne yazık ki yok. Bu ülkede de böyle tek taraflı bir yüzleşme olacağını sanmıyorum. Çünkü çatışmalı süreçlerde tek taraflı bir yüzleşme olmaz. Eğer devletin 1990’lardaki faili meçhulleriyle yüzleşme yapılacaksa, aynı dönemde PKK’nin ve diğer radikal sol örgütlerin binlerce örgüt infazlarıyla, sivillere yönelik cinayetleriyle de yüzleşmesi gerekir.

 

12 Eylül Darbesi döneminde Diyarbakır Hapishanesi’nde yapılan kötü deneyimle yüzleşmek isteyenlerin, 1990’lı yıllarda başta Bayrampaşa Hapishanesi olmak üzere 23 hapishanedeki PKK ve radikal sol örgütlerin kötü deneyimleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. Devletin mağdur ettiği Cumartesi Anneleri’nin mağduriyetiyle yüzleşmek isteyenlerin, çocukları PKK tarafından dağa çıkarılmış Diyarbakır Anneleri’nin mağduriyetleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. 1993’te gerçekleşen Sivas Madımak Katliamı’yla yüzleşmek isteyenlerin, aynı dönemde PKK’nin yaptığı Başbağlar Katliamı’yla da yüzleşmeleri gerekiyor. Roboski Katliamı ile yüzleşmek isteyenlerin, hendek çukurlarıyla da yüzleşmeleri gerekiyor.

 

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Bu ülkede son 40 yılla yüzleşmek isteyenler, genel olarak 1990’lar, özel olarak da 1994 üzerine yoğunlaşabilirler. Bazen kendi durumumun (yaşanmışlık deneyimi olarak)  bile 1994’ün ne olduğunu çarpıcı biçimde özetlediğini düşündüğüm oluyor. O yıl Kırklareli Hapishanesi’nde örgütten ayrılıp bağımsız koğuşunda olmama, polis sorgusunda ifade vermememe rağmen, çıkarıldığım İstanbul 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi bana 12 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Mahkemenin verdiği bu cezayı Yargıtay aynı yıl içinde onadı. Düşünebiliyor musunuz; hiçbir eylemde bulunmadım, kimselere bir zarar vermediğim hâlde örgüt üyeliğinden ceza aldım. Peki, şaşırdım mı? Hayır, şaşırmadım; daha da kötüsü olabilirdi. Mahkeme, örgüt yöneticiliğinden verse 17,5 yıl ceza alacaktım. İsterlerse ömür boyu hapis cezasına kadar çıkarabiliyorlardı. 1994’te bu gibi uygulamaların haddi hesabı yoktu. Benim durumumda olan bazı tanıdık arkadaşlarımın daha ağır cezalara çarptırıldığına tanık olduğum için o gün cezayı aldığımda ne diyeceğimi bilememiştim. Dün gibi hatırlıyorum, İstanbul’dan Kırklareli’ne hapishaneye döndüğümde kendimi yatağa atmış, 10 yıl sonra kalkacağım gibi uyumuştum.

 

1994 yılından, bu ülkede Kürtler vadisinde çatışmaların en yoğun olduğu bir zamandan bahs ediyorum. Her gün dağlarda çatışmalarda ölenleri duyan ailelerimiz, bizlerin hapishanede olmasına şükrediyorlardı. Dışarıda, sorgularda, faili meçhullerde kaybedilmek de vardı. 1994 yılı bu anlamıyla da korkunç bir yıldı. Faili meçhullerin en çok olduğu yıldı. İnsanlardan bazıları evlerinden bir gece, bazen de güpegündüz alınıyor ve bir daha evine dönemiyordu. Bölgede Kürt köylerinin en çok yakıldığı yıkıldığı yıl 1994’tü. İnsanlar en çok 1994’te köyünü bucağını bırakıp göç etmek zorunda kaldı. Behçet Cantürk ve Savaş Buldan gibi onlarca


Kürt iş insanı ve mafyasından insanlar, 1994’te faili meçhul biçimde öldürüldüler. O dönemin devletine hükümet olanlar, Kürt mafyasını tasfiye edip  yerine yerli milliyetçi Türk mafyasının önünü açtılar.  Çatışmalarda çocuklar en çok 1994’te öldürüldü. Yine çocuklar örgüt tarafından dağa en çok 1994’te çıkarıldı. Hapishanelerdeki ve dağlardaki örgüt infazları en fazla 1994’te yaşandı. Kürt şehirlerinde siviller ve öğretmenler en çok bu yılda öldürüldü. Dönemin DYP/SHP Koalisyon Hükûmeti en kapsamlı operasyonları dağlarda ve şehirlerde 1994’te yaptı. Her iki taraftan da insanlar çatışmalarda en çok 1994’te öldü. Birçok bakımdan 1994 yılı, benim günlüklerimin en iç acıtanıdır. Bu yüzden de 1994 yılında yazdığım günlüğümün sayfalarına en son bakabildim. İlk bakışta gördüklerim şunlar olmuştu: O yıl içinde bazı gazete manşetlerinden verilen haber başlıklarını not almışım. Bir de gazeteden birkaç resim kesip ajandamın arasına bırakmışım. Bu resimler dağda askerler tarafından başları kesilip gövdesinden ayrılan gerilla resimleriydi. “Savaşın geldiği yer” diye not düşmüşüm. Sonraki zamanlarda Abdullah Öcalan’ın bir çözümlemesinde okumuştum, gerillalar da birkaç yerde ölü askerlerin bedenine eziyet etmişler. İntikam duygularının en gelişkin olduğu yıldır 1994. Savaşanların karşılıklı intikam alma hırsı, sadece dışarıdaki düşmanlarına değil, bu acımasızlıkları kendi içlerine yönelik de geliştirdi. Örgütün bu hırsının içeride nelere yol açtığını kitaplarımda anlatmaya çalıştım. Devlet içinde de bu yıllarda altı rütbeli general ve subay faili meçhul biçimde öldürüdü. Kısacası, çatışmalar en çok bu yıllarda şiddetlendi ve sürdürüldü. 1990’lı yıllarla yüzleşmek, bütün bu çatışmalı süreçle yüzleşmek anlamına da gelecektir. Peki bu konularda geçmişle yüzleşmenin neresindeyiz? Hiçbir yerinde değiliz. Bugün AKP hükümetleri '90 lı yıllarla yüzleşmediği gibi geçmişte açılan davalar cezasızlıkla sonuçlanıyor ve kapatılmak isteniyor. Bugün de dün olduğu gibi geçmişle yüzleşilmediği gibi geleceğe yeni yüzleşilecek yaralar bırakılıyor. Bu yüzden de bu ülkede geçmiş hiç geçmiyor! Eğer bu ülke bir gün yüzleşme yapmaya karar verirse "1994" ten başlayabilir.

 

 

 

2 Mayıs 2021 Pazar

Yüzleşerek barışmak...

Yüzleşerek barışmak....

 

                                              Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor,

                                                                 yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok.

 

 

İnsanlığın J.J. Rousseau’ya olan sevgisi üç yüzyıldır sürüyor. Çünkü bu bilge insan günahlarını bir papaza değil, tüm insanlığa itiraf etmiştir. Sadece Rousseau değil, dünya edebiyatına damgasını vurmuş yazarların günümüzde halen okunuyor olmalarında bu sahici dokunaklı anlatıların çok önemli etkisi olmuştur. Sahici yüzleşmelerin ve anlatıların kendi dönemlerinde tepkiyle karşılaştıklarına da tanık oluyoruz. Ama bu eserlerin uzun sürede insanları etkileyen, dönüştüren bir etkisinin olduğunu da edebiyat tarihinden biliyoruz. Acı deneyimlerle yüzleşmenin kolay olmadığını biliyoruz, bu yüzden de çoğunlukla kendi kurban durumumuzla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için, nefretimizi başkalarına yöneltiyoruz. Kendimize itiraf edemediğimiz acı gerçekleri, bir başkası dillendirdiğinde de bu kez, nefret ederek bastırmak istiyoruz. İşte bunların hepsi yüzleşememe ve kendimize yeni bir hikaye bulamama korkusundan kaynaklanıyor. Geçmişiyle kişisel yüzleşme yapanların bizim gibi toplumlarda mahalleleri tarafından linçlere maruz kalması da işin bir başka boyutudur. Oysa kişisel yüzleşme deneyimlerinin çok kıymetli olduğunu dünya deneyimlerinden biliyoruz. Yakın tarihte Arjantin’in geçmişle yüzleşme deneyiminde anı kitap ve yazılı belgelerin önemli rol oynadığı biliniyor. Bellek Kültürü konularında araştırma yapan yazar Beatriz Sarlo, “Geçmiş Zaman” adlı kitabında, Tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı Arjantin deneyiminde geçmişle yüzleşme sürecinin çok daha sıkıntılı geçeceğini belirtiyor. Belli ki bizde de insanların yüzleşmekte zorlandığı yaraları var. Benim yazarlık deneyimimde bu yaralarla yüzleşmenin peşine düştüğümde, yarasını korumaya alanlarla yolum çok kesişti. Silahlı sol örgütler tarafından çocukları öldürülmüş ailelerin tepkileri böylesi tepkilerdi. Bu ailelerin mağdur edilmişliğini kitaplarıma konu ettiğimde, bana destek olacaklarını düşünmüştüm. Ama öyle olmadı, ailelerden çoğu rahatsız oldu. “Amacınız nedir, çocuğumuzu niye yazdınız?” gibi sorularla karşılaştım. (İşin tuhaf yanı ise bir benzer soruyu fail durumundaki örgütler soruyordu, “Bunları yazmakta amacınız nedir, kime hizmet ediyorsunuz?” diyorlardı.) Bu ailelerin bilinç altlarına yerleşmiş korkuları vardı. Örgütlerin kendilerine zarar verebileceğini düşünüyorlardı. “Başımıza bir iş gelsin istemiyoruz.” diyorlardı. Araştırmalarım sonucunda bazı yüzleşmemelerin birbirini beslediğini fark ettim. Bu ailelerin mağduriyetine yol açan fail durumundaki radikal sol örgütler, bu mağduriyetlere yol açmış geçmişleriyle yüzleşmeyince, mağdur aileler de kendi mağdurluk halleriyle yüzleşemiyorlar. Örgütlerin yüzleşmediği şey zalimlik olurken, mağdurların yüzleşemediği şey korkuları oluyor. Bu anlamıyla sol mahalle deneyiminde birbiriyle iç içe geçmiş yüzleşmemeler bulunuyor. Eğer biri yaparsa diğerinin yapması daha kolaylaşabilecek bir ertelenmiş geçmişle yüzleşememe haliyle karşı karşıyayız. Bu ertelenmiş hal, iyi olmamızı geciktiriyor. İyileşmek için yanlış kabuk bağlamış yaralarımızı kanatmamız gerekiyor. Sadece yaşadığımız, maruz kaldığımız deneyimler değil, daha öncekiler de var. Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor. Gelecek kuşakların bizlere aynı sitemi yapmaması için, yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok!


Daha iyi bir gelecek için


Yaklaşık 40 yıldır Türkiye’nin en yakıcı gündemi Kürt sorunudur. Bu sorunu yaratan şey, Türkiye’deki hükûmetlerin inkârcı ve asimilasyoncu yanlış politikalarıdır (Devletin bugün dahi Kürt sorununa ilişkin sahici bir çözüm projesi olduğu söylenemez). Bunu artık hemen herkes kabul ediyor ancak kabul edenlerin çoğunluğu başka bir sorunu görmek, kabul etmek istemiyor. Çatışmanın ya da savaşın diğer tarafını, yani PKK gerçeğini… Hemen savunmaya geçerek diyorlar ki: “PKK bir sonuçtur.” PKK’yi ortaya çıkaran nedenler elbette sorgulanmalı, eleştirilmelidir. Ama şunu da unutmamak gerekir ki dün sonuç olan PKK gerçekliği bugün kendi alanında bir neden olmuştur. Hiçbir kötü sonuç, şiddetten daha kötü olamaz. Hiçbir dava, şiddeti haklı kılmamalıdır.



Türkiye’nin demokratikleşmesi için şiddet eylemine gerek var mı, yok mu? Türkiye’de muhalif sol ve Kürtlerin önemli bir kısmı bu sorunu buradan tartışmak istemiyorlar. Bu yüzden de her defasında savaşın kendisini değil, sonuçlarını, yani mağduriyetleri konuşmak zorunda kalıyoruz. Maksim Gorki, Ana adlı o ünlü romanında “Devrim, anaların kalbinden geçer.” diyordu. Daha sonraki yıllarda Ekim Devrimi kendi çocuklarını yemeye başladığında, anaların kalbini kıran bir devrime dönüştü. Bugün de sol ve sosyalizm adına yola çıkan PKK gibi silahlı örgütlerin çoğu daha devrim yapamadan, dağlarda, hapishanelerde yoldaşlarını ve çocukları öldürdüler.


İyi bir gelecek beklentisi içinde olanların, öncelikle geçmişteki kötü deneyimlerle yüzleşmesi gerekir. Mesela Türkiye yüz yıllık geçmişiyle; 1915'le, 1938’deki Dersim Katliamıyla, 1942 de çıkarılan Varlık vergisiyle, 6-7 Eylül 1955 linçleriyle, 1978 Maraş’la, 1980 Çorum’la, 12 Eylül’le, 2 Temmuz 1993 Sivas’la, 5 Temmuz Başbağlar’la, faili meçhullerle, örgüt infazlarıyla, “Cumartesi Anneleri”yle, “Diyarbakır Anneleri”yle, dağdaki çocuk savaşçılarla ve 40 yıllık savaşla yüzleşmedi. Hepsi olduğu yerde duruyor. Eğer kalıcı bir iç barış istiyorsak tüm bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Daha iyi bir ülkede, daha iyi koşullarda yaşamak her insanın hakkı ve arzusu olmalıdır. Bunu isteyen her birey, grup, örgüt ya da devlet, sorunlu geçmişiyle yüzleşmek zorundadır. Yeni başlangıçlar için insan ve devlet kendilerini temize çekebilmelidir. Geçmişin kiri pasıyla temiz, aydınlık bir gelecek kurulamaz.


Geçmişiyle yüzleşen toplumların daha aydınlık olduklarını ve demokratikleşme alanında daha iyi yol aldıklarını görüyoruz. Geçmişi son derece sorunlu ve şaibeli olan ülkeler ise huzura kavuşamazlar. Söz konusu Türkiye olunca bu konularda geç kaldığımızı vurgulamam gerekir. Bugün Türkiye’nin sorunlarının ağırlığı önemli oranda sorunlu geçmişinin tutsağı olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de hâlâ geçmişteki hatayı kabul etmek zayıflık, taviz sayılıyor. 

Demokrat olduğunu söyleyen bir parti, bir örgüt, bir birey devlete göre değil, kendi ilkelerine göre davranır. Eğer geçmişinizde hata ve yanlışlar yaptığınızı düşünüyorsanız, o hataların ne olduğunu ilkesel bir biçimde söylemeniz gerekir. Hatalarınızla, yanlış uygulamalarınızla yüzleşme ciddiyeti bunu gerektirir. Geçmişle yüzleşmek çok ciddi bir tutarlılık gerektirir; yüzleştiğiniz, kabul ettiğiniz hatayı bir daha yapmamanız gerekir.

Bir örgüt, parti ya da iktidar, geçmişiyle niçin yüzleşmez? Çünkü benzer şeyleri yapmayacağının garantisini veremez de ondan. Bugün Türkiye siyasetinde ne iktidar ne de muhalefet partileri geçmişle yüzleşmenin hiçbir yerinde değildirler. Geçmişle yüzleşmeme tutumu hepsini siyaseten aynılaştırıyor. Buradan bakıldığında ise gördüğüm şey sorunlu geçmişi tarafından esir alınmış bir ülke/toplum görüyorum.


Unutmamamız gereken şey şu sanırım, geçmişiyle yüzleşmemiş bir vicdan vicdansızlık yapmaya devam edecektir. Ne zaman geleceğe dair hayal kurmak istesem hemen geçmişe bakıyorum, geçmişiyle yüzleşmemiş bir toplum ve devleti görünce hayalimin çıtasını hemen aşağılara çekiyorum. Yoksa ki ben de biliyorum kardan kadın yapmasını, ama karşıdan güneş vurduğunda erisin istemiyorum. 

 

 

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?

  İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş.  Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nı...