9 Temmuz 2023 Pazar

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?






 

İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş. 


Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nın dağlık bölgesinde yaşanmıştır. Bir grup Dev-Solcu gerilla grubu devrim yapmak için köylerde örgütlenme yapmaya giderler. Gittikleri köylerde köylülerin tepkileriyle karşılaşırlar, köylüler derler ki, “Ruslar sosyalizmi yıkıyor, siz bize sosyalizmi kuracağız diyorsunuz. Madem kuracağınız sosyalizm iyidir, neden yıkıldı?”


Köylülerin bu tepkisine vereceği cevabı olmayan Dev-Solcu militanlar, moral bozukluğu içinde kamplarına geri dönerler. Birkaç defa bu türden tepkiyle karşılaşınca, bazıları niçin dağda olduklarını tartışmak ister. Örgüt sorumlusu bastırır bu tartışmaları. Sonrasında gruptan kaçışlar başlar. Bu kaçanlardan biri de Civan'dır. (Asıl adı Yavuz Cihan İmamoğlu'dur. Rizelidir.) Dağdan kaçıp İstanbul’a gelir, dağda olup biten olumsuzlukları o dönemin İstanbul örgüt sorumlusuna anlatır. Örgüt sorumlusu önce dinler, sonra da örgüt bildiğini uygular. Örgüte göre Civan olsa olsa bir ajan ve savaş kaçkınıdır. Cezası ölüm! Bunu kendisine söylemezler. Civanı ikna edip tekrar aynı dağa aynı kampa geri gönderirler. Gönderirken hakkında bir karar alırlar. Aldıkları kararı örgüt notu olarak Civan’a verirler. Civan örgüt sırrı dediği bu notu beraberinde taşıyıp, Tokat dağlarında örgüt sorumlusuna teslim eder. Örgüt sorumlusu notu açıp okur. O notta aynen şöyle yazılıdır. “Bu kaçkın işbirlikçiyi mahkeme edin, sonra uygun bir yere gömün!” Civan kendi ölüm kararını kendi taşımıştır.


Örgüt sorumlusu gece notu okur, sabahında da mahkemeyi kurarlar. Sayıları 20 civarında olan bu grup devrim mahkemesini kurar. Tetiği çekecek kişi öncesinden tespit edilir. Her şey önceden hazırlanmıştır. Dağın uygun bir yerinde mahkeme başlar. Mahkeme başlar ama, Civan ilginç bir şeye tanık olur. Yoldaşlarından üç kişi az ötede bir çukur kazmaktadırlar. Mahkemede söylenenleri dinledikçe o çukurun kendi mezarı olduğunu anlar ve konuşmama kararı alır. Konuşmaması devrim mahkemesine saygısızlık ve hakaret olarak kabul edilir. “Hain” olduğu bu tutumundan bile anlaşıldığını söylerler. Sonuç: hızlandırılmış biçimde idam kararı verilir. İçlerinde itiraz eden de çıkmaz. Bu karar üzerine Civan’a son sözleri sorulur, o da, “Yaşasın sosyalizm!” der. Örgüt sorumlusu itiraz eder, “Bir hain işbirlikçi sosyalizmi ağzına alamaz!” der ve tetikçiye erken davranmasını söyler. Az ötede Civan’a diz çöktürürler. Tetikçi elinde tabancasıyla arkasına geçer. Civan ikinci kez şaşırır. Tetiği çekecek kişiyle dün gece sırt sırta yan yana uyumuştur. Bir an göz göze gelirler, Civan, Osman’a adete, “Bari sen yapma!” dercesine bakar. Tetikçi Yoldaş Osman’ın yapacağı bir şey yoktur. Karar verilmiştir, devrimin adaleti birazdan yerine getirilecektir. Civan son bir defa daha aceleyle az ötede mezar kazanlara bakar. Öyle bir aşkla kazıyorlardır ki, gören yoldaşlarına bir mezar açmak için değil de, birazdan bir küp altın bulmak için kazdıklarını sanır.


Katil arkadan bir el ateş eder, Civan dizleri üzerinden kayarak yere yıkılır. İkinci el ateş etmesine müsaade etmeyen örgüt sorumlusu, “İkinci kurşun fazla…” der. Tabancayı Osman’ın elinden alırlar. Üç beş kişi hızlı biçimde Civan’ı yerden kaldırıp az ötede kazılmakta olan mezara doğru götürürler. Mezar da hazır hale gelmiştir bile. Aynı hızlılıkta Civan’ı üstü başıyla kazdıkları çukurun içine bırakırlar. Aynı hızlılıkta çukurun üstünü toprakla kapatırlar. 


Civan’ı çukura atanlardan biri daha sonra tetikçi Osman’a, “Civan’ı mezara koyduğumuzda henüz canı tam çıkmamıştı, vücudu sıcaktı!” der. 

Devrim mahkemesi devrimci adaleti yerine getirdiği için kamptaki devrimciler gururlanırlar. İçlerindeki bir “hain” i cezalandırarak devrimci bir hamle daha kazandıkları için, devrim lehine sadece dağların dinleyeceği biçimde sloganlar atmışlardır. 


Civan olayının bir ay sonrası dağdaki örgüt dağılır, kaçanlar olur, kalanlardan bazıları şehre gelir gelmez yakalanırlar. Bazıları poliste konuşur, Civan’ın durumunu anlatır. Polis ve Jandarma birlikte Civan’ın konulduğu çukura gelirler. Çukurun başına geldiklerinde Civan’ın bir kolunun dışarı sarktığını görürler. Polislerden biri Civan’ın gömlekli koluna dokunur. Kolundaki saate gözü takılır. Saat çalışıyordur, polis birden panik olur. “Bu yaşıyor!” der. Herkes şaşkın hızlıca çukurdan çıkarırlar Civan’ı ama ölü olarak. Dediklerine göre, Polis saatin çalıştığından hareketle Civan’ın da yaşıyor olabileceğini düşünmüş. Aynı polisin sinirden ve heyecandan sinir krizleri geçirdiği söyleniyor. 


Bu korkunç olay bundan 30 yıl önce Tokat’ta dağın birinde birebir gerçek olarak yaşanmış ve üstü herkes tarafından kapatılmıştır. Önce ailesi 30 yıldır Civan’ı anmamakta, sahiplenmemektedir. Sonra da insan hakları örgütleri bildikleri halde savunmamışlardır, gazeteciler bildikleri halde haberini yapmamışlardır. 

Bu hikaye “Sığınamayanlar” adlı romanımdan kısaltılarak alınmıştır.

 

12 Haziran 2023 Pazartesi

Batı’nın PKK/YPG deki “Çocuk savaşçılar” sessizliği






 

Son 40 yılda PKK yaşları küçük binlerce çocuğu savaşçı yaptı ve bu çocukların çoğu çatışmalarda ve iç infazlarda öldü. Buna mukabil Türkiye Cumhuriyeti Devleti hükümetleri de PKK’deki “Çocuk savaşçılar” konusunda epey bir dönem suskun kaldılar, sanki böyle bir gerçeklik yokmuş gibi bir tutum içinde oldular. Misal ’90 lı yıllarda bu konuda yazılmış herhangi bir yazı kitap hatırlayanımız var mı? Bu konularda yazınsal çalışmalar yapan biri olarak hatırlamıyorum. 

 

Başta hükümetler olmak üzere, sivil toplum örgütleri de “Çocuk savaşçılar” üzerine gündemler oluşturmadılar ve böyle bir sorun yokmuş gibi yaptılar. Örneğin BM’ye (Birleşmiş Milletler) şikayetçi olmadılar ve bu konuda uluslararası kamuoyunda görünürlük sağlayamadılar. Normalde çocukları savaştırmak BM müfredatında "insanlık suçu" olarak geçer. Bunu ister bir devlet isterse herhangi bir örgüt yapmış olsun. Çocuk çocuktur ve savaşta kullanılmaları bir insanlık suçudur. 

 

Türkiye’de Hükümetler BM’ye şikayetçi olmadılar, çünkü davacı olmaları durumunda BM’nin PKK’yi savaşın bir tarafı olarak kabul etmesi gündeme gelebilir kaygısı vardı. Bu yüzden de Türkiye’de hükümet yetkilileri her defasında ‘PKK savaşı’ yerine, terörle mücadele demeyi tercih ettiler. Bir bu yönüyle bir de şöyle bir durum var. Eğer PKK çocuk savaşçı kullanıyorsa ki kullanıyor, çatışmalarda devletin bu çocukları öldüren konumda olma durumu var. Bu konuyu araştırırken şöyle bir şey fark ettim. Devlet 1980’li yıllarda sağ ya da ölü ele geçirdiği militanların adını, yaşını ve nereli olduğunu açıklıyordu. ‘90’lı yıllardan sonra ise sadece sayı vererek şu kadar terörist ölü ele geçirildi açıklamasında bulunuluyor. Eğer ölenlerin kimliği açıklansa bazılarının 18 yaşın altında olduğu açığa çıkacaktır. Buna benzer nedenlerden dolayı çatışmalarda ölenlerin kimliğini basına açıklamıyorlar.

 

PKK çatışmalarda öldürülen “çocuk savaşçı” larının adını açıklamasına rağmen içerde ve dışarda bir sessizlik var.

 

PKK daha yakın döneme kadar “Çocuk savaşçılar” kategorisi diye bir şeyi tanımıyordu. Birkaç yıl öncesine kadar da yılda bir defa yayınladıkları “Şehitler Albümü” kitaplarında çatışmalarda öldürülen çocukların adını (çocuk olduklarına dair hiçbir vurgu yapmadan) yetişkin savaşçılarla birlikte anıyorlardı. İlk o albümlerde fark etmiştim, çocuk gerillaların çatışmalarda öldürüldüğünü. Bunların arasında 14-16 yaşlarında olanlar da vardı. 2019’da “Onlar Daha Çocuktu” kitabımı yazarken araştırmıştım. O günlerde bana ilginç gelen şeylerden biri de, bir dönem dağda kalmış eski gerilla tanıkların anlatımlarıydı. Meğer bir çoğu dağda çocuk savaşçının ne olduğunu bilmiyormuş. Küçük yaştakilere “Gençler-Civanlar” olarak hitap edilirmiş. Yani dağda 13 yaşında da olsanız, 20 yaşında da olsanız genç olarak görülüyorsunuz. Dağ şartlarında yaş küçüklüğüne değil de, fiziki durumuna bakılıyor, eğer boyunuz posunuz yerindeyse 13 yaşında da olsanız sorun olarak görülmüyorsunuz ve çatışmalara katılabilirsiniz. Eski bir gerilladan dinlemiştim, “Çocuk silahı omzuna astığında, eğer namlunun ucu yere değmiyorsa o artık bir savaşçıydı ve çatışmalara katılabilirdi.” demişti. Dağlardaki kamplarda bu çocukların sayısının ne kadar olduğunu da sormuştum, bu konuda bir araştırma yapılmadığını ama bazı kamplarda (özellikle ’90 lı yıllarda) yarıya yakının çocuklardan oluştuğunu söylemişti. PKK 1984’ten beri (İlk çatışmaların başladığı tarih) her Kürt ailesinden bir çocuğu savaşçı yapma kararını uzun bir dönem etkili olduğu Kürt köylerinde hayata geçirdiğini, hem PKK’nin yazılı kaynaklarından okumuş, hem de o dönem dağda kalmış eski gerillalardan dinlemiştim. Yazılı kaynakların ve o dönemin tanıklarından edindiğim bilgilere göre, PKK son 40 yılda 20 bin civarında çocuğu saflarına katarak savaşçı yaptı. Bu çocukların büyük kısmı çatışmalarda öldürüldü, bir kısmı da hapis oldu. Bu çocuklardan bazılarıyla hapishane koğuşlarında birlikte kaldık. Bazılarının trajik hikayesini kitaplarımda konu ettim. Bazıları görmezlikten gelse de bu çocukların durumu bilinmeyen bir şey değil. Bu ülkede hatta Avrupa ülkelerinde bir çoğunun bildiği ama kimsenin konuşmak yazmak istemediği bir savaş gerçekliğidir. Üstü örtülerek kapanacak bir konu olmamalıdır. 

 

Bağımsız sivil örgütler ve hukukçular, neden BM ye ve uluslararası kurumlara başvurmuyorlar?

 

Araştırmalarıma göre bu konuda ciddi bir çalışma yapan sivil toplum örgütleri yok. Sol çevreden insan hakları örgütlerinin çoğu, mahallede ve yurtdışında PKK baskısı yüzünden dışlanacakları kaygısıyla pek çoğu bu konuyla ilgilenmiyor. PKK saflarında dağlarda öldürülen Kürt çocukları kimsenin pek umurunda değil. Bugün Türkiye’de onlarca insan hakları örgütü olmasına rağmen, çocuk hakları örgütleri olmasına rağmen bunlardan hiçbiri PKK deki “Çocuk savaşçılar” la ilgilenmiyor. Sadece yereldeki sivil örgütler değil, uluslararası sivil hak örgütleri de bu konuya dair pek duyarlı değiller. PKK yayınları son yıllarda çatışmalarda öldürülen yaşı küçük militanlarını, basın yayın organlarında adıyla haber yapıp anmasına rağmen bu durum, Batılı ülkelerde kimseyi rahatsız etmiyor. Hem Türkiye içinde hem de Suriye’de PKK/YPG saflarında savaştırılan bu çocuklar, Batılı çevreler de IŞİD’e karşı savaşan birer “Özgürlük savaşçısı” olarak bakılıyor ve Batı basınında değer görüyorlar. Son yıllarda özellikle kadın savaşçılar hakkında kitaplar yazılıp filmler çekiliyor. Batılı ülkeler bu konuda çok bariz bir ikiyüzlülük tutumu içindedirler. PKK/YPG ile Suriye’de iş tutukları için, yaşları küçük çocuklara ilgisiz kalıyorlar. Bu çocukların ölümlerinde bu ülkelerin de sorumlulukları olduğunu belirtmem gerekiyor. 

 

Batılı ülkelerin PKK/YPG’yi rahatsız etmeme tutumlarını, “Diyarbakır Anneleri” girişiminde de görüyoruz. Çocuklarını örgütten isteyen bu Annelerin eylemi son derece barışçıl olmasına rağmen, 4 yıldır ilgisiz kalan, adını anmayan ve haberini yapmaktan bile imtina eden bir Batı basını var. Bunlar Türkiye’deki sol muhalif basınla uyumlu görünüyorlar. Hem Batı’daki hem de Türkiye’deki muhalif sol basın Diyarbakır Annesinin dağdan sağ gelen çocuğunu değil, Kürt Annesinin dağda ölmüş/öldürülmüş çocuklarını daha çok seviyorlar. 

 

Batılı basın ve Türkiye’de sol muhalif basın “Diyarbakır Anneleri” gerçeğini görmek duymak istemese de, bu Annelerin eylemi bir çok ezberi yıktı. Özellikle insan hakları savunucularının ve sol duyarlı yazar sanatçılarının maskesini indirdi. Bu Annelerin girişimi sayesinde artık Kürt çocuklarını dağa çıkarmak, onlardan savaşçı yapmak kolay olmayacak! 

 

12 Mart 2023 Pazar

Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…


Beklediğiniz gelecek az önce geçip gitti…

 

Neredeyse herkes geleceği bekliyor, eğer gelecek bir an evvel gelse sanki her şey daha güzel olacaktır. İnsandaki gelecek beklentisi, şimdiki an’ı yaşamaması için hazırlanmış bir tuzaktır. Bir yerden bir şeyin geleceği yok. Gelecek olan geldiğinde, insan beklediği yerde olmayabilir, ve çoğunlukla da olmaz zaten. İnsanlardaki gelecek beklentisi toplum mühendisleri tarafından uydurulmuş bir kuruntudur. Oysa insan her ne arıyorsa yakınında ve şimdi ki zamanda aramalı, yakınında ve şimdi yoksa hiçbir yerde yoktur. İnsan hiçbir şeyi ertelememelidir, ertelenmiş, yaşanmamış bir geçmişin telafisi yoktur. Her şey geçip gidiyor ve dünyanın kahrı bitmiyor.

 

Geçmişten günümüze solcu devrimcilerin ömrü geleceğin daha güzel olacağı hayaliyle geçti. Bu yüzden de özgürlüğü ve yaşanılacak bir dünyayı hep daha iyi bir gelecekte aradılar. Oysa Tolstoy, özgürlüğü şimdinin içinde arayın şimdinin içinde yoksa gelecekte de olmayacaktır diyordu. Şair Boris Pasternak ise, Rusya’da Ekim devrimi için “Yeryüzünün ilk aşkıyız” demişti. Ölümüne yakın ise, “Geleceği beklemekten ve sevmekten yoruldum artık.” cümlesini kurmuştu. Devrimden sonra 50 yıl geçmişti ve Pasternak halen daha gelecek beklentisi içindeydi. Artık nasıl bir gelecek beklentisi içindeydiyse bir türlü gelmiyordu.

Şair Yevtuşenko ise bir şiirinde, “Uzaktaki sonuçlara gönül vermiş insanlarız” diyordu.

Sadece Rusya’da değil, dünyanın bir çok yerinde geleceği bekleyen devrimciler, içinde bulundukları şimdiyi yaşayamadılar. Özel yaşamlarını inceleyelim, başta kendilerini, yakınlarını ve çocuklarını ihmal etmekle geçirilmiş bir yaşanmamışlık hikayesiyle karşılaşırız.

 

Şu üç günlük ömrümüzde azla yetinmeyi öğrenelim, fazlası başkalarınındır ve bu hayat denilen oyunun sonunda bize lazım olacak şey, iki metrelik bir çukurdur. Bu çukuru unutanların hepsi olmadık hayaller peşinde koşarak heder oldular. İnsanın bir hayali olmalı ama bu hayal başkalarının kabusuna yol açmamalıdır. Gelecek beklentisinin ömrünüzden çalmasına müsaade etmeyin. Gelecek dediğimiz şey geldiğinde biz orada olmayabiliriz… Tıpkı Tren istasyonunda saatini kaçırmış yolcu gibi… biri size seslenip, “Beklediğiniz Tren az önce geçip gitti buradan…” diyebilir. 

 

1 Ocak 2023 Pazar

Savaşa Karşı Barışı Savunmak...

Savaşa karşı Barışı savunmak!

 

 Savaş gibi bir konuda tutulacak her taraf, bu taraf zayıfın tarafı bile olsa, savaşı ve savaş literatürünü yeniden üretir. Bu konuda yazar Elias Canetti gibi düşünüyorum, “Savaşlar, yalnızca savaşmak içindir. İnsanlık bunu kendi kendisine itiraf etmediği sürece, savaşla gerçek anlamda savaşılamaz.” Ayrıca Savaş bir kader değil, insanların başka insanları öldürme tercihidir. İnsanların öldürme tercihinde bulunduğu bir savaşa nasıl taraf olabilirim? Savaşı başlatana doğrudan tavır alınmalıdır. İnsanlar savaşla hiçbir şey elde etmemelidirler. İnsanların ölümü üzerine hiçbir şey kazanılmamalıdır. Ölümlerden sonra özgürlük değil, mezarlık gelir. Hiçbir savaşın özgürlük getirdiğine inanmamak lazım. Eğer getirdikleri bir şey varsa, yıkılmış şehirler, ve büyük arazilere kurulmuş mezarlıklardır. Dünyanın her yanında geniş geniş mezarlıkların olmasına rağmen, hiçbir yerde geniş geniş özgürlükler göremiyoruz. 

 

Bir de başkalarının savaşına yüksek sesle “hayır!” diyenler var. “Savaşa hayır!” bu tavrı gördüğüm yerde sevinçten gözlerim yaşarıyor. Ama başkalarının savaşına çok rahatlıkla “hayır” diyenler, kendi savaşları söz konusu olduğunda “Biz kazanacağız!” diyorlar. Burada da sahici olmadıklarını görüyoruz. Yakın zamanda PKK’nin haber sitesinde okudum, PKK kadın merkez yönetimi, “Savaşı her alanda tırmandıracağız’” açıklaması yapmışlar. 40 yıldır savaştıkları halde, 100 binden fazla insanın ölümüne neden oldukları halde, halen savaşta ısrar edebiliyorlar. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşıyorlar. Avrupa ve Latin Amerika kendi tarihlerinin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

Görüldüğü üzere 40 yıllık Kürt dağındaki savaşta gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulmamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

Savaş karşıtlarının çoğalması gerekir

 

Bunun öyle kolay olmadığını geçmiş deneyimlerden biliyoruz. Bir toplumda savaş karşıtlığının gelişmesi için öncelikle o toplumu bu konuda harekete geçirecek şeylerin olması lazımdır. İnsan hakları örgütlerinin ayrımsız biçimde hak savunuculuğu yapması, şiddete karşı olması, şiddet uygulayıcılarını eleştirebilecek konumda olması çok önemlidir. Peki, Türkiye’de böyle bir insan hakları örgütünüz var mı, yok. Savaş karşıtı yazarların olması gerekir. Türkiye’de sol mahallede savaş karşıtı yazar var mı? Rahatlıkla ‘Var’ diyemiyoruz. Devleti eleştiren sol mahalleden yazarlar aynı rahatlıkta PKK’nin şiddetini eleştiremiyor. Gerçek anlamda insan hakları örgütünüz yoksa, örgütten gelen şiddeti eleştiren yazarlarınız, gazetecileriniz yoksa, sivil toplum örgütleriniz yoksa gönül rahatlığıyla savaş karşıtlığından da bahsedemezsiniz. 

 

Bu ülkede çok uzun yıllar muhalif olmak, devlete karşı olmak olarak algılatıldı, algılandı. Yani devletin mağdurlarının yanında olmak, onları savunmak aydın yazarlara doğrudan muhaliflik, haklılık payesi verdiriyordu. PKK ve sol radikal örgütlerin kendi mahallelerinde yarattıkları mağduriyet bu büyüyü bozdu. Meğer anlaşıldı ki devlet mahallesinde mağdur olanlar kendi mahallelerinde zalim olmuşlar. Türkiyeli aydınların ve yazarların trajedisi tam da burada başladı. Devleti çok rahatça eleştirenler, PKK’yi ve sol örgütleri eleştiremediler ve hâlen eleştiremeyen bir çoğunluk var. Bu samimiyetsizlik, aydın ve yazarların muhalifliğinin sorgulanmasına neden oldu. PKK mağduriyetleri karşısında açıktan tavır alamayan, sinik hesapçı aydınlar ve yazarlar, muhalif olabilme özelliklerini yitirdiler. 

 

Yeni yılda Barışın iyiliği üzerinizden eksilmesin!

 

 


9 Mart 2022 Çarşamba

İçimizdeki Safiye



 

Gülseren Budayıcıoğlu’nun romanından uyarlanan “Masumlar Apartmanı” dizisini izleyenler, Safiye hakkında ne düşünüyorlar? Dizinin bazı şeyleri fazla abarttığını düşünenler olmuştur. Ben ise gayet gerçekçi ve Safiye’nin içimizden biri olduğunu düşünüyorum. Belki her evde değil ama bir çok evde Safiyelerin olduğunu biliyorum. Bizim gibi toplumlarda şiddet evden başlıyor. Baba anneyi, Anne de çocuklarını dövüyor. Çocukluğum “Safiye” tipinde kadınlara komşuluk yaparak geçti. Beş komşu kadından beşi de çocuklarını dövüyordu. Üç ve fazlası çocuklu kadınlardan tümünün çocuklarına evde şiddet uyguladığına kefil olabilirim. Özellikle Taşrada çok çocuklu ailelerde Annesinden dayak yememiş çocuğa az rastlanır. Mesela benim ve komşu yaşıtlarımın çocukluğu banyo leğenlerinde çimdirilirken Annelerimizden dayak yemekle geçti. Başa sürülen yeşil sabunun göze kaçan yakıcı köpüğü yetmezmiş gibi, bir de bakır tasla dövülme seanslarına maruz kalmamak için leğenin içinden firar edip kaçanlar kuşağındanım. Bu toplum önemli oranda görücü usulüyle evlenmiş/evlendirilmiş aile topluluklarından oluşuyor. Evinde eşi tarafından sevilmemiş, horlanmış, dayak yemiş kadın, bütün öfkesini elinin altındaki çocuğundan çıkaranların sayısı bir hayli fazladır. Babadan anneye, anneden çocuklara uzanan uzun ince sevgisizlikten beslenen bir şiddet sarmalının devamcılarıyız. 

 

“Masumlar Apartmanı” bu anlamıyla oldukça gerçekçi ve yaşanmış dramları konu ediyor. Dizideki “Safiye” geçmişte annesi kendisine ne yapmışsa bir fazlasını kardeşlerine ve kendisine yapıyor. Aile bireyleri ruhlarının derinlerine ekilmiş, öğretilmiş bir şiddetin kurbanı ve geniş anlamda toplum bu ailelerden oluşuyor. İçimizdeki bu çöl, aile içindeki sevgisizlikten besleniyor. Sevgi hakkı yadsınmış olan her insan sakatlanmış, varlığının kökleri baltalanmış demektir. Bu gibi durumlarda sevgi, yaşanmamışlık haline gelince her tür şiddetin kaynağını oluşturabiliyor. Belki de öncelikle yüzleşmemiz gereken şey, içimizde özenle koruyup büyüttüğümüz sevgisizlikten beslenen çöllerimizdir. “Masumlar Apartmanı” sakinleri kendi çöllerini çöp olarak biriktirmişler. İnsanın geçmişi çöp değildir ki kapının önüne koysun. O yüzden de biriktirdikleri çöplerini kapının önüne koyamıyorlar. Geriye tek çare kalıyor, geçmişlerinde biriktirdikleri sevgisizlikle yüzleşmek!

 

 Dizi oyuncuları başta “Safiye” karakterini canlandıran Ezgi Mola ve tüm ekip işini iyi yapıyor. Emeği geçenleri tebrik ediyorum. 

 

 

1 Kasım 2021 Pazartesi

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

 


 

Yaşanan travmanın nedenini bilememek ve onunla baş edememek… 

 

Travmalara maruz kalmak kötü bir şeydir, ama daha kötüsü bu travmanın nedenini bilememektir. Türkiye toplumu kısırdöngü bir cenderenin içinde debelenip duruyor. Bunun temel sebebi geniş anlamda hem devlet, hem de toplum olarak maruz kaldığımız travmanın ne olduğunu bilememekten kaynaklanıyor. Eğer travmanızın ne olduğunu bilemezseniz onunla baş da edemezsiniz. 40 yıldır ülke PKK ile bir savaş içinde, ama adını koymamak için her yol yöntem deneniyor. Eskiye göre bugün PKK’nin gücü ve eylemleri azalmış gözüküyor. Ama uzun sürmüş bu savaşın yıllar içinde biriktirdiği sıkıntılar ve yıkımlar orta yerde duruyor. Ülke insanı PKK savaşı yorgunudur. Kürtler bu çatışmalı süreci daha yoğun yaşadılar. Bazıları çatışmalarda çocuklarını, bazıları evini köyünü kaybetti. Ama buna rağmen PKK yorgunu olduklarını halen daha dillendiremiyorlar. 

 

Sanırım bu konudaki kayıtsızlık şuradan kaynaklanıyor, Sol mahallede PKK'yi devletin karşısında bir hak/direniş örgütü görmekten kaynaklanıyor. Bazen eleştirilerime ilişkin şöyle yorumlar geliyor, “PKK’yi abartıyorsunuz, devletin baskısı ve yaptıklarının yanında devede kulak kalır.” Bir bakalım mı PKK devenin yanında nasıl gözüküyor? Savaşın 40 yılda verdiği insan kayıplarında tablo şöyle, içişleri ve savunma bakanlığının belgelerine göre, Devlet operasyonlarda toplamda 73 bin PKK’li öldürülmüş. (Faili meçhuller bu sayının dışında) PKK de 30 bin civarında öldürme gerçekleştirmiş. Bunların 25 bini polis - asker – korucu ve sivil. İmralı mahkemesinde Abdullah Öcalan’ın dediğine göre 15 bin de örgüt içi infaz var. (Bu örgüt içi infazların daha fazla olduğunu düşünüyorum) Bu tabloya bakılacak olursa PKK pek te hak örgütüne benzemiyor. Savaşın acılı bilançosuna biraz daha yakından bakalım mı? Son 36 yılda (1984-2020) Kürt dağındaki savaştaki çatışmalara 8 milyon asker katılmış…  askerlik süreleri boyunca çatışmalara operasyonlara katılanlar şimdi aramızda hep birlikte yaşıyoruz. Sonra da diyorlar ki bu ülke niye mutsuz! Savaştan çatışmadan dönen insanlar iyi olabilir mi?

 

1984 ten beri bu savaşta ölenlerin toplamı 100 bin civarında... savaşın ülke bütçesine zararı 3 trilyon dolar olduğu söyleniyor. Uzun süren bu savaş nedeniyle 4 milyon insan köyünden şehrinden göç etmek zorunda kaldı. Toplamda 1 milyondan fazla insan mahkemelerde yargılandı, hapishanelere atıldı. Çatışmalarda ölen 25 bin asker - polis için Türkiye'de 81 ilde "Şehitler mezarlığı" yapıldı. Diğer taraftan dağlarda örgüt içi infaz olanların bir mezarı bile yok. Bunca yıkıma ölüme neden olmuş bu savaşa "savaş" dediğimizde "Savaş demeyin!" diyorlar. Ne diyelim peki...?

 

PKK’yi herhangi bir örgüt gibi görürseniz, savaşına da “savaş” demezsiniz. “Savaş iki devlet arasında yapılırmış.” PKK’nin Suriye’de (Rojava bölgesinde) oluşturduğu ordusu ve kitlesiyle Avrupalı bir çok ülkeden daha büyük olduğunu bilmek inanmak istemeyenler kendilerini kandırıyorlar. PKK Ortadoğu’da en uzun sürmüş, İran-Suriye ve Batılı devletlerin desteğini almış (40 yıllık) bir savaşın tarafıdır. Ortadoğu’da ve Avrupa’da toplamda 20 milyon kitleyi örgütlemiş istediği gibi yönetiyor. (Avrupa’da nüfusu 2-3 milyon olan devletler var) Suriye’de ki kolu olan YPG şu an son model ABD silahlarıyla donatılmış 60 bin kişilik bir orduya sahip. Türkiye’de seçimlerde HDP üzerinden 6 milyon oyu var. Bazıları için bu yukarıdaki sayıların bir kıymetinin olmadığını biliyorum. Bu ölenlerin her biri, bir can, bir baba bir evlat. Bilin bakalım en çok bu tabloyu sol mahallede görmek istemeyenler kim? Yazar, gazeteciler sanatçılar... en son bu tabloyu konuşan yazan birini tanıyor musunuz?

 

 Bu ülkede 1980 doğumlular hayata gözlerini açtıklarında kendilerini Kürt dağındaki savaşın içinde buldular. Bu nedenle de 40 yaş altı kuşak günlük hayatı çatışmalardan operasyonlardan ibaret sanıyor. Çatışmasız hayatın nasıl bir şey olduğunu bilmiyorlar. Daha korkunç olanı ise içinde yaşadıkları ortamın bir savaş ortamı olduğunu bilmemeleridir. Ülkenin Z kuşağı üzerine değerlendirme yapacak olanların bu gerçeği atlamamaları gerekiyor. Son 40 yılda çatışmalarda iki taraftan toplamda 100 bin e yakın insanımızı yitirdik. Yüz binlerce insan yıllarca hapishanelerde kaldı. Dört milyondan fazla insan şehrinden köyünden göç etmek zorunda kaldı. Bu savaş, son yüzyılda Ortadoğu’nun en uzun süren savaşıdır.  

 

Bu ülkede geniş anlamda bugün yaşanan travmanın nedeni yaklaşık 40 yıldır (1984) Kürt dağında süren, sürdürülen savaştır. Bu savaş ülkenin hem ekonomisini hem de enerjisini heba etti. Ülkenin sosyolojik/psikolojik ve demografik ayarlarını bozdu. Travmamızın/rahatsızlığımızın nedeni de burasıdır. Eskiden askeri vesayet bir gitsin her şeyin düzeleceğine inananlar, şimdi de AKP bir gitsin her şeyin daha güzel olacağını düşünüyorlar. Muhalefetin hükümet nefreti, sorunları ele alışları ve gerçeklikle kurdukları ilişki biçimi pek umut vermiyor. Travmada tam böyle bir şeydir zaten. Yani travmaya yol açan şeyi bilememek ve onunla baş edememektir. Ne kadar çok kutuplaşma o kadar çok iktidar anlayışıyla siyaset yapan bir hükümetle barışın/çözümün de bir yerinde değiliz. 

 

Biz Travmanın üçüncü kuşağıyız, savaş uzun sürdüğü için çatışmayla bir arada yaşamak normalleşti. Son 40 yılda çatışmalarda çok insanımızı kaybettiğimiz için, arada çatışmalarda duyduğumuz üç-beş insan kaybını artık kimseler pek dert etmiyor. Bir savaşın yapmak istediği ilk şey de budur, ölümleri sıradanlaştırmak. Bir savaş ölümü sıradanlaştırdığı yerde amacına ulaşmış demektir. 

 

Neyi yapmamalıyım.

 

Eğer bir yerde savaş çatışma varsa ne yapmam gerektiğini değil de neyi yapmamam gerektiğini biliyorum. Yıllar önce yeminli şiddet karşıtı olmaya karar vermiş biri olarak, başlamış bir savaşı durdurmaya gücüm yetmeyebilir, ama bir yazar olarak yazılarımda kitaplarımda teşhir edebilirim, ve hiçbir zaman savaş çığırtkanlığı yapmamalıyım. Eğer engel olamıyorsam daha da büyümesine neden olmamalıyım. Her ne yapmam gerekiyorsa meşru legal zeminde kalarak yapmalıyım. Özgürlük mücadelesi denilen şey, başkalarının varlığına kast ederek, onların özgürlüğüne son vererek kazanılacak bir şey değildir. Her zaman her yerde ölümlerden sonra özgürlük değil mezarlık gelir. Sorunların çözüleceği yer gizli/illegal zeminler değil, meşru legal zeminler olmalıdır. 

 

Savaşa ve şiddete tövbe etmek

 

İnsanlar hak mücadelelerini şiddet yöntemleriyle çözme arayışına girmemelidir. Soğuk Savaş dönemi sonrası bu yöntemin kazanılmış olumlu bir örneği yoktur. Şiddeti bir mücadele, hak arama yöntemi olarak seçenler, karşılarında daha örgütlü ve daha büyük devlet şiddetiyle karşılaşırlar. Avrupa ve Latin Amerika, tarihin bu sayfasını önemli oranda kapattı. Avrupa, 2. Dünya Savaşı yıkımından sonra kendi coğrafyasında savaşlara tövbe etti.

Orta Doğu gibi bir yerde ise örgüt şiddetleri egemen devletlerin işine yaradı. İnsanlar savaşarak, öldürerek ve ölerek hiçbir kazanım elde etmemeliler. 

 

Görüldüğü üzere 40 yıllık PKK savaşında gelinen bir yer olmadı. 40 yıl daha sürse şiddet yöntemiyle gelinen bir yer olmayacak. PKK’nin “devrimci şiddet” yöntemi geniş anlamda sadece Kürtlere değil, bu coğrafyaya yıkım getirdi. Geçmişte bu yöntemle devrim yapmış olanların da iflah olmadığını gördük. İnsanları öldüren bir mücadele yöntemi hiçbir yerde amacına ulaşmamalıdır. İnsanlar, insanları öldüren bu ilkel mücadele yöntemine son vermelidir. Başkalarının ölümleri üzerine yeni yaşamlar kurmamak lazım, kuranlar olsa bile huzur bulamamalıdır. Okuduğum bütün romanlar “Savaşların kazananı olmaz.” der. Savaşların tek adil yanı, sırasıyla herkesin kaybedecek olmasıdır. 

 

 

 

 

 

 

17 Ekim 2021 Pazar

Ulucanlar Cezaevi Hafıza Müzesinin neyi eksik?


 


Türkiye’de toplumun hafızasızlaştırma nasıl yapılıyor? Yazarlar, PKK ve sol örgütlerin mağdur ettiği insanları romanlarına öykülerine konu etmeyerek, şairler şiirlerine, ressamlar resimlerine, yönetmenler filmlerine…insan hakları örgütleri raporlarına, gazeteciler de haberlerine yazılarına konu etmeyerek. 

 

Peki Türkiye'de yapılan hafızasızlaştırmaya Batılı ülkeler nasıl katkı sunuyor? Şöyle: PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetlerle ilgili projelere destek olmuyorlar. STK'larda bunu bildikleri için bu konulara girmiyorlar. Bugün Türkiye’de bir çok insan hakları örgütünde, devletin yol açtığı binlerce mağduriyet üzerine belge, rapor ve yazılar bulabilirsiniz. Ama PKK ve sol örgütlerin yaratmış olduğu mağduriyetler üzerine bir tane rapor ve belge bulamazsınız. Çünkü kimse tutmuyor bunların kayıtlarını. Geçmişle yüzleşme, toplumsal bellek ve hafıza gibi konularda çalışma yapan dernek ve örgütler adeta işbirliği yapmışçasına bu konulardaki çalışmalarına PKK ve radikal sol örgütlerin yaratmış oldukları mağduriyetleri dahil etmiyorlar. Yakın dönemde eski bir hapishane olan, Ulucanlar hapishanesi, hafıza müzesi oldu. Bu müzede de yapılan şey, sözünü ettiğim hafızasızlaştırmaya iyi bir örnek teşkil ediyor. 

 

Ulucanlar Hapishane Hafıza Müzesinin Neyi Eksik?

 

Müzede hapishane geçmişine dair neredeyse her şey var. geçmişte bu hapishanede olup bitenler birer eşya ile fotoğraflarla anlamlandırılmış. Deniz Gezmiş’in hırkası, Ahmet Arif’in ayakkabısı, Nazım Hikmet’in bir şiiri, hiç adı sanı duyulmamış ama orada bir dönem mahpus olmuş onlarca insanın adını görebiliyorsunuz. Peki bunda ne var, ne güzel işte dediğinizi duyar gibiyim. Tabi ki olmalı, zaten beni rahatsız eden şey ismi olanlar değil, ismi yazılmayanlardır. Mesela 1996 yılında bir görüş günü sevgilisiyle ziyaret yerinde görüş yaparken yoldaşları tarafından kör bir bıçakla öldürülen Ramiz Şişman’a ait bir şey göremedim. Ramiz öldüğünde hızını alamayan katil yoldaşı elindeki bıçağı Ramiz’in kalbine saplıyor. O bıçak uzun bir süre öylece bağrına saplı kalıyor. Mesela o bıçak müzede neden olmaz?

 

Yine aynı yıllarda radikal sol örgütler tarafından  bu hapishanede öldürülen Ulaş Şahintürk, Fatma Özyurt ve Hilal Füsun’a ait bir işarete belgeye de rastlayamadım. Halbuki koğuşlarında aylarca yoldaşları tarafından işkence yapılarak 1995 ve 96 yılında koğuşlarında öldürüldüler. Denizleri asan darağaçları dimdik duruyordu orada. Ama sol örgütler tarafından öldürülen kurbanlara ait hiçbir şey yok o müzede.

Şimdi tekrar soralım o müzenin neyi eksik? Vicdanı eksik vicdanı! 

Bir ülke hafıza müzelerinde işte böyle
 hafızasızlaştırılıyor!

21 Mayıs 2021 Cuma

Cumartesi Anneleri ve Diyarbakır Anneleri

 


 

                                                                “Her kayıp Annesinin içinde

                                                                   üstü örtülmemiş bir mezar vardır.” 

 

Türkiye’de 1990’lı yıllarda yoğunlaşan gözaltında kaybetmeler yeni bir arayışın başlangıcı oldu. 1995 yılında devlet yetkililerinin ve ana akım medyanın sessizliği karşısında kayıplarının akıbetini arayanlar seslerini duyurmak için Taksim'de bulunan Galatasaray Meydanı önünde sessiz oturma eylemi başlattı. Latin Amerika ülkelerindeki (Arjantin örneğinde) Las Madres de Plaza de Mayo annelerinin deneyimi olmak üzere, annelerden ilham alan kayıp yakınları, “Cumartesi Anneleri” bütün müdahalelere rağmen yakınlarını aramaktan vazgeçmedi. Tam 25 yıldır, 1995 Mayıs’ından beri devletin güvenlik güçleri tarafından kaybedilmiş insanların akıbetini öğrenmek için kayıp yakınları her cumartesi öğle saatlerinde İstanbul Galatasaray Meydanı’nda oturuyorlar. Bana sorarsanız bu, yakın tarihin en haklı sivil ve masum girişimlerinden biridir. Ne yazık ki bu haklı girişimin 25 yılda amacına ulaşamadığı görüldü. Latin Amerika ülkelerinde bu türden girişimler önemli ölçüde amacına ulaşabilmişti. Demek ki bir eylem türü her ülkede benzer sonuç vermeyebiliyor. Bu geçen 25 yılda çocuklarını kaybeden anne ve babaların çoğu yaşlılıktan öldü. Her hafta toplanılan meydan ise zamanla ağlama duvarı işlevi gören bir yere dönüştü. Aileler de kayıplarının sağ gelmeyeceğini artık biliyor. O yüzden de kaybedilmiş yakınlarının mezarlarını devletten istiyorlar. Nitekim oturma eyleminin 700. haftasında ailelerden bazıları devlete seslendi. 1990’lı yıllarda kardeşleri Ali ve Mehmet Tekdağ’ın faili meçhul cinayete kurban gittiğini belirten İffet Tekdağ, “Yıllardır kemiklerini arıyoruz ama bulamıyoruz. Nerede olduklarını bilsek, oraya gidip mezarlarında bir dua okuruz. Ölünceye kadar da mücadelemi sürdüreceğim.” dedi. Hazro ilçesinde 1997 yılında gözaltına alınıp kaybedilen İbrahim Gündem’in ablası Feride Mafna da, “Kayıplarımızın bir mezarı olsun ve bayramda onların mezarını ziyaret edelim. Cenazeleri nerede ise çıkarsınlar.” diye konuştu. Bu kayıp yakını aileleri meydanda ne zaman görsem içim burkuluyor.Her kayıp annesinin içinde üstü örtülmemiş bir mezar vardır.25 yıl gibi bir zaman dilimi uzun bir süre. Artık bu saatten sonra kayıplar sorunu bu ülkede devletin geçmişiyle yüzleşmesi sorunudur.

 

Bir eylem biçimi haklı da olsa her ülkede aynı sonucu doğurmuyor. Latin Amerika’da 10 yılda sonuç alanlar Türkiye’de ne yazık ki 25 yılda alamadı. Peki, gelinen aşamada bu aileler ne yapmalı? Bunca yılda bir yol alınamadı. Devletin tutumu ise ortada: çatışmalı bir dönemde bu gibi girişimleri görmek, duymak istemiyor. 2011-2013 arası dönemde bu konuda iyi bir ortam oluşmuştu. Dönemin Başbakanı R. Tayyip Erdoğan Cumartesi Anneleri’ni makamında kabul etmiş, dertlerini dinlemişti. Bu kabul o güne kadar devletin bu konuda attığı en olumlu adımdı. Çözüm süreci sekteye uğrayınca, sonrasında bir gelişme olmadı.

 

Kayıplar meselesi artık geçmişle yüzleşme sorunudur

 

Bu ülkede “faili meçhul kayıplar” sorunu artık bir geçmişle yüzleşme sorunu olarak ele alınmalıdır. Devlet geçmişiyle yüzleşme kıvamına gelmedikçe, bu türden eylemlerin gündelik hayatta bir karşılığının olacağını düşünmemek lazım. Geçmişle yüzleşme meselesi ise çok boyutlu ve geniş bir meseledir. 1990’lı yıllardaki kayıplar da bunlardan biri olabilir ancak. Bu saatten sonra kayıp yakınları gerçekten yakınlarının hesabını sormak istiyorlarsa bunu tekil biçimde kayıpları aramak, sormak biçiminde değil de devletin geçmişle yüzleşmesi için verilecek meşru demokratik sivil mücadelenin içinde kalarak yapmalıdır. Bir toplum, bir ülke ancak şu durumlarda geçmişle yüzleşme çabası içine girebilir. Eğer bir ülkede çatışmalar sürüyorsa, o çatışmanın sonlandırılması için uğraşılmalıdır; çünkü çatışmalar devam ettikçe geçmişin hesabını sormak mümkün olmaz. Tıpkı şimdi olmadığı gibi… Bir ülkede çatışmalar durduğunda, geçmişte yapılan kötü uygulamalar yüzleşme konusu yapılabilir.

 

Görüldüğü gibi Türkiye, PKK ile içeride ve dışarıda çatışmalı bir süreç yaşıyor ve bu süreç 40 yıldır devam ediyor. Bu çatışma içinde devletin “faili meçhuller”le ilgileneceğini düşünmek gerçekçi görünmüyor. Eğer kayıp yakınları gerçekten devletten bir yüzleşme bekliyorlarsa, çatışmasızlığı savunmalıdırlar. Devlete “Operasyonları durdurun” diyebildikleri gibi, örgüte de “Eylemlerinize son verin” diyebilmelidirler. Gelinen aşamada İnsan Hakları Derneği (İHD) açısından sahicilik ve hakkaniyet sorunu da yaşanıyor. Devlet mağduru ailelerin kayıplarına sahip çıkarken, örgüt mağduru ailelerin kayıplarını görmezden geldiği için sahiciliğini tartışma konusu yapıyor. Bir yandan devletin mağdurlarının çetelesini tutarken, diğer yandan örgüt mağdurlarına ilgisiz kalması birer ayrımcılıktır ve insan hakları ihlalidir. Buna benzer nedenlerden ötürü İHD’nin bu türden girişimleri geniş kesimler tarafından kabul görmüyor. 

 

“Diyarbakır Anneleri” ezber bozdu

 

Yaklaşık 20 yıldır PKK ve radikal sol örgüt mağdurlarını yazılarıma ve kitaplarıma konu ediyorum. Bu zaman diliminde edindiğim izlenim ve deneyim şu olmuştu. Devlet mağduru olduğunuzda bu ülkede sahipleneniz savunanız çok olmasına rağmen, örgüt mağdurlarını pek kimseler savunmuyor. Özellikle sol ve HDP Kürt mahallesinde örgüt mağduru olmanın hiçbir getirisi olmadığı gibi, “hain” damgasıyla etiketleniyorsunuz. Geçmişten bugüne son 40 yılda devlet mağdurları kayıp yakınlarına her ortamda sahip çıkıp savunabilmelerine rağmen, örgüt mağduru bir tek aile çıkıp da hiçbir platformda örgüt mağduru yakınını savunamamaktadır. PKK ve radikal sol örgütler tarafından binlerce örgüt infazları yapılmış olmasına rağmen son 40 yılda bu ailelerden bir teki öldürülmüş çocuğunu savunamadı. Bu alanda durum bu iken, 2019’un Ağustos ayının son haftasında Hacire Akar adında bir Kürt anası dağa gönderilmek üzere olan oğlu Mehmet Akar’ı örgütün elinden almak için Diyarbakır HDP İl Başkanlığı binasının önünde oturma eylemine başladı. İlk duyduğumda inanamamıştım. “Diyarbakır gibi bir yerde bu ne cesaret!” dediğimi hatırlıyorum. Bu konularda yazan biri olarak ezberimin bozulduğunu itiraf etmem gerekiyor. Hacire Akar üç günlük oturma eyleminden sonra oğluna kavuştu. Bunu duyan, çocuğu örgüt tarafından dağa çıkarılmış başka aileler 3 Eylül 2019 tarihinden itibaren HDP önünde oturma eylemine başladı. İlk haftada beş aile, bir ayın sonunda 40 aile, altı ayın sonunda 105 aile, bir yılın sonunda ise 160 aile eyleme katıldı, bunlardan 18 aile evladına kavuştu. HDP’nin ilk tepkisi ise bu ailelerin sesine kulak vermek yerine il binasının kepengini kapatmak oldu. Sonraki günlerde ise bu kez, “Bu aileleri devlet gönderiyor kapımıza…” açıklamasını yapmaya başladılar. 1990’lı yılları bilen biri olarak HDP’nin bu tepkisi bende bir şeyleri hatırlattı. 1995’te Cumartesi Anneleri ilk oturma eylemi yaptığı dönemde hükûmetten bazı yetkililerin tepkisi de aynen şöyle olmuştu: “Bu aileleri o meydana örgüt gönderiyor.”  HDP’nin bu tepkisi o günlerde bana şu cümleyi kurdurmuştu: “Sırası gelen nasıl da zalim oluyor.” 30 yıl önce devletin kendilerine kurduğu cümleyi bu defa onlar çocukları dağa çıkarılmış yoksul Kürt analarına karşı kuruyorlardı. HDP başka konuları olduğu gibi Diyarbakır Anneleri sürecini de iyi yönetemedi. Anaların çığlığına kulak verip empati yapacakları yerde, polisiye açıklamalarla bu annelerin eylemini itibarsızlaştırmayı tercih ettiler. 

 

Anaların acılarını yarıştırmadan paylaşmak gerekir

 

Diyarbakır Anneleri dağa çıkarılmış çocuklar için HDP önünde oturmaya başladıklarında, Cumartesi Anneleri’nin bu annelerle empati yapması gerektiğini beklerdim, ama beklemedim. Çünkü zaman içinde bu ailelerin HDP ve çevresine angaje olduklarını, bunun için de HDP’ye rağmen bağımsız bir tavır geliştiremeyeceklerini biliyordum. Sonrasında ise yanılmadığımı anlamış oldum. Ben bu satırları yazarken takvime baktığımda, Diyarbakır Anneleri oturma eylemlerine başlayalı bir yıldan fazla olmuştu. Bu zaman zarfında Cumartesi Anneleri bu ailelerle dayanışma içine girmedi. Onlar da HDP gibi Diyarbakır’daki annelerin devletin anneleri olduğu inancıyla uzak durmayı tercih etti. Tersinden benzer şey Diyarbakır anneleri için söylenebilir. Bu anneler de Cumartesi Anneleri’ni anmadı. Bu anneleri biraz daha yakından incelediğimde gördüm ki aslında bu anneler aynı mahallelerde oturuyorlar ve benzer mağduriyetler yaşıyorlar. Acıları ortak olmasına rağmen eylemlerini ortaklaştıramadılar. Bu anlamıyla bu aileler özelinde görünen şey, bu gibi konularda yüzleşmekten ne kadar uzak olduğumuzdur. 

 

Cumartesi Anneleri girişiminin örgütün etkisinde olması, bu kayıp ailelerinin girişimini haksız kılmaz. Çok haklı bir talepleri var; devletten bir mezar yeri istiyorlar onların sesine ilgisiz kalınamaz. Benzer şey Diyarbakır Anneleri için de söylenebilir. Bu ailelerin girişimini devlet destekliyor diye görmemezlikten gelinemez. Bu anneler de örgüt tarafından dağa çıkarılmış, birçoğu küçük yaştaki çocuklarını sağ istiyorlar. 15 yaşlarındaki çocukların dağa çıkarılması, savaştırılması bir insanlık suçudur. Bu yaştaki çocuklar akşam gün karardığında ebeveynlerinden izinsiz çarşıya çıkamazken, ailelerinden habersiz dağa çıkarılmaları onlara uygulanmış şiddettir. Bu ailelerin dağa çıkarılmış çocuklarını örgütten isteme hakları vardır. Bu hak, analık babalık hakkıdır ve çok değerlidir. İşte buna benzer gerekçelerden dolayı ilk günden itibaren bu ailelerin eylemini siyasi hesaplardan uzak durarak destekledim; tıpkı Cumartesi Anneleri’ni desteklediğim gibi. Bu iki acılı anne grubunun girişimi bir şeyi bize çok net biçimde gösterdi: Bu ülkede kimse geçmişten henüz ders çıkarmamış. Bu yüzden de geçmişle yüzleşmenin henüz bir yerinde değiliz.

 


 

 

 

 

10 Mayıs 2021 Pazartesi

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Kürt sorunu bu ülkede neden çözülemiyor? Bu sorunun en açık cevabı kanımca şudur: T. C. devleti hükûmetleri sahici anlamda çözüm istemiyor! Bazen derler ya 12 Eylül bu topluma giydirilmiş bir deli gömleğidir. Bence bu gömlek 12 Eylül’de değil, 1923′te giydirildi (Cumhuriyetin tekçi anlayış üzerine inşa edilmesi, Kürtlerin varlığını inkâr etmesi, asimile yöntemine başvurması çok yanlış şeylerdi). 12 Eylül 1980′de bu inkâr ve asimile çalışmalarına güncelleme yapıldı. Tekçi cumhuriyetin yanlışlarını burada bir bir saymayayım ama demokratik değerlerden yoksun kurulmuş, yanlış geliştirilmiş bir cumhuriyettir. Sorunun çözümü de bu tekçilik üzerine kurulmuş, tek kolonlu bir cumhuriyetten çıkmakla mümkün olacaktır. Yeni bir anayasa Kürtlerin inkârı üzerine inşa edilmiş, tekçi zihniyetten arınarak yapılmalıdır. Bununla birlikte T.C. devleti hükûmetleri başta 1915 olmak üzere, Dersim (1938)’le, 6-7 Eylül linçleriyle, Maraş (1978)’la, Sivas Madımak (1993)’la ve tabi ki 1990’lı yıllarla yüzleşerek yeni bir başlangıç yapabilirler. İki yüz yıldır devam eden bir sorunu beş on yılda çözüme kavuşturmak kolay olmayacaktır. Hadi Osmanlı dönemini bir yana bırakalım,  yüz yıldır cumhuriyet hükûmetlerinin çözemediği, çözmek istemediği bir sorundur bugünkü sorun. Bazıları yıllardır Kürtlere özerklik istiyor, başka çözüm modelleri önerenler var. Aslında iki yüzyıldır devam ettirilen sorunun çözümü o kadar da karmaşık, zor bir şey değildir. Çözüm öncelik olarak özgürlüktedir. İçinde özgürlüğün olmadığı hiçbir proje Kürt sorununun çözümü olamaz. İçinde özgürlük olan her türlü modelle de çözülebilir bir sorundur Kürt sorunu. Dünyada nüfusu bir milyon olan devletler varken, Orta Doğu’da 25-30 milyon nüfuslu Kürtlerin bir devleti henüz yok. Güney’de Barzani yönetimi bağımsızlığını ilan etmek istediğinde neredeyse tüm dünya karşı çıktı. Dünyanın Kürtlere yapmış olduğu büyük bir haksızlıktır bu. Türkiye’deki hükûmetler Kürt sorununa güvenlikçi politikalar açısından yaklaştıkları için çözüm projeleri de üretememişlerdir. Son 30 yıla baktığımızda şöyle bir yaşanmışlığa tanık oluyoruz. PKK eylemlerinden sonra 1990’ların başından itibaren hükûmet olanlar, önce “Kürt realitesini tanıyoruz.” demişler, aynı hükûmetin ilgili siyasileri bir süre sonra “Kürt sorunu yoktur” ayarına geri dönmüşlerdir. Bu eski devlet ayarlarına dönme en son AKP hükûmetleri döneminde yaşandı. 2013’te Çözüm Sürecinin sekteye uğratılması, ardından hendeklerin kazılması, Rojava’daki gelişmeler ve en son FETÖ’nün 15 Temmuz 2016 darbe girişimi olumlu giden bu süreci tamamen başka mecralara soktu. Sonuçta AK Parti hükûmetinin de geldiği yer, “Kürt sorunu yoktur.” oldu. AK Parti Hükûmeti, MHP ile kurduğu ittifak sonucunda ilk kurulduğunda savunduğu siyasetlerden uzaklaştı. İktidarının devam etmesi adına geçmişte eleştirdikleri şeyleri yapmaya başladı. 

 

1990’larla yüzleşmek

 

Devletin 1990’lardaki suç karnesi bayağı kabarık gözüküyor. Başta faili meçhul cinayetler olmak üzere, köy boşaltmalar sonucu insanların evinden, yerinden edilmesi ilk akla gelenler… Faili meçhul cinayetlerde siyasetçi, gazeteci ve yazarların da olması bu dönemin ne derece karanlık bir dönem olduğunu gösteriyor. Çetin Emeç (1990), Turan Dursun (1990), Muammer Aksoy (1990), Bahriye Üçok (1990), Musa Anter (1992), Uğur Mumcu (1993), Ahmet Taner Kışlalı (1999) vd. Bu cinayetlerin ortak noktası, faili meçhul olarak anılmalarıdır. Yıllar geçmesine rağmen faillerinin bulunamamış olması, bulunsa bile mahkemelerdeki cezasızlık durumu bu cinayetlerin siyasi cinayetler olduğunu gösteriyor. Belli ki bu cinayetlerin failleri dönemin hükûmetleri tarafından kollanmışlardır. Son 30 yılda bu cinayetler çok konuşulup tartışılmasına rağmen failler bulunamadı ve bu cinayetlerle de yüzleşilemedi. Bunun yanında silahlı solun ve PKK’nin sivillere yönelik cinayetleri konuşulmadı bile. Bu konuşulmayan ve yüzleşilmeyen konuda da durumlar hiç iç açıcı değil. 1990’lı yıllarda PKK ve radikal sol örgütlerin sivillere yönelik saldırıları korkunç boyutlarda olmuştur. Ölüm listelerini incelediğimizde şöyle bir gerçekle karşılaştım. Sivilleri en çok öldürdükleri yıllar, bu örgütlerin eylem yapabilme kabiliyetleri bakımından en güçlü oldukları yıllardır. Mesela PKK’nin sivillere yönelik en saldırgan olduğu yıllar, silahlı saldırıya başladığı ilk yıllar olmuştur (1984-1994 arasındaki durum bunu doğruluyor). Sol örgütlerin cinayetlerinde de benzer bir durum var. Özellikle TİKKO ve Dev-Sol/DHKP-C’nin 1991-1994 yıllarında yapmış oldukları saldırıların büyük çoğunluğunun korumasız sivillere yönelik olduğunu ulaşabildiğimiz bilgilerden öğreniyoruz. 

 

 

Araştırabildiğim kadarıyla 1990’lı yıllarda faili meçhul cinayetlerinde durum şöyledir: Bu konuya ilişkin konuşup yazanlar genellikle devletin 17 bin faili meçhulünden bahs ederler. Gazeteci Mehmet Hatman da bu konuyu iş edinip 1990-2000 yılları arasında 10 yıllık bir araştırma yaptı. Tüm Kürt kurumları ve Diyarbakır Barosu’nun yardımıyla yapılan çalışmanın sonucunda ulaşılan sayı 4653 faili meçhul. Mehmet Hatman ve ekibi 10 yıllık araştırmalarının sonucunda bir faili meçhul belgesel filmi yapar. Belgeselin adı: 4653.

 

Örgüt içi ve sivil infazlar konusunda kapsamlı çalışma yapan bir kurum henüz yok. Bazı baro ve İnsan hakları örgütünde ‘Faili Meçhul Cinayetler Komisyonu’na rastlamak mümkündür. Bu ülkede örgüt cinayetlerini araştıran bir kurum ise henüz yok. İmralı’da Abdullah Öcalan’ın 15 bin örgüt içi infazdan bahsettiği söylenip yazıldı. İllegal örgütlerde bu infazlar gizli yapıldığı için bir kaydı tutulmuyor. Bu anlamıyla da hiçbir zaman bu sayının tam olarak ne olduğunu bilmemiz mümkün olmayacaktır.

 

Türkiye’de devlet mağduru olmak, sol ve Kürt mahallesinde kıymetlendirilen bir şeydir. Ama PKK ve radikal sol örgütler tarafından mağdur edilmişliğin pek kıymeti yoktur; kıymeti olmadığı gibi birçok bakımdan dezavantajlı bir durumdur. Bu bakımdan sol mahallede ve Kürt mahallesinde kimse “hain” yakını olmak istemiyor. Son 40 yılda çatışmalı dönemin ortaya çıkardığı çok sıkıntılar oldu. Bu döneme ilişkin geçmişle yüzleşmek isteyenler özellikle sol mahalleden kişi ve örgütler sadece devletin ortaya çıkardığı mağduriyetlerle yüzleşmek istiyorlar. Dünya deneyimlerinde böyle bir yüzleşme deneyimi ne yazık ki yok. Bu ülkede de böyle tek taraflı bir yüzleşme olacağını sanmıyorum. Çünkü çatışmalı süreçlerde tek taraflı bir yüzleşme olmaz. Eğer devletin 1990’lardaki faili meçhulleriyle yüzleşme yapılacaksa, aynı dönemde PKK’nin ve diğer radikal sol örgütlerin binlerce örgüt infazlarıyla, sivillere yönelik cinayetleriyle de yüzleşmesi gerekir.

 

12 Eylül Darbesi döneminde Diyarbakır Hapishanesi’nde yapılan kötü deneyimle yüzleşmek isteyenlerin, 1990’lı yıllarda başta Bayrampaşa Hapishanesi olmak üzere 23 hapishanedeki PKK ve radikal sol örgütlerin kötü deneyimleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. Devletin mağdur ettiği Cumartesi Anneleri’nin mağduriyetiyle yüzleşmek isteyenlerin, çocukları PKK tarafından dağa çıkarılmış Diyarbakır Anneleri’nin mağduriyetleriyle de yüzleşmeleri gerekiyor. 1993’te gerçekleşen Sivas Madımak Katliamı’yla yüzleşmek isteyenlerin, aynı dönemde PKK’nin yaptığı Başbağlar Katliamı’yla da yüzleşmeleri gerekiyor. Roboski Katliamı ile yüzleşmek isteyenlerin, hendek çukurlarıyla da yüzleşmeleri gerekiyor.

 

Bin dokuz yüz doksan dört (1994)

 

Bu ülkede son 40 yılla yüzleşmek isteyenler, genel olarak 1990’lar, özel olarak da 1994 üzerine yoğunlaşabilirler. Bazen kendi durumumun (yaşanmışlık deneyimi olarak)  bile 1994’ün ne olduğunu çarpıcı biçimde özetlediğini düşündüğüm oluyor. O yıl Kırklareli Hapishanesi’nde örgütten ayrılıp bağımsız koğuşunda olmama, polis sorgusunda ifade vermememe rağmen, çıkarıldığım İstanbul 2 No’lu Devlet Güvenlik Mahkemesi bana 12 yıl 6 ay hapis cezası verdi. Mahkemenin verdiği bu cezayı Yargıtay aynı yıl içinde onadı. Düşünebiliyor musunuz; hiçbir eylemde bulunmadım, kimselere bir zarar vermediğim hâlde örgüt üyeliğinden ceza aldım. Peki, şaşırdım mı? Hayır, şaşırmadım; daha da kötüsü olabilirdi. Mahkeme, örgüt yöneticiliğinden verse 17,5 yıl ceza alacaktım. İsterlerse ömür boyu hapis cezasına kadar çıkarabiliyorlardı. 1994’te bu gibi uygulamaların haddi hesabı yoktu. Benim durumumda olan bazı tanıdık arkadaşlarımın daha ağır cezalara çarptırıldığına tanık olduğum için o gün cezayı aldığımda ne diyeceğimi bilememiştim. Dün gibi hatırlıyorum, İstanbul’dan Kırklareli’ne hapishaneye döndüğümde kendimi yatağa atmış, 10 yıl sonra kalkacağım gibi uyumuştum.

 

1994 yılından, bu ülkede Kürtler vadisinde çatışmaların en yoğun olduğu bir zamandan bahs ediyorum. Her gün dağlarda çatışmalarda ölenleri duyan ailelerimiz, bizlerin hapishanede olmasına şükrediyorlardı. Dışarıda, sorgularda, faili meçhullerde kaybedilmek de vardı. 1994 yılı bu anlamıyla da korkunç bir yıldı. Faili meçhullerin en çok olduğu yıldı. İnsanlardan bazıları evlerinden bir gece, bazen de güpegündüz alınıyor ve bir daha evine dönemiyordu. Bölgede Kürt köylerinin en çok yakıldığı yıkıldığı yıl 1994’tü. İnsanlar en çok 1994’te köyünü bucağını bırakıp göç etmek zorunda kaldı. Behçet Cantürk ve Savaş Buldan gibi onlarca


Kürt iş insanı ve mafyasından insanlar, 1994’te faili meçhul biçimde öldürüldüler. O dönemin devletine hükümet olanlar, Kürt mafyasını tasfiye edip  yerine yerli milliyetçi Türk mafyasının önünü açtılar.  Çatışmalarda çocuklar en çok 1994’te öldürüldü. Yine çocuklar örgüt tarafından dağa en çok 1994’te çıkarıldı. Hapishanelerdeki ve dağlardaki örgüt infazları en fazla 1994’te yaşandı. Kürt şehirlerinde siviller ve öğretmenler en çok bu yılda öldürüldü. Dönemin DYP/SHP Koalisyon Hükûmeti en kapsamlı operasyonları dağlarda ve şehirlerde 1994’te yaptı. Her iki taraftan da insanlar çatışmalarda en çok 1994’te öldü. Birçok bakımdan 1994 yılı, benim günlüklerimin en iç acıtanıdır. Bu yüzden de 1994 yılında yazdığım günlüğümün sayfalarına en son bakabildim. İlk bakışta gördüklerim şunlar olmuştu: O yıl içinde bazı gazete manşetlerinden verilen haber başlıklarını not almışım. Bir de gazeteden birkaç resim kesip ajandamın arasına bırakmışım. Bu resimler dağda askerler tarafından başları kesilip gövdesinden ayrılan gerilla resimleriydi. “Savaşın geldiği yer” diye not düşmüşüm. Sonraki zamanlarda Abdullah Öcalan’ın bir çözümlemesinde okumuştum, gerillalar da birkaç yerde ölü askerlerin bedenine eziyet etmişler. İntikam duygularının en gelişkin olduğu yıldır 1994. Savaşanların karşılıklı intikam alma hırsı, sadece dışarıdaki düşmanlarına değil, bu acımasızlıkları kendi içlerine yönelik de geliştirdi. Örgütün bu hırsının içeride nelere yol açtığını kitaplarımda anlatmaya çalıştım. Devlet içinde de bu yıllarda altı rütbeli general ve subay faili meçhul biçimde öldürüdü. Kısacası, çatışmalar en çok bu yıllarda şiddetlendi ve sürdürüldü. 1990’lı yıllarla yüzleşmek, bütün bu çatışmalı süreçle yüzleşmek anlamına da gelecektir. Peki bu konularda geçmişle yüzleşmenin neresindeyiz? Hiçbir yerinde değiliz. Bugün AKP hükümetleri '90 lı yıllarla yüzleşmediği gibi geçmişte açılan davalar cezasızlıkla sonuçlanıyor ve kapatılmak isteniyor. Bugün de dün olduğu gibi geçmişle yüzleşilmediği gibi geleceğe yeni yüzleşilecek yaralar bırakılıyor. Bu yüzden de bu ülkede geçmiş hiç geçmiyor! Eğer bu ülke bir gün yüzleşme yapmaya karar verirse "1994" ten başlayabilir.

 

 

 

2 Mayıs 2021 Pazar

Yüzleşerek barışmak...

Yüzleşerek barışmak....

 

                                              Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor,

                                                                 yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok.

 

 

İnsanlığın J.J. Rousseau’ya olan sevgisi üç yüzyıldır sürüyor. Çünkü bu bilge insan günahlarını bir papaza değil, tüm insanlığa itiraf etmiştir. Sadece Rousseau değil, dünya edebiyatına damgasını vurmuş yazarların günümüzde halen okunuyor olmalarında bu sahici dokunaklı anlatıların çok önemli etkisi olmuştur. Sahici yüzleşmelerin ve anlatıların kendi dönemlerinde tepkiyle karşılaştıklarına da tanık oluyoruz. Ama bu eserlerin uzun sürede insanları etkileyen, dönüştüren bir etkisinin olduğunu da edebiyat tarihinden biliyoruz. Acı deneyimlerle yüzleşmenin kolay olmadığını biliyoruz, bu yüzden de çoğunlukla kendi kurban durumumuzla yüzleşmeye cesaret edemediğimiz için, nefretimizi başkalarına yöneltiyoruz. Kendimize itiraf edemediğimiz acı gerçekleri, bir başkası dillendirdiğinde de bu kez, nefret ederek bastırmak istiyoruz. İşte bunların hepsi yüzleşememe ve kendimize yeni bir hikaye bulamama korkusundan kaynaklanıyor. Geçmişiyle kişisel yüzleşme yapanların bizim gibi toplumlarda mahalleleri tarafından linçlere maruz kalması da işin bir başka boyutudur. Oysa kişisel yüzleşme deneyimlerinin çok kıymetli olduğunu dünya deneyimlerinden biliyoruz. Yakın tarihte Arjantin’in geçmişle yüzleşme deneyiminde anı kitap ve yazılı belgelerin önemli rol oynadığı biliniyor. Bellek Kültürü konularında araştırma yapan yazar Beatriz Sarlo, “Geçmiş Zaman” adlı kitabında, Tanıklar ve kurbanların anlatılarından elde edilen anı tutanakları olmasaydı Arjantin deneyiminde geçmişle yüzleşme sürecinin çok daha sıkıntılı geçeceğini belirtiyor. Belli ki bizde de insanların yüzleşmekte zorlandığı yaraları var. Benim yazarlık deneyimimde bu yaralarla yüzleşmenin peşine düştüğümde, yarasını korumaya alanlarla yolum çok kesişti. Silahlı sol örgütler tarafından çocukları öldürülmüş ailelerin tepkileri böylesi tepkilerdi. Bu ailelerin mağdur edilmişliğini kitaplarıma konu ettiğimde, bana destek olacaklarını düşünmüştüm. Ama öyle olmadı, ailelerden çoğu rahatsız oldu. “Amacınız nedir, çocuğumuzu niye yazdınız?” gibi sorularla karşılaştım. (İşin tuhaf yanı ise bir benzer soruyu fail durumundaki örgütler soruyordu, “Bunları yazmakta amacınız nedir, kime hizmet ediyorsunuz?” diyorlardı.) Bu ailelerin bilinç altlarına yerleşmiş korkuları vardı. Örgütlerin kendilerine zarar verebileceğini düşünüyorlardı. “Başımıza bir iş gelsin istemiyoruz.” diyorlardı. Araştırmalarım sonucunda bazı yüzleşmemelerin birbirini beslediğini fark ettim. Bu ailelerin mağduriyetine yol açan fail durumundaki radikal sol örgütler, bu mağduriyetlere yol açmış geçmişleriyle yüzleşmeyince, mağdur aileler de kendi mağdurluk halleriyle yüzleşemiyorlar. Örgütlerin yüzleşmediği şey zalimlik olurken, mağdurların yüzleşemediği şey korkuları oluyor. Bu anlamıyla sol mahalle deneyiminde birbiriyle iç içe geçmiş yüzleşmemeler bulunuyor. Eğer biri yaparsa diğerinin yapması daha kolaylaşabilecek bir ertelenmiş geçmişle yüzleşememe haliyle karşı karşıyayız. Bu ertelenmiş hal, iyi olmamızı geciktiriyor. İyileşmek için yanlış kabuk bağlamış yaralarımızı kanatmamız gerekiyor. Sadece yaşadığımız, maruz kaldığımız deneyimler değil, daha öncekiler de var. Dedelerimizden bize kalan geçmiş hepimizi yoruyor. Gelecek kuşakların bizlere aynı sitemi yapmaması için, yüzleşerek barışmaktan başka çaremiz yok!


Daha iyi bir gelecek için


Yaklaşık 40 yıldır Türkiye’nin en yakıcı gündemi Kürt sorunudur. Bu sorunu yaratan şey, Türkiye’deki hükûmetlerin inkârcı ve asimilasyoncu yanlış politikalarıdır (Devletin bugün dahi Kürt sorununa ilişkin sahici bir çözüm projesi olduğu söylenemez). Bunu artık hemen herkes kabul ediyor ancak kabul edenlerin çoğunluğu başka bir sorunu görmek, kabul etmek istemiyor. Çatışmanın ya da savaşın diğer tarafını, yani PKK gerçeğini… Hemen savunmaya geçerek diyorlar ki: “PKK bir sonuçtur.” PKK’yi ortaya çıkaran nedenler elbette sorgulanmalı, eleştirilmelidir. Ama şunu da unutmamak gerekir ki dün sonuç olan PKK gerçekliği bugün kendi alanında bir neden olmuştur. Hiçbir kötü sonuç, şiddetten daha kötü olamaz. Hiçbir dava, şiddeti haklı kılmamalıdır.



Türkiye’nin demokratikleşmesi için şiddet eylemine gerek var mı, yok mu? Türkiye’de muhalif sol ve Kürtlerin önemli bir kısmı bu sorunu buradan tartışmak istemiyorlar. Bu yüzden de her defasında savaşın kendisini değil, sonuçlarını, yani mağduriyetleri konuşmak zorunda kalıyoruz. Maksim Gorki, Ana adlı o ünlü romanında “Devrim, anaların kalbinden geçer.” diyordu. Daha sonraki yıllarda Ekim Devrimi kendi çocuklarını yemeye başladığında, anaların kalbini kıran bir devrime dönüştü. Bugün de sol ve sosyalizm adına yola çıkan PKK gibi silahlı örgütlerin çoğu daha devrim yapamadan, dağlarda, hapishanelerde yoldaşlarını ve çocukları öldürdüler.


İyi bir gelecek beklentisi içinde olanların, öncelikle geçmişteki kötü deneyimlerle yüzleşmesi gerekir. Mesela Türkiye yüz yıllık geçmişiyle; 1915'le, 1938’deki Dersim Katliamıyla, 1942 de çıkarılan Varlık vergisiyle, 6-7 Eylül 1955 linçleriyle, 1978 Maraş’la, 1980 Çorum’la, 12 Eylül’le, 2 Temmuz 1993 Sivas’la, 5 Temmuz Başbağlar’la, faili meçhullerle, örgüt infazlarıyla, “Cumartesi Anneleri”yle, “Diyarbakır Anneleri”yle, dağdaki çocuk savaşçılarla ve 40 yıllık savaşla yüzleşmedi. Hepsi olduğu yerde duruyor. Eğer kalıcı bir iç barış istiyorsak tüm bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Daha iyi bir ülkede, daha iyi koşullarda yaşamak her insanın hakkı ve arzusu olmalıdır. Bunu isteyen her birey, grup, örgüt ya da devlet, sorunlu geçmişiyle yüzleşmek zorundadır. Yeni başlangıçlar için insan ve devlet kendilerini temize çekebilmelidir. Geçmişin kiri pasıyla temiz, aydınlık bir gelecek kurulamaz.


Geçmişiyle yüzleşen toplumların daha aydınlık olduklarını ve demokratikleşme alanında daha iyi yol aldıklarını görüyoruz. Geçmişi son derece sorunlu ve şaibeli olan ülkeler ise huzura kavuşamazlar. Söz konusu Türkiye olunca bu konularda geç kaldığımızı vurgulamam gerekir. Bugün Türkiye’nin sorunlarının ağırlığı önemli oranda sorunlu geçmişinin tutsağı olmasından kaynaklanıyor. Türkiye’de hâlâ geçmişteki hatayı kabul etmek zayıflık, taviz sayılıyor. 

Demokrat olduğunu söyleyen bir parti, bir örgüt, bir birey devlete göre değil, kendi ilkelerine göre davranır. Eğer geçmişinizde hata ve yanlışlar yaptığınızı düşünüyorsanız, o hataların ne olduğunu ilkesel bir biçimde söylemeniz gerekir. Hatalarınızla, yanlış uygulamalarınızla yüzleşme ciddiyeti bunu gerektirir. Geçmişle yüzleşmek çok ciddi bir tutarlılık gerektirir; yüzleştiğiniz, kabul ettiğiniz hatayı bir daha yapmamanız gerekir.

Bir örgüt, parti ya da iktidar, geçmişiyle niçin yüzleşmez? Çünkü benzer şeyleri yapmayacağının garantisini veremez de ondan. Bugün Türkiye siyasetinde ne iktidar ne de muhalefet partileri geçmişle yüzleşmenin hiçbir yerinde değildirler. Geçmişle yüzleşmeme tutumu hepsini siyaseten aynılaştırıyor. Buradan bakıldığında ise gördüğüm şey sorunlu geçmişi tarafından esir alınmış bir ülke/toplum görüyorum.


Unutmamamız gereken şey şu sanırım, geçmişiyle yüzleşmemiş bir vicdan vicdansızlık yapmaya devam edecektir. Ne zaman geleceğe dair hayal kurmak istesem hemen geçmişe bakıyorum, geçmişiyle yüzleşmemiş bir toplum ve devleti görünce hayalimin çıtasını hemen aşağılara çekiyorum. Yoksa ki ben de biliyorum kardan kadın yapmasını, ama karşıdan güneş vurduğunda erisin istemiyorum. 

 

 

28 Nisan 2021 Çarşamba

Neden geçmişle yüzleşemiyoruz...?




Geçmişle yüzleşme girişimini insanın kendisiyle, insanın insanla, bireyden topluma, toplumdan devlete uzanan bir girişim olarak özetleyebiliriz. Bizim gibi ülkelerde gündelik hayatta pek karşılığı yoktur; ama biz istemesek bile, insanın insanla yüzleşmesi her an gündelik hayatta devam ediyor. “İnsan yüze bakar” sözü anlamlı gelir bana; “onun yüzü yok bakmaya” ya da “yüzü kızardı”, “yüzsüzün biri” gibi sözler ise hayatın her anında karşımıza çıkmakta. Ben “Birbirimize bakacak bir yüzümüz olsun” sözünü daha anlamlı buluyorum. Benim için yüzleşme konusunun asıl amacının bu olduğunu düşünürüm. Yoksa ki geçmişte olmuş bitmiş bir şeyin gelecekte insana ne faydası olacak diyenlerden biri olabilirdim. Ama asıl mesele, birbirimize bakacak ve bakılacak yüzlerimizin olmasında.

Geçmişle yüzleşmeyi bugün ve yarından bağımsız düşünemeyiz. Geçmişe tutulacak olan ayna daha iyi bir gelecek için olmalıdır. Bu nedenle yüzleşmeyi dün, bugün ve yarın olarak işletmek daha anlamlı olacaktır. Bugün ve yarından bağımsız olarak ele alınacak bir geçmiş, masal anlatılarından öte bir anlam taşımayacaktır. Başkasını bilmem, ama beni bu konuda yazmaya iten şey geçmiş değil, gelecek kaygısıdır.

Herkes gibi gelecek kaygısını yaşarken böylesi bir çalışmanın içinde buldum kendimi. “Neden barışamıyoruz; iç barışımızı neden gerçekleştiremiyoruz?” sorusunu dün de bugün de konuşup tartışmamıza rağmen bir türlü yol alamıyoruz. Bunun üzerine kafa yorup araştırmalar yaptığımda gördüm ki geçmişiyle yüzleşen toplumların bu iç barışı daha kolay ve sancısız gerçekleştiriyor. Bu yüzleşmeyi yapan ülkeler daha aydınlık yarınlara bakabiliyor ve demokratikleşme alanında daha iyi yol alabiliyor.

Geçmişi son derece sorunlu ve şaibelerle dolu bir toplumun iç barışını sağlayıp huzura kavuşması düşünülmemelidir. Söz konusu ülke Türkiye olunca bu konularda geç kalındığını vurgulamak gerekir. Bugün Türkiye’nin iç sorunlarının ağırlığı, geçmişinde bu sorunları çözememiş olmasından kaynaklanıyor; ama aynı Türkiye, geçmişi sürekli işleten bir ülkedir. Geçmişini işleten ülkelerde geçmişle yüzleşme çok zor gerçekleşir. Genelde her ülkenin kutsalı, kahramanı ve değerlisi olur; ama Türkiye gibi ülkelerde kahramanlar çok kahraman ve değerli olanlar çok değerli… Bu kadar kahramanı ve değerlisi olan bir toplum geçmişiyle yüzleşmede zorlanır. Çünkü insanlar siyaseten kahraman bildiklerinin hatasını görmek istemez. Bütün tarih kitapları, kahramanların uzun yaşadığını söyler.

Geçmişle yüzleşme ve barış gibi bir konuda yazıyorsanız yeri geldiğinde siyaseten “değerli” olana da dokunmak zorundasınız. Aksi durumda geçmişin yükü işlemeye devam edecektir. “Peki, bu kadar kahraman ve değerlisi olan bir toplum, geçmişiyle yüzleşebilir mi?” Geleceğini geçmişine esir etmiş bir toplumun bunu kolaylıkla yapamayacağı bilinmelidir. Sorunun cevabını başka ülkelerin deneyimlerinde görebiliriz. Elbette ki her ülkenin kendine özgü kahramanları ve değerlileri vardır. Buna rağmen geçmişleriyle yüzleşebilmişlerdir. En yakın zamanda Güney Afrika ve Latin Amerika ülkelerinden Şili ve Arjantin gibi ülkeler önemli oranda yaptı bu yüzleşmeyi. “Peki, Türkiye geçmişiyle neden yüzleşemiyor?” sorusunun cevabı “Neden Türkiye’de devrim olmuyor?” sorusunun cevabı kadar derin ve kapsamlıdır. Ama hiç zorlaştırmamız gerekmiyor. Bu çok zor gibi görünen soruna, basitten karmaşığa doğru yol almak daha akılcı bir yöntem gibi gözüküyor. Birçok sorun gibi bu sorun da adıyla çağrılmadı bu ülkede. ‘Geçmişle Yüzleşme’ gibi bir konunun Türkiye’de konuşulması son birkaç yılı geçmez. Bu yüzleşme bugün itibarıyla bu ülkede ne muhalif parti ve örgütlerin ne de devleti yönetenlerin çok istediği bir girişim değil. Cumhuriyet tarihi boyunca yaşanan bazı olaylar sonucunda düşüncelerinden dolayı insanlar haksız bir şekilde dışlandı ve cezalandırıldı. Devlet tarafından idam edilenler oldu (Sonraki yıllarda aynı devlet kurumları tarafından adlarına okullar, caddeler ve havaalanları yapıldı). Belli ki geçmişin bu kısmı görülmek istenmiyor. Geçmişin işletildiği ülkelerde geçmiş hiç geçmeyecektir. 

Bu ülkede insanlar, acı sonuçlara vesile olmuş geçmiş deneyimleriyle yüzleşmek yerine genellikle bu geçmişlerini savunmaktalar. Solcu ve sağcı çoğunluk “Geçmişimle onur duyuyorum!”; devlet yöneticisiyse “Geçmişimizde utanacağımız bir şey yok!” demekte. Yine sol mahalleden olanlar geçmişten bahsederken, “Devrimci geleneğimiz” (epey bir övünürler bu geçmişle de) deyip; gündelik yaşamda ise devletin yöneticileri ecdatlarıyla, radikal sol örgüt mensupları ise devrimci önderleriyle övünmekte. Oysa sahici bir yüzleşme yapmak isteyenler buralara dokunarak başlamalıdırlar. 

Kişisel yüzleşme deneyimi

Bu ülkede geçmişiyle sahici bir kişisel yüzleşme yapabilmek genellikle kolay değildir. Özellikle sol mahalle üzerine çalıştığım için kendi deneyimlerimden ve tanıklığımdan biliyorum. Sol mahallede geçmişiyle yüzleşen bireyler değil, geçmişiyle böbürlenenler daha çok sevilmekte. Hatta uzun yıllar aynı yaşanmışlıklarda ısrar edenler, davalarına toz kondurmayanlar daha bir kıymet görüyor bu mahallede. “Çok direnişçi biri”, “Yıllardır dik duruyor” sözleri ile bu kıymetleri taçlandırılıyor! Sol mahallede kişisel geçmişiyle yüzleşebilmiş verebileceğim örnek bir kişilik neredeyse yok. Bu durumda anlatabileceğim en sahici yüzleşme deneyimi kendi deneyimim olabilir. Solun ve Kürt’ün PKK mahallesini eleştirdiğim için bu mahallelerden kendime ve kitaplarıma karşı sürekli bir linç söz konusu. Bu linçe çanak tutanlar içinde yazarlar, akademisyenler, siyasetçiler de bulunuyor. Peki, ne diyorlar? Ortak tepkilerinin nefrete dönüşmüş hâli şöyle: “Geçmişinde hapis yatmış, örgütte kalmış, şimdi onları eleştiriyor. İkiyüzlülük yapıyor.” Ve bunu söyleyenler işi nefrete kadar götürebiliyor. Peki, böyle düşünenler haksız mı, haklı mı? Çok haksızlar! Çünkü geçmişle yüzleşme böyle bir şeydir zaten. Yüzleşme yapmak isteyen insan, kendi geçmişinden başlar bu yüzleşmeyi yapmaya. Örgütte maruz kaldığım ya da tanık olduğum yanlışları ancak ben bilebilir ve söyleyebilirim. Bunu benim adıma başkası yapamaz. Kişisel yüzleşme böyle bir şeyi zorunlu kılar. Bu konularla hiç ilgisi olmayan kimseler yapamazlar bu yüzleşmeyi. Sözünü ettiğim bu çevrelerde yüzleşme kültürü olmadığı, bu konulara aşina olmadıkları için ‘yüzleşme’ ile ‘baskı karşısında itiraf etme’yi aynı şey sanırlar. 

 

İçimizdeki Gardiyanla yüzleşmek

 

Aşırı uç bir radikal ideoloji, insanın içindeki gardiyandır. Yıllar geçmiş olmasına rağmen, bazen aklıma geldikçe üzülüyorum, hapishanede kaldığım yıllar boyunca akşam sayımlarında koğuş kapılarımızı üstümüze kapatan gardiyanları düşman görürdük. Öyle bir düşman ki bir gün mutlaka intikam alınması gereken bir düşman… Siyasi ideolojik mahpuslar için gardiyan, en yakındaki düşmandı. İşi gücü mahpus olmuş devrimcileri yok etmek, onlara tuzak kurup teslim almaktı.

 

Tahliye olduktan sonra, hapishane gardiyanlarımdan bazılarıyla dışarıda, bazılarıyla da proje çalışmaları yaparken hapishanelerde karşılaştım. Bana hiç düşman gibi görünmemişlerdi, hatta tanıyanlar beni gördüklerine çok sevinmişlerdi. Daha birkaç yıl önce düşman gördüğüm insanlarla birlikte çay içip sohbet ettik. Geçmişten, şuradan buradan konuştuk. Onlar da aynı bizim gibiymiş meğer… Mahpusların sorunlarıyla ilgilendiğimizi öğrendiklerinde sitem edip “Biz de şu hapishanede yarı vardiyalı mahpus sayılırız, insan hakları örgütleri bizimle ilgilenmiyor.” demişlerdi. Onlarla bu karşılaşmamız ezberimi bozmuştu. Birkaç yıl önce benim düşman olarak gördüğüm aynı gardiyan şimdi benden destek, ilgi bekliyordu. Bir süre bunun üzerine düşündüm, düşündükçe hapishane ve gardiyan algım paramparça oldu. Yıllarca bu insanları bana düşman gördüren ruh dünyamı sorguladım. Ulaştığım sonuç ise şuydu: Meğer beni tutsak alan şey hapishane gardiyanı değil, içimde korkuluğum olmuş olan ideolojik gardiyandı.

 

Hapishane sonrasını çok iyi hatırlıyorum. Gardiyandan kurtulmama rağmen içimdeki gardiyandan epey bir zaman daha kurtulamamıştım. O gün bugündür düşünüyorum; gün olur hapishanedeki gardiyandan da kurtulursun, ama içinde korkuluğun olmuş ideolojik gardiyandan kurtulmak kolay değildir. İnsan önce içindeki gardiyanla yüzleşmelidir. Kendi gardiyanız tarafından esir alındığınızda hiç bitmeyecek bir mahpusluğun esiri oluyorsunuz.

 

İçimdeki gardiyanın esiri olduğum zamanlarda algı dünyam şöyleydi; bir şey ya yanlıştı ya doğru, ya siyahtı ya beyaz, ya haklıydı ya haksız, ya iyiydi ya kötü. Böylesi düz bir akıl çok yoruyordu beni. Hayatın iki şıktan ibaret olmadığını, daha başka renklerin ve ara bölgelerin de olduğunu anladığımda artık içimdeki gardiyandan kurtulmuştum.

Devletin hapishanelerinde gün sayanlar bir gün elbet çıkarlar dışarıya, ama kendi hapishanelerinde yaşayanların günü şafağı belli değildir. Kişisel yüzleşme kolay değildir; insanın kendi içindeki düşmanı görebilmesi, onunla yüzleşebilmesi ise hiç değil… Uzun yıllar beni esir alan içimdeki gardiyanla yüzleşeli beri kendimi daha özgür, daha iyi hissediyorum. 

 

 

Yoldaşları Civan’ı diri diri mezara nasıl gömdüler?

  İlk duyduğumda ben de inanmamıştım. Meğer inanmak istemediğimiz ne kadar şey varsa hepsi gerçekmiş.  Olay 1992 yazında Sivas - Zara'nı...